18 Mayıs 2017 Perşembe

Masumiyet ya da Özel İlişiki

"Berlin'de geçen kitaplar" okumasında artık 2. Dünya Savaşı bitmiş, 1955 yılına gelmişiz. Soğuk Savaş rüzgarları serin serin esiyor. Amerika / İngiliz ve Sovyet istihbarat mücadelesi yaratıcılıkta sınır tanımıyor.

Ian McEwan'ın yazdığı Masumiyet ya da Özel İlişki kitabında, yaşanmış gerçek bir olay arka fonu oluşturuyor. Hikayede, Altın Operasyon'da görev almak üzere İngiltere'den Berlin'e gelen Leonard Marnham'ın dönüşüm hikayesini okuyoruz.


Vikipedi kapatıldığı için link veremiyorum Altın Operasyon'la ilgili. Özetle Sovyet telefon hatlarına sızmak için Amerika ve İngiliz istihbarat servislerinin Doğu Berlin'e bir tünel kazma operasyonu. Rus casusu İngiliz vatandaşı bir Yahudi olan George Blake'in Sovyetler'e sağladığı bilgiler neticesinde operasyon başarısızlıkla sonuçlanmış, Ben bu kitabı okuyana kadar böyle bir operasyondan haberim yoktu.

Kitaba dönecek olursak, 25 yaşında içe kapanık, güvensiz Leonard'ın savaş ve aşkla değişmesi, dönüşmesi ve masumiyetini yitirmesi zenginlikle anlatılmış. Kitabın her sayfasında farklı bir Leonard yer alıyor adeta.

Berlin'e gelir gelmez tanıştığı Amerikalı Bob Glass ve nişanlılığa kadar giden bir ilişki kurduğu Maria bu değişimin en önemli mimarları olarak rol alıyor. Maria'yla ilişkisi ilerlerken, Maria'nın eski kocasının ortaya çıkmasıyla olaylar içinden çıkılamaz bir hal alıyor ve Leonard da dönüş olmayan bir yola giriyor.

Yazar Ian McEwan, bu psikolojik dönüşümü çok başarılı bir şekilde kaleme alırken aynı zamanda Amerikan, İngiliz, Alman ve hatta Sovyetlere ait davranış özelliklerini de aynı derecede başarılı şekilde tasvir etmiş.

Hikayeyi açık etmemek için konusuyla ilgili daha fazla yazmayacağım ama şunu da söylemeden geçemeyeceğim: kitabın başında tanıdığımız Leonard'ın bambaşka bir şey dönüşümü; geçerli sebepleri olan herkes bir gün cinayet işleyebilir fikrimi daha da güçlendirdi.

14 Mayıs 2017 Pazar

Mart Menekşeleri

Seyahat ettiğim yerlerde o şehirde geçen romanlar okumayı seviyorum. Bu nedenle Berlin'e gitmeye karar vermemizle hemen internetlerde aramalara başladım.

Stok problemlerini saymazsak, bütün büyük şehirler gibi Berlin de bu konuda zengin. Bir taraftan da stok problemlerine müteşekkirim çünkü en azından onu mu alsam bunu mu diye seçemediğim kitaplar doğal seleksiyon sürecine giriyor.

Berlin için kitap ararken ilk tercihimi Mart Menekşeleri'nden yana kullandım. Bu kitap, İngiliz yazar Philip Kerr'in 11 kitaplık Dedektif Bernie Gunther serisini ilk kitabıymış meğersem.


1936 yılının Berlin'inde, çoğunlukla Yahudi, kayıp kişileri bulan eski bir asker ve de polis Bernie Gunther bu defa bir milyarderin kızının ölümünü araştırırken kendini Himmler ve Goering arasındaki politik bir savaşın ortasında bulur.

Dedektif Gunther, Berlin'in karanlık ve tehlikeli ortamında araştırmasını yürütürken biz de Nazi Almanya'sında bir tura çıkıyoruz. Dönemin günlük yaşamı, siyasi çekişmeleri, çeşitli kurumlar arasındaki üstünlük savşları, Yahudiler'in ülkeyi terk etmek için varlarını yoklarını satması, karanlık yeraltı dünyası hikayenin içinde yer buluyor.

İşte dönem kitaplarının güzelliği. Kitaba adını veren Mart Menekşeleri'nin ise Hitler başa geçtikten sonra Nazi Partisi'ne üye olanlara verilen isim olduğunu da bu kitaptan öğrendim.

Tarih ve polisiyenin iç içe geçtiği bu kitap benim için yeme de yanında yat oldu. Hem sürükleyici bir hikaye hem de zengin tasvirlerle adeta Dedektif Gunther'le yanyana hikayenin içine giriyorsunuz. Şiddetle tavsiye ediyorum.

17 Nisan 2017 Pazartesi

Mühürlü mü Mühürsüz mü? Amerika mı Uganda mı? Survivor mı Tango mu?

Bu blog'da siyaset olmayacak diyorum. Sonra yine dayanamıyorum.

Gerçi en nihayetinde Survivor yarışmacılarını ezbere bilen, dizi olarak Kösem'den gayrısına yüz vermeyen bir kişiyim. Benim siyasetimden nooolcak.

Ne olursa olsun, benim de fikirlerim var.

Tarihe not düşülsün: 16 Nisan 2017 anayasa değişikliği referandumunda YSK, oylar sayılmaya başladıktan sonra "dışarıdan getirildiği kanıtlanmadıkça mühürsüz oylar geçerlidir" buyurdu.

Balık kokarsa tuzlarsın, peki tuz kokarsa ne yaparsın? Gördüğüm kadarıyla hiç bir şey, çünkü öyle gerekmiştir, atı alan Üsküdar'ı geçmiştir.

Hiç bir şey yapamasam da YSK'yı esefle kınıyorum! Bir kere bu karar, mühürsüz oylardan menfaat sağlayacak her kimse, onun zekasına hakarettir.

Ne demek "dışarıdan getirildiği kanıtlanmadıkça"! Zarfların üstüne "ben bunu evden getirdim" mi yazılacaktı yani. Yok artık! Bir atasözünün atasözü olması için söylenmesinin üstünden kaç yıl geçmeli bilmiyorum ama bir Türk büyüğü 23 yıl önce söylemişti "rüşvetin belgesi mi olur p...k"

Neyse, mühürsüz oylar nereye gittiyse gitti, sonuç evet çıktı. Yönetim sistemimiz değişti, başkanlık rejimine geçtik. Umarım ülkemiz için hayırlı olur.

İnternette yaptığım bir araştırmaya göre başkanlık sistemi olan ülkeler şunlarmış:

Afganistan 
Amerika Birleşik Devletleri 
Arjantin 
Azerbaycan 
Belarus 
Bolivya 
Brezilya 
Dominik Cumhuriyeti 
Endonezya 
Ermenistan 
Ekvator 
El Salvador 
Filipinler 
Guatemala 
Güney Kore 
Haiti 
Honduras 
İran 
Kazakistan 
Kenya 
Kıbrıs 
Kolombiya 
Kosta Rika 
Liberya 
Meksika 
Nikaragua 
Nijerya 
Panama 
Paraguay 
Peru 
Seyşeller 
Sierra 
Leone 
Sri Lanka 
Sudan 
Surinam 
Şili 
Tanzanya 
Türkmenistan 
Uganda 
Uruguay 
Venezuela 
Zambiya

Mesela Arjantin var listede, oooo ne güzel bol bol tango yaparız. Dominik Cumhuriyeti de var, hayatımız Survivor olur belki, ay çok güzel valla. Amerika bile var, süper güç olmamız an meselesi. Belki Venezuela'nın güzellik yarışmalarına damga vurmasının sebebi de budur, hanımlar yaşadık.

Ammma piyango Nijerya, Sudan, Surinam, Liberya, Kenya, Afganistan, Zambiya, Uganda'dan falan vurursa resmen s.çtık. Artık ne çıkarsa bahtımıza.

Bir de kafamda bazı sorular var:

1) Evet oyu veren gurbetçi vatandaşlarımız ters göçe ne zaman başlayacak? Belli ki bunca yıldır gurbet ellerde çektikleri o kadar derdin sebebi ülkenin rejimiymiş. Hasretle kendilerini bekliyoruz.
2) Ekonomi ne zaman düzelecek?
3) Üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla çevrili ülkemize huzur ne zaman gelecek?
4) Devlet Bahçeli'nin bir sonraki icraatı ne olacak?
5) 2 ve 3 numaralı sorulardaki beklentiler gerçekleşmezse parlamenter sisteme geri dönebiliyor muyuz?
6) 2014 seçiminde 1 (bir) adet mühürsüz oy nedeniyle seçim tekrarlatan YSK'nın mühürlü oy / mühürsüz oy konusundaki kafa karışıklığı ne zaman geçecek?

İstediğiniz sorudan başlayabilirsiniz.

28 Mart 2017 Salı

Berlin'de Yeme İçme II

Berlin'de sadece kafelere gidip kahve mi içtik? Tabii ki hayır. Devamı aşağıda:

Hard Rock Cafe: Bu yaşına gelip de hayatında ilk defa bir Hard Rock Cafe'ye gitmiş birisini kınamak isteyenler dağılabilirsiniz, kalanlar okumaya devam etsin. Evet, ilk defa gittim. Önyargı diyin, çok bilmişlik diyin, ukela diyin ne derseniz diyin. Hard Rock Cafe'ler bende Mc Donald's'ın bir üst versiyonu izlenimi uyandırıyor. Du.

Bugüne kadar ziyaret ettiğim hiç bir şehirde kapısından içeri girmemiştim. Biraz bilmişlikten, biraz da gittiğim yerlerde kısıtlı zamanımı her yerde bulunan bir zincirde harcamak istememden. Bu sefer de yine gitmezdim ama ne demiştik: ben bilmem beyim bilir. Hep bana hep bana olmuyor.

Fedakar eş olarak teknik müzeye gitmişim, Türk kahvaltıcısına gitmişim, Hard Rock Cafe bana vız gelirdi! Hem bira da vardı! Güzel güzel yedik içtik, böyle fedakarlığa can kurban. Çalışanlar çok şeker, yemekler lezizdi. Hem de tavuk sevmeyen beyime bir tabak tavuk kanadını hüplettirecek kadar güzeldi. Daha ne olsun. Adres: Kurfürstendamm 224.

The Pub: Otelimizin neredeyse dibindeki The Pub, kesin bir gitmezseniz küserim kategorisi. Burayı o kadar sevdik ki, bir değil iki akşam gittik.

Bir kere tam bir mühendislik harikası. Üstünden tren yolu geçiyor, içeride tren sesinden eser yok. Öyle bir ses izolasyonu. Elbette bu detayı fark eden ben değildim, beyim sağ olsun.

Yemek olarak çeşit çeşit burgerler var. Test ettik onayladık, pek güzeller. Ayrıca porsiyonlar çok büyük. Her bir burger yanında bol patates (tatlı patates ya da normal patates) ve bol salata servis ediliyor.

Benim asıl hayranlığım masalardaki bira musluklarına oldu. Her masada 4 adet musluk, ve siparişlerle hesapların yönetildiği bir ekran var. Masaya oturup kendinize 1 ile 10 arasında bir hesap açıp, tüm siparişlerinizi ekrandan veriyorsunuz. Sonra da gelmesini bekliyorsunuz. Servis de oldukça hızlı. Biranızı da önce ekranda hesap numaranızı seçip, önünüzdeki musluktan dolduruyorsunuz.

Tabii ki sistemin gerçekten çalışıp çalışmadığını test etmek için elimden geleni ardıma koymadım. Bardağın dibine azıcık bira koy, bakalım ölçüyor mu? Ölçüyor. Bardağı ağzına kadar doldur, ölçüyor mu? Ölçüyor. Musluğu aç, bardağı koyma, ölçüyor mu? Ölçüyor. Adamlar 20 küsur masadaki 4 ayrı musluktan geçen biranın her bir santimetre küpünü otomatik ölçüp hesaba ekliyor. İşte Alman mühendisliği, işte Alman hesabı!

Sistemin tek kötü yanı, birayı içmek için garson gözlemeye, sipariş beklemeye gerek olmadığından ipin ucunun azıcık kaçabilmesi. İşte adres: Rochstrasse 14.



Al Contadino Sotto Le Stelle: Gitmezseniz küserim, küsmekle kalmam, daha da yüzünüze bakmam kategorisi. İtalyan makarna ve pizza ve şaraplarına zaafımdan dolayı abarttığımı düşünüyorsanız teessüf ederim.

Aslında niyetimiz buraya yakın bir şarap barına gitmekken yer bulamadığımızdan ötürü tesadüfen bulduk bu restoranı, böyle bir ara sokakta. Oh iyi ki de yer bulamamışız. Yoksa o enfes trüflü makarnayı o nefis chianti şarabını kaçıracaktım. Gerçi Muret la Barba da aklımda kalmadı değil.

Uyarayım, pahallı bir restoran. Çok uzun zamandır, bir akşam yemeğine o kadar ödeme yapmamıştık. Ama değdi mi? Evet. Bir daha olsa yine giderim; bilerek, isteyerek, severek. Adresi de şuraya yazayım: Auguststrasse 36.

Ay bir de sonradan, buranın Brad Pitt ve Angelina Jolie'nin Berlin'deki favori restoranlarından olduğunu öğrenmeyeyim mi. Doğru mu yanlış mı bilemem, internetin yalancısıyım. Ama bana sorsan Angelina'dan bir eksiğim yok yani.

Monsieur Vuong: Berlin'de Asya restoranları, özellikle Vietnam mutfağı pek popülermiş. Neden bilmiyorum. Ama kusur kalamazdım elbette.

Rezervasyon almayan bu restorana gittiğimizde içerisi tıklım tıklımdı. Galiba kimse kusur kalmak istememiş. Hem kalabalık, hem de içerideki ağır baharat kokusundan çıkmaya niyetlenmiştik ki, barda bize iki kişilik yer gösterilince, madem buraya kadar geldik, denemeden dönmeyelim dedik.

Menüden siparişlerimizi seçtik, siparişlerimizi verdikten sonra duvardaki kara tahtada bir de günün menüsünün olduğunu gördük. Tabii ki Almanca. Zaten kalabalık, sipariş de vermişiz, tıkır tıkır işleyen Alman sistemine çomak sokmayalım dedik. Ama siz giderseniz, kafanızı menüye gömmeden önce sağa sola iyice bakın. Sadece burada değil, gittiğiniz her yerde yapın bunu.

Yemek fena değildi ama asıl içkilerimiz pek güzeldi. Beyim adı ejderhalı falan bir şey sipariş etti, acılı bir kokteyl. Benimkinin adını hatırlamıyorum, ama o da böyle tatlılı ekşili bir şeydi. Çok beğendim. Lıkır lıkır içtim. İçindeki alkolün hiç de az olmadığını, tek nefeste pipetten ne kadar hüpletebilirim deneyini yaptıktan sonra fark ettim ama olsun. Adresi de vereyim tam olsun: Alte Schönhauser Strasse 46.


Dolores: Rosa-Luxemburg Strasse 7 numaradaki Meksika dürümcüsü. Çeşit çeşit burritorlar, tacolar, quesadillalarla hızlı, uygun fiyatlı bir fast food restoranı. Fast food falan diyince kötü olduğunu düşünmeyin. Güzel bir öğle yemeğini hesaplı bir şekilde yiyebilirsiniz.

Bir de ev yapımı limonatası güzelmiş ama biz denemedik. Aklınızda bulunsun.

Barce Lona: Adından da anlaşılacağı gibi bir tapas restoranı. Checkpoint Charlie'ye çok yakın. Adres Friedrichstrasse 211.

İnternette iyi yorumlar olsa da ben o kadar iyi bulmadım. Kötü de değil. Ortalama işte. O civarda ve açsanız, bir kaç çeşit tapas, ve bira ile bir öğün yapabilirsiniz. Ama servis çok yavaş, ya da bize öylesi denk geldi.

Alt Berliner Wirtshaus: Berline'e gittik, Vietnam'ından İtalyan'ına o kadar değişik restoran denedik, bir Alman restoranına gitmeseydik ayıp olurdu. Bunun için tam anlamıyla geleneksel bir restoran seçmişiz. O kadar geleneksel ki garson ablalar ingilizce bilmiyordu. Biz de Almanca bilmediğimiz için sipariş konusunda birazcık zorlandık ama sonunda anlaştık.

Dekorasyonu sevimli ve orijinal. Yemekler de güzeldi ama bir İtalyan değil tabi. Yani ben Alman mutfağının hayranı olmasam da beğendim. Berlin'de klasik bir Alman restoranına gidelim derseniz işte adres: Wilhelmstrasse 77.

27 Mart 2017 Pazartesi

Berlin'de Yeme İçme I

Berlin hakkında atıp tutmalaraulaşım ve konaklamagezip tozmadan sonra yeme içmeyle devam.

Ben tatile tatil demem içinde yeme içme yoksa. Yeme içme kapasitesi konusunda oldukça iddialı olsam da, 3 ana öğüne ek olarak bir sürü ara öğün yapsam da, yemelere içmelere yetişemiyorum. Her tatil gidişinde elimdeki uzuuuuun kafe / restoran listesini boynu bükük bırakıyorum. Çok üzülüyorum. Allah başka dert vermesin.

Cafe Anna Blume: Kahvaltı için gittik, resmen pavyonlardaki yanar döner tabaklara benzer bir şey geldi. İşte şöyle:

Görüntü çok havalı olsa da lezzet için aynısını söylemek güç. Belki bizim seçimimiz yanlıştı bilemiyorum ama yediklerimiz ödediğimiz hesabı hak etmiyordu kanımca. Bu gördüğünüz menüde Cafe Anne Blume kahvaltısı diye geçen, iki kişilik tabak. Eğer giderseniz bunu ısmarlamayın.

Hatta gitmeseniz de olur. O yüzden adresi yazmayacağım. Ben böyle diyorum ama kapısında kuyruk olan, çok rağbet gören bir yer. İlla gidecem derseniz internette adresi bulursunuz artık.

Factory Girl: Yürümekten yorulduğumuz bir akşam üzeri önünden geçerken görüp, "birer kahve içelim bari, hem de bir soluklanırız" diye girdiğimiz bu kafe aslında kahvaltısıyla meşhurmuş. Bilemedik. Ama içtiğimiz kahveden ve yediğimiz elmalı tarttan gayet memnun kaldık.

Artık siz gidip de kahvaltıyı denerseniz yorumlarınız yazarsanız, ben o konuda atıp tutamayacağım. Foto da yok maalesef, çekmemişim. Ama adres var: Auguststrasse 29.

Westberlin: Checkpoint Charlie'nin yakınında yer alan bu kafede de kahve molalarımızdan birini verip bir dilim de mozaik pasta götürdük. Mozaik konusunda özel ilgim olmasa kahvenin yanında ne yiyeceğim diye deriiiin düşüncelere dalabilirdim, zira seçenek çok. Ayrıca öğle yemeği için çeşitli salata gibi seçenekler de varmış. Denemedik ama menüde gördük.

Foto yine yok ama şu adresi not edin: Friedrichstrasse 215. Bu kadar turistik bir bölgede gidilebilecek iyi bir seçeneği kaçırmak istemezsiniz. Self servis olduğunu da söyleyeyim.

Father Carpenter: İşte tam bir gitmezseniz küserim kategorisi. Önce adresi vereyim: Münzstrasse 21. Bu adrese geldiğinizde bir avluya uzanan kapı göreceksiniz, içeri doğru yürüyün. Çeşitli ofislerin çevrelediği avlunun sol tarafında paket servis dükkanı, sağ tarafında ise oturmalı kafe bulunuyor.

Kahvaltı için gittik, ben avokadolu tost yedim, beyim de ekmek üstü yumurta. Pek memnun kaldık. Üstüne bir de kahvelerimizi içtik, ondan da memnun kaldık.

Çalışanlardan da memnun kaldık, içtiğimiz suyu bile beğendik diye abartıcam nerdeyse. Demiş miydim, gitmezseniz küserim.



Zeit für Brot: İşte bir tane daha gitmezseniz küserim kategorisi. Mis gibi ekmek kokan bir fırın. Fırın diyorum ama içeride oturacak masaları da var. Camekanla ayrılmış mutfağı da oturduğunuz yerden izleyebiliyorsunuz.

Çeşit çeşit sandviçler, hamur işleri, mis kokular. Bir daha söylüyorum, bir kahvaltıya gitmezseniz küserim. Özellikle ünlü tarçınlı roll'u denemezseniz çok üzülürsünüz. Çalışanlar da çok sempatik. Uzun bir sıra olmasına rağmen tezgahta gösterdiğim tüm ürünlerin içinde ne olduğunu sıkılmadan, güler yüzle tek tek saydılar.

Adres: Alte Schönhauser Strasse 4.


Godshot: Yine yürümekten ve gördüklerimizden yorulmuş bir şekilde bir mola vermek için girdiğimiz bu kafe meğerse Berlin'in en iyi kahvecileri arasındaymış. Zaten god shot da mükemmel espresso shot'ı anlamına gelirmiş. Her gün öğrenecek ne çok şey var!

Immanuelkirchstrasse 32 numarada yer alan Godshot'ta kahvemizi beğendik, brownie'mize bayıldık. Kahveleri çok özenli hazırlıyorlar. Kasada, vatan özlemi çekenler için bi Biskrem var:



Barcomi's Deli: Yine bir gitmezseniz küserim kategorisi. Önce adres: Sophienstrasse 21.

Kahvaltı için gittiğimizde o kadar acıkmışız ki, verdiğimiz siparişlere bakan garson bunların hepsi fazla gelmeyecek mi demek zorunda hissetti kendini. "Hanıııım hanııım ne demeye rencide ediyorsun insanı" diyemedim. Aç karnına o kadar ingilizce lafı bir araya getiremedim, ben getirsem de garsonun o kadar İngilizcesi yoktu, bir de yemeğimi getirecek garsonla asla polemiğe girmemeyi öğrendim.

Sadece kahvaltı değil, öğle yemeği için de geniş bir menüsü var. Yine bir avlunun içine gizlenmiş bir cennet. Verdiğim adrese geldiğinizde, doğruca avludan içeri yürüyün, ilk avluyu geçip ikincisine geldiğinizde sol tarafta göreceksiniz.

Bu arada avluyu çevreleyen binalardaki deliklerin kurşun izleri olduğuna eminim. Beyim pek ikna olmasa da daha mantıklı bir açıklama bulamadığından itiraz edemedi. Benim kurşun delikleri teorim eşliğinde lezzetli ve de doyurucu bir kahvaltı yaptık.

Le Femme: Beyim sağ olsun, Berlin'de Fransız isimli bir Türk kahvaltıcısına gittik. Bana kalsa İstanbul'dan geleli iki gün olmuşken koşa koşa simit, çay, peynir falan diye buraya gelmezdim ama işte karşılıklı saygı, isteklerine önem vermek, gönül yapmak, falan filan bilindik şeyler.

Kötü değildi ama gitmesek de olurdu. Olur da Berlin'e gitmişken vatan hasreti çeker, ille de Türk işi kahvaltı yapıcam derseniz seçeneğiniz bol muhakkak, bunu da bir kenara not edin, ben de sevap işlemiş olurum. Adres: Rezidenzstrasse 128.

19 Mart 2017 Pazar

Berlin Gezi Programı III

Berlin, Nazi yönetimi ve soykırım temalı müzeler ile Sachsenhausen Toplama Kampı gibi manevi olarak insanı yoran yerlerden ibaret değil elbet. Görecek başka şeyler de var. Daha keyifli ziyaretler. Biraz da bunlara bakalım.

Parlamento Binası (Reichstag): TBMM'nin Alman versiyonu. Bildiğin meclis binası ama bildiğin gibi değil. Bir kubbesi var, "bebeğim mühendislik dediğin budur" demek için inşa edilmiş.

Berlin'i tepeden 360 derece açıyla izleyebildiğiniz kubbeye çıkmak için önceden kayıt yapmanızı öneririm. Kapıda sıra bekleyip, uygunluk durumuna göre de ziyaret mümkün olabiliyormuş ama şuradan çok kolaylıkla randevu alabiliyorken boşuna risk almayın derim.

Türkçe dil seçeneği de olan audio guide ile kubbeye tırmanırken ve de inerken, meclis binasının yanı sıra Berlin'in simge binaları hakkında da bilgi alabilirsiniz.

Kubbe turunuzu tamamladıktan sonra, aşağıdaki resim galerisi ile de meclis binası ve Almanya yakın tarihine bir bakış atabilirsiniz.

resimdeki saklı beni bulabilecek misiniz bakalım
Brandenburg Kapısı: Meclis binasına giderken ya da dönerken büyük ihtimalle altından ya da yanından geçeceğiniz Berlin'in sembollerinden biri. Berlin'in ayakta kalan tek kapısı olma özelliğinin yanı sıra üzerinde bulunan dört atlı araba heykeli zamanında Napolyon ile Prusya arasında git gele de maruz kalmış. Vikipedi'den okursunuz zaten de bu Napolyon'un bulduğu tüm heykelleri Fransa'ya götürme sevdasına da dikkat çekmeden geçemeyeceğim.

Fırsatınız olursa bu kapıyı akşam hava karardıktan sonra görün. Işıklandırması sayesinde çok güzel fotoğraflar veriyor. Yine de benim gibi daha değişik fotoların peşinde olabilirsiniz:


East Side Gallery: Çeşitli ressamların eserlerinin yer aldığı, Berlin Duvarı'nın ayakta kalan 1,3 km'lik parçası boyunca yürüyerek resimleri görebilirsiniz. Resimlerin büyük kısmının üstü çeşitli sloganlar, ilan-ı aşk metinleri, imzalar, yazılarla "zenginleştirilmiş". İnsanlar bir şeye sadece bakarak keyif alamıyorlar sanırım.

Vakti zamanında Berlin'i ortasından bölen bir karış genişliğindeki bu "Utanç Duvarı"


bugün bir özgürlük anıtı oluvermiş


Havanın yağışlı olmadığı bir günde güzel bir yürüyüşle resimleri görebilirsiniz. Temizlenip restore edilmiş resimleri tel örgü barikatlarının ardından izlerken henüz temizlenmemişlerin dibine kadar girip her türlü foto çekimi gerçekleştirebilirsiniz. Tabii diğer ziyaretçilerden fırsat buldukça.

Checkpoint Charlie ve Mauermuseum: Berlin'deki üç doğu-batı geçiş noktasından biri olan Çarli Kontrol Noktası sadece diplomatlar, yabancılar ve üst düzey devlet görevlileri tarafından kullanılabiliyormuş. Bizim neyimiz eksik diyerek gittik gördük, bir adım attık doğuya geçtik, bir adım attık batıya geçtik. Sizin de eksiğiniz yoksa siz de gidin, geçi geçiverin. Hatta fazla paranız varsa pasaportunuza damga vurdurup, temsili askerlerle resim bile çektirebilirsiniz.

Kontrol noktasının yakınında yer alan Duvar Müzesi Mauermuseum'da Berlin Duvarı'yla ilgili her şey sergileniyor. Ama ben size aşağıdaki tabeladan başka bir fotoğraf sunamayacağım:


Neden? Bu müzenin giriş ücretinin Berlin'de gezdiğimiz tüm müzeler içinde en pahallısı olması yetmiyormuş gibi fotoğraf çekimi ayrı ücrete tabiydi. Tabii ki de cimriliğimiz tuttu, protesto ettik ve fotoğraf çekim bileti almadık. Elin Almanya'larında da gizli gizli fotoğraf çekmeye cesaret edemedik. O yüzden foto yok.

Müzenin içinde en ilginç bulduğum bölüm Doğu Berlin'den Batı Berlin'e kaçma teşebbüsleriydi. Bavulların içinde, arabaların bagajlarında, pazar arabalarında saklanarak kaçma girişimlerinin yanı sıra tünel kazarak kaçanlar da olmuş.

Ama benim en ilginç bulduğum balon yaparak kaçan aile oldu. Balonu yapan kişi, mühendis ya da fizikçi falan değilmiş, iş yerinden çaldığı muşamba parçalarını eşine diktirerek, evde kendi çabalarıyla aerodinamik öğrenip balon yapan biriymiş.

Teknik Müze: Mühendis beyimin özel talebiyle programa aldığımız bu müze bana hiç hitap etmedi. Ayrıca da tüm seyahatimiz boyunca denk geldiğimiz en kaba Almanlar bu müzenin bilet gişesindeki görevlilerdi.

Teknik müzede öğrendiğim en önemli şey: Almanlar tren yapmış. Almanlar çok tren yapmış. Almanlar yıllar boyu tren yapmış. Almanlar tren yapmaya tarih öncesinde başlamış olabilir.

Valla bana sorsalar Almanlar araba yapar derdim, teknik müzede araba görmeyi beklerdim. Trenler sürpriz oldu.

Bir de bavullar vardı. Teknik müzede bavul imalatı neden yer almış hiç anlamadım. Eğer James Bond'un alengirli oyuncaklarından biri değilse, bir bavulu teknik bir müzenin içinde hayal edemiyorum.

Mühendislik konularına özel ilginiz yoksa bu müzeye gitmenize gerek de yok. Hele de Berlin'de yapılacak o kadar farklı şey varken. Mühendislik şeylerine ilginiz varsa bile gidip gitmemeyi bir düşünün. Beyim bile o kadar beğenmedi.

DDR Müzesi: Alman Demokratik Cumhuriyeti'ndeki günlük yaşamın en ince detaylarına kadar gösterildiği bu müze gezmekten en keyif aldığım bölüm oldu. Sadece günlük yaşam değil dönemin politik havası, eğitim sistemi, sanayisi, bilimi, sanatı aklınıza gelen her şey yer alıyor.

Sunulan her şeyin interaktif olması sayesinde zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz bile. Dilerseniz bir Trabi'yi sürebilir, ADC'de üretilen bilgisayar oyunlarını oynayabilir ya da kulaklıkları takarak müzik eşliğinde Lipsi dansını yapabilirsiniz.

ADC'de yaşayan bir ailenin dönemin aslına uygun dekore edilmiş evine gitmek için binilen asansör simülasyonunda heyecanlı anlar bile var.

En eğlenceli bulduğum kısım ise dönemin kıyafetlerini üstünüzde görebileceğiniz uygulama oldu: evet bizimlasın!


14 Mart 2017 Salı

Berlin Gezi Programı II

2. Dünya Savaşı ve soykırım temalı programımız Berlin yakınlarındaki Sachsenhausen Toplama Kampı ile devam ediyor.

Berlin'de ulaşım bölümünde bahsettiğim gibi ABC zone kapsayan ulaşım biletiniz varsa Berlin merkezden Sachsenhausen Kampı'na ulaşmak çok kolay. RE 5 ya da RB 12 trenleri ile Oranienburg'a gidip, istasyondan 15-20 dakikalık yürüyüş ile kampa varabilirsiniz. Zaten Google haritaları kullanıyorsanız bir de yurt dışı internet paketiniz varsa, hele de toplu ulaşım cenneti Avrupa'daysanız bir yerden bir yere gitmekten kolayı yok.

Yapacağınız aktarma ve tren saatlerine göre Berlin merkezden kampa ulaşmanız yürüyüş süresi de dahil 1 saatle 2 saat arasında değişecektir.

1936 ve 1945 yılları arasında toplama kampı olarak hizmet veren Sachsenhausen'in bir özelliği de Himmler'in Alman Polisinin başına geldikten sonra inşa edilen ilk kamp olması. Bir başka özelliği de kampın mimari açıdan daha sonra inşa edilecek kamplara örnek olacak şekilde dizayn edilmiş olması.

İnşa edildiği yıllarda mahkumlar için yaklaşık 50 barakanın yer aldığı kampta bugün barakalardan örnek olması için restore edilmiş bir iki tane dışında ayakta olan yok. Aşağıdaki fotoda gördüğünüz gibi, barakaların yerleri zeminde işaretlenmiş.



Fotoğrafta kadraja sadece bir kısmı sığabilen kamp, oldukça büyük bir alanda kurulmuş. İnşa edildiği 1936 yılından, savaşın bittiği 1945 yılına kadar 200.000'den fazla kişinin hapsedildiği kampta, ilk yıllarda Nazi rejiminin siyasi muhalifleri mahkum edilmişken ilerleyen yıllarda bu mahkumlara ırkı, cinsel tercihi ya da engelli olması nedeniyle artan sayıda mahkum eklenmiş.

1939 yılından sonra ise, işgal edilen ülkelerden gelen mahkumlar da bu kampta hapsedilmiş.

Ayrıca yaklaşık 12.000 Sovyet savaş esiri de, bu kampa nakledilerek burada infaz edilmiş. Kamp içerisinde, bu infazlar için esirlerin sağlık kontrolü bahanesiyle bir odanın duvarına dizilip, duvarın arkasındaki askerler tarafından ateşlenen silahlarla infaz edildiği bir düzenek geliştirilmiş. Bu infazlar sırasında ise silah seslerinin duyularak herhangi bir karışıklık çıkmasını önlemek için yüksek sesle marş ve müzik yayını yapılırmış.

Alman ordusu için üretilen ayakkabılar bu kamptaki mahkumlar tarafından test edilirmiş. Kum, beton, toprak gibi değişik bölümlerden oluşan bir parkurda mahkumlar, sırtlarında ağırlık ile günde 30-40 km koşturulurmuş. Naziler için bu kadar işkence yeterli olmasa gerek ki, bu testler esnasında mahkumlara özellikle küçük ayakkabı giydirilirmiş. Bir de kamp yönetimi bu testler nedeniyle ayakkabı üreten firmalardan mahkumların yıpranma payı adı altında ödeme alırmış.

Ayrıca Nazilerin, sahte dolar ve pound basarak İngiliz ve Amerikan ekonomilerini çökertme planları da bu kampta hayata geçirilmiş. Kalpazanlık konusunda yetenekli mahkumları bu kampta gizlice, sahte dolar ve pound üretmek için çalıştırmışlar. Bu konu hakkında daha fazla bilgi edinmek isterseniz 2007 yapımı Kalpazanlar (The Counterfeiters) isimli filmi izleyebilirsiniz.

Savaşın kaybedildiğinin anlaşıldığı 1945 yılında, faaliyetlerinin ortaya çıkmasından korkan Nazi'ler tarafından boşlatılan kampta yürüyemeyecek kadar hasta yaklaşık 3.000 mahkum arkada bırakılarak kamp boşaltılmış ve binlerce mahkum bu ölüm yürüyüşünde hayatını kaybetmiş ya da Naziler tarafından öldürülmüş.

Savaşın sona erdiği 1945 yılından sonra ise kamp bu sefer Sovyetler tarafından Sovyet Özel Kampı olarak kullanılmış.

Krematoryum ve infaz birimleri dışında kamp, Nazi yönetimindeki fonksiyonlarını sürdürmüş. Bu seferki mahkumlar ise Nazi geçmişi olsun olmasın, Sovyet rejiminin muhalifleri olmuş. Kampın tamamen kapatıldığı 1950 yılında kampta 60.000 mahkum varmış.

1961 yılından itibaren ise, anti-Faşizmin Faşizim'i yenmesi anısına ulusal bir anıta dönüştürülmüş. Aşağıdaki fotoda, iki ağacın arasında uzaktan görülen anıt, Sachsenhausen Toplama Kampı'nda katledilen 18 farklı milletten kurbanların anısına inşa edilmiş.


"Hayat" ve "toplama kampı" kelimeleri aynı cümlede yan yana anlamsız olsa da, mahkumların günlük hayatlarına ilişkin detaylar, yaşam koşulları, kampta uygulanan cezalandırma yöntemleri, infaz bölümleri geniş kamp alanında dağınık olarak sergileniyor. Bu nedenle Sachsenhasen'i ziyaret etmek isterseniz havanın yağışlı olmadığı bir günü seçin.

8 Mart 2017 Çarşamba

Berlin Gezi Programı I

Berlin'e geldik, otelimizi seçtik, ulaşım seçeneklerimizi öğrendik. Hepsi burada.

Gittiğim her yerde mümkün oldukça yürüyerek gezmeyi tercih etsem de Berlin'in büyüklüğü nedeniyle her yere yürüyerek ulaşılamayacağı için ulaşım konusunu değerlendirmenizi öneririm.

Berlin denince bizi aklımıza 2. Dünya Savaşı ve de duvar geldiği için bu seyahati bu temalar etrafında planladık. Ama elbette Berlin bunlardan ibaret değil. Mesela sırf gece hayatı için ayrı bir seyahat planlamak gerekir. Artık kısmet.

Neyse bizim programa dönelim. Birinci kısım 2. Dünya Savaşı ve soykırımla ilgili. Bu kısım pek keyifli değil ama benim kesinlikle görmek istediğim bir kısımdı.

Terör Müzesi (Topography of Terror): Bir zamanlar Gestapo merkez ofisi olarak kullanılmış binada, 1920'lerden 2. Dünya Savaşı'nın bitimine kadar Almanya tarihi çarpıcı resimler ve hikayelerle sergileniyor.

Nasyonel Soyalistler'in iktidara gelişi, giderek güç kazanması, muhalifleri sindirip ortadan kaldırması, Hitler'in tek adamlığa giden yolculuğu, kitleleri nasıl sürüklediği, "Yeni Almanya" söylemleri, savaş boyunca icraatleri detaylı bir şekilde yer alıyor. Nazi Alman tarihini bu kadar detaylı öğrenmek konusunda tek bir şey söylemek istiyorum: cehalet mutluluktur ve inşallah tarih tekerrür değildir.

Holokost Anıtı: Katledilen Avrupalı Yahudiler anısına 19.000 metrekarelik bir alana yayılmış 2.711 adet beton bloktan oluşan anıt, ne olduğunu bilmeseniz bile rahatsız edici.


Bu alanın alt katında yer alan ziyaretçi merkezinde ise 2. Dünya Savaşını ve soykırımı yaşamış Yahudi'lerin günlükler, mektuplar, fotoğraflar, röportajlar gibi kişisel belge ve tanıklıklarına dayanan bir sergi yer alıyor.

Bütün bunları okumak, görmek, dinlemek kolay değil. Olduğuna inanmak ise mümkün değil. Ama inanmamak, inanmak istememek olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Ziyaretçi merkezinde audioguide'da mevcut ama Türkçe seçeneği yok. İngilizce elbette var. Öte yandan sunumların hepsinde okuyabileceğiniz çok detaylı bilgiler yer aldığından audioguide'a hiç ihtiyaç da duymayabilirsiniz.

Yahudi Müzesi: Alman Yahudilerinin 2000 yıllık tarihlerine adanmış bu müzede Yahudi tarihi, gelenek ve görenekleri, günlük yaşam, sanat gibi konularda çok detaylı bir içerik mevcut. Ancak en çarpıcı bölümü elbette soykırıma ayrılmış kısım.

Karanlık ve soğuk Holokost Kulesi ile çığlık atıyor görünümünde yüzlerden oluşan ama ancak üstlerine basıldığında dayanılamayacak bir ses çıkartan metal plakalar. Her ikisinin de hissettirdiği rahatsızlık, korku, endişe gerçekte yaşanmış olanlarla karşılaştırılamayacak olsa bile kelimelerle ifade etmem mümkün değil.


Bu müzelerin tamamını hakkını vererek tüm resimleri inceleyip, bilgileri okuyup, hikayeleri dinleyerek gezmek için her birine en az 3 saat ayırmanızı öneririm. Kesinlikle keyifli bir deneyim olmayacak ama görülmesi gerek.

Bu nedenlerden dolayı bu müzeleri gezmek sizi çok yoracak. Hem fiziken hem zihnen. Ama değer.

6 Mart 2017 Pazartesi

Berlin'de Ulaşım ve Konaklama

Dün Berlin ve Almanya hakkında atıp tutmaya başlamıştım. Bugün de konaklama ve ulaşım hakkında aydınlatacağım sizleri.

Ama önce, dün havaalanı ile ilgili vermeyi unuttuğum bir bilgiyle başlayayım. Biz uçuşlarımızı Tegel Havaalanına yaptık. Oldukça büyük bir havaalanı. Lakin kimse bana duty free bölümünün bir bakkaldan hallice olduğunu söylememişti.

Normalde havaalanlarında pasaport kontrolünden geçtikten sonra çok çeşitli ürün gamının bulunduğu büyük bir alışveriş alanına çıkarsınız, bütün kapılara da buradan ulaşılır. Yani benim bugüne kadar gördüklerim öyleydi. Tegel' de durum farklı. Şöyle ki, bir kaç kapıyı birleştirerek gruplamışlar, uçağınız hangi kapıdansa ona ait pasaport kontrolünden geçip, o kapıların duty free'sinden alışveriş yapabiliyorsunuz.

Aman da duty free'lerde paralarımı saçayım insanı değilimdir, ancak bu sefer yoğun gezi programımıza kendimizi kaptırıp bir magnet dahi alamadığımız için havaalanından alırız niyetiyle gidip de bakkaldan hallice duty free'yle karşılaşınca "leeeeeyyynnn neden kimse söylemediiii" diye söylenip durdum.

İşte ben size söylemiş olayım, Tegel Havaalanına yolunuz düşerse, aman pasaporttan geçeyim de içeride bir şeyler yer içerim, duty free'de gezerim derseniz bilmiş olun. Ne yapacaksanız pasaporttan önce yapın.

Neyse, bu kadar havaalanı muhabbeti yeter. Şehre ulaşıma gelelim. Uçaktan indikten sonra otobüs tabelalarını takip edip durakları bulun. Buradan şehre 3-4 farklı otobüs var. Bizim otelimiz Alexanderplatz' da olduğu için biz buradan geçen TXL hattına bindik. Yolculuk yaklaşık yarım saat sürüyor. Dün de söylediğim gibi otobüste bavulları koyacak özel bölme yok. Bunun dışında oldukça konforlu bir yolculukla şehir merkezine varabilirsiniz.

Bilet fiyatı 2,80. Bileti şoförden alabilirsiniz. Eğer havaalanında bulunan Tourist Information ofisinden Berlin Welcome Card alırsanız bu otobüslerde de geçerli.

Berlin Welcome Card, tüm toplu ulaşım araçlarında (tramvay, metro, otobüs) ücretsiz seyahat etmenizi sağlamasına ek olarak bir çok önemli müzede, çeşitli turlarda, restoranlarda vs. belli oranlarda indirim sağlıyor. 2 - 6 günlük seçenekleri var, ayrıca müzeler adasındaki müzelere giriş biletleriyle kombine edilmiş seçenekleri de mevcut. Kartın geçerli olduğu gün sayısına ek olarak bölgeye göre de fiyatlar değişiyor.

Eğer Tegel Havaalanı' ndan şehre gidiş ve şehir içi ulaşımda kullanmayı planlıyorsanız AB zone seçeneği sizin için yeterli olacaktır. Lakin Schönfeld Havaalanı ya da Potsdam ya da Sachsenhausen Toplama Kampı'nı ziyaret etmeyi düşünüyorsanız ABC zone seçeneğine ihtiyacınız olacaktır.

Değişik seçeneklerin fiyatlarını buradan inceleyip kendinize uygun olanı seçebilirisiniz. Hangi müze/turlarda ne oranda indirim sağladığını sitedeki Partners bölümünden görebilirsiniz.

Otele gelecek olursak, yukarıda da dediğim gibi biz Alexanderplatz'a yakın Alexander Plaza Otel'de konaklamayı tercih ettik. Hem temiz hem de konforlu otelin konumu da çok merkeziydi. Havaalanına ulaşım sağlayan otobüslerin geçtiği durağa 300 m, tren durağına 200 m, tramvay durağına 650 m mesafedeydi.

Bu açıdan konaklamak için çok uygun bir bölge. Ayrıca otelimize yakın Münzstrabe, Sophienstrabe gibi caddelerde çok güzel restoran / kafeler de vardı.

Bence otelin tek dezavantajı civarda su, çikolata, cips gibi atıştırmalıkların alınabileceği bakkal olmaması. Evet bu bakkal olayına fena taktım. Bir market vardı yakında gerçi ama gece daha geç saate kadar açık olan bakkal şart.

Bir de biz Prenzlauer Berg'ü yeme içme açısından daha zengin bulduk. Tabi Berlin Welcome Card'ımız olduğu için atladık tramvaya gittik, sorun olmadı ama otel seçerken bu bilgiyi de aklınızın bir köşesinde tutmak isteyebilirsiniz.


5 Mart 2017 Pazar

Almanya Acı Vatan

Geçtiğimiz hafta beyimlen bir Berlin seyahatindeydik.

Yaklaşık 10 sene önce aktarmalı uçuşumu kaçırdığım için Frankfurt havaalanında 12 saat kadar mahsur kalmamın dışında Almanya'ya ilk gidişimdi bu. Artık Almanya hakkında da rahatlıkla atıp tutabilirim.

Bir kere medeni mi medeni, Avrupa'ya her gidişimizde olduğu gibi yine "abi insan hayatı değerli burada" muhabbetinin dibine vurduk. Alt tarafı 3 saatlik uçuş yaptık ama sanki zamanda 300 yıl ileri gitmişiz gibi olduk. Trafik terörü yok, toplu ulaşım kolay ve rahat. Elbette bunlar turist olarak gözlemlerim.

Dönüş günümüzde havaalanına giderken konuştuğumuz Türk hanım, durumdan bizim kadar memnun değildi. İşsizlik maaşının Hollanda'da 800 euro, Fransa'da 600 euro iken Almanya'da 400 euro olmasından çok şikayetçiydi.

Almanya medeniydi, toplu ulaşım da rahattı ama kadı kızı olarak her bir şeyde kusur bulabilirim ve de buldum. Havaalanı, şehir merkezi arasında çalışan otobüslerdeki organizasyonu beğenmedim. Otobüslerin içinde bavul koymak için bölüm ayırmamışlardı. Tamam biz Türkler 30 kişilik otobüse 60 kişi artı bavullarla sığmanın kitabını yazarız icabında ama söz konusu Almanya olunca insanın beklentileri de yüksek oluyor tabi.

Beklentilerden söz açılmışken düzen, disiplin, intizam konusunda da hayal kırıklığına uğradığımı söylemeden geçemeyeceğim. Şurada da bahsettiğim gibi bu konuda çok başka şeyler umuyordum. Programdan 1 dakika geç gelen trenler, sipariş alırken askeri düzene uymayan garsonlar, kırmızı ışıklarda geçen yayalar hayallerimi yerle bir etti.

Ay bir de pahallı! Avrupa ülkeleri karşılaştırması için kullandığım su ve bira endeksine göre pahallı bir şehir. Market hariç 2,30 euro'nun altında küçük su bulamadım. En ucuz birayı da 5 euro'ya içtim. Gözünü sevdiğimin Prag'ında da su pahallıydı belki ama bira resmen sudan ucuzdu mesela.

Son olarak da o kadar Türk'ün olduğu ülkede ben nasıl bakkal bulamadım bilmiyorum ama bulamadım. Bakkalsız memleket mi olurmuş! Bakkal neyse de, ilk gittiğimiz gün meclis binası civarında yemek yiyecek yeri geçtim bir sandviç alacak büfe dahi bulamamak ne demek! Dedim ya Almanya acı vatan, boşa konuşmadım.

Maceralarımız önümüzdeki günlerde burada olacak!


23 Şubat 2017 Perşembe

Remzi Ünal

Sizi Remzi Ünal'la tanıştırmak isterim.

"Şu Hava Kuvvetleri'nden müstafi, THY'den kovulma, kendisine saygısı olan hiçbir frequent flyer' ın adını dahi duymadığı sekizinci sınıf charter şirketlerinde bile tutunamayan, şu sıralar sayenizde MS Flight Simulator'un Cessna'sına elini sürmekten aciz eski pilot, ex kaptan, nevzuhur özel dedektif Remzi Ünal"

Ben yeni tanıştım, çok da memnun oldum, lakin 1999 yılından beri aklım neredeymiş?!?!? İnsan gerçekten hayret ediyor!

Yine de halime şükür ki, sonunda tanıştım. Ya şu fani ömrümü kendisinden bihaber tamamlasaydım. Vallahi çok üzülür, kendime küserdim.

Remzi Ünal; eski reklamcı, yazar ve akademisyen Celil Oker'in nev-i şahsına münhasır, 7 romanına kahramanlık yapmış, sigarayı içmeyip yiyen, su yerine kahve tüketen, aklı fıldır fıldır dönen özel dedektifi.

Ben ise kardeşimin hediye ettiği Son Ceset ve Bir Şapka Bir Tabanca kitapları vesilesiyle tanıştım kendisiyle. Bir defa daha söylüyorum, çok memnun oldum.


Okuduğum iki kitapta da, çözülmesi gereken cinayetlerin yanı sıra, dedektifimizin içine çekilmek istendiği tuzaklar da "ay neler oluyor acaba" diye merak seviyesini yükseltiyor. Katillerin kimliği hikayelerin sonuna kadar gizemini korurken, motivasyonlarının tahmin edilemezliği de heyecana heyecan katıyor.

Hikayenin heyecanına, yazarın dilinin sürükleyiciliği de eklenince kitaplar su gibi kolay okunuyor. Diyaloglar gerçekçi, tasvirler akıcı.

Gönüllere taht kurmuş Başkomser Nevzat'ın yanında Özel Dedektif Remzi Ünal'a da yerini ayırdım. Tiz zamanda diğer beş hikayesini de okuyacağım. Bir solukta biteceğine eminim. Siz de okuyun.

Bu arada kardeşe de özel teşekkür. Bana öğrettiği bir çok şeye ek olarak Remzi Ünal'ı da tanıştırdığı için.

20 Şubat 2017 Pazartesi

Oldu işte gerçek oldu bim bam bom!


Ömür geçiyor, benim ölmeden önce yapılacaklar listem azalacağına gün geçtikçe çoğalıyor. Bu listenin büyümesi iyi mi kötü mü bilemedim. Hiç bir şey yapmaya fırsat bulamama ile her gün yeni şeyler merak edip denemek isteme arasında gidip gelme durumu.

Neyse, benim listeye dönelim. Uzuuuun listemde stadyum konseri vermek gibi fantastik şeylerden kuzey ışıklarını görmek gibi daha az fantastik şeylere kadar geniş bir yelpaze var. Artık Allah ömür verdiği kadar çabalayacağım.

Listedeki maddelerden biri de Dany Brillant'dı. 20 yıllık bir hayal.

Üniversitede seçmeli Fransızca dersi alıyordum. Hocamız da yeni mezun, gencecik, şeker mi şeker bir hanım. Beni Dany ile o tanıştırdı. Ben de tanıştığıma çok memnun oldum. Ondan sonra başladım arkadaşlarıma baskı yapmaya: "bir gün beni çok mutlu etmek isterseniz Dany konserine bilet alın; konser de yazın, açık havada, çimenlerin üstünde olsun, ben de elimde içeceğimle hem dans edeyim hem konser dinleyeyim"

Kimse dinledi mi? Tabii ki de hayır!

Amaaaa beyim yine yaptı yapacağını. Dany'nin geçtiğimiz hafta sonundaki konserine bilet almasın mı? Alsın!


Tamam konser açık havada ve yazın değildi, belki sahnenin dibinde de değildik, ama bu benim yaklaşık iki saat boyunca Dany şarkıları eşliğinde kendimden geçmeme engel oldu mu? Tabii ki de hayır.

sahnenin dibinde olmasak da olaya tamamen hakimdik
Dünya gözüyle Dany'i sahnede gördüm, dilim döndüğünce şarkılarına eşlik ettim, hayaller kurdum. Daha ne olsun. Bayıldım. Bundan sonra bana kısaca Mesude diyebilirsiniz.

Şarkılarını zaten çok severdim, sahnesine bayıldım Dany'nin. Enerjisi çok yüksek, sahneye çok yakışıyor. Dans da ediyor, seyircinin arasına da karışıyor. Arada eğlenceli hikayeler de anlatıyor. Ve canlı şarkı söyleme performansı albüm kaydı kadar iyi. Dedim ya bayıldım diye, boşuna değil.

Listeden bir maddeyi daha sildiğime göre, sıra kalan 982 maddede.

5 Şubat 2017 Pazar

Aranıyor: Parfüm

Koku olayını çok önemsiyorum. Çok kişisel bir şey. Zırt pırt parfüm değiştirmem, değiştiren insanları da anlamam. Birisine hediye bakarken, asla parfüm düşünmem. Çünkü bence bir insanın kokusu onun imzasıdır.

Yani benim kokum imzamdı. Tam 11 senedir aynı parfümü kullanıyordum. Hem de çok severek. Bir kaç sene önce parfümüm bitip de yenileme zamanı gelince, her bir yeri arayıp tarayıp bulamamıştım ama bir kaç hafta sonra tekrardan raflarda görünce geçici bir gümrük problemi oldu zaar dediydim.

Aaaah ah, demeyeydim keşke, stok yapaydım. Yine parfümüm bitti ve yine hiç bir yerde bulamıyorum. Yurt dışına gidenlere sipariş falan verdim ama oralarda da bulunamadı. Yurt dışında kozmetik satışı yapan sitelerde buldum, oralardan halletmeye çalışacağım, ya da bu ay sonunda bir yurt dışı seyahat planlıyorum, oralara bakacağım. Ama üretimden kalktıysa eğer yeminle zalımsın kader.

Şimdilik aklımca, benim parfümüm benzeri bir parfüm kullanmaya başladım. Ama nasıl yaptım da kendi parfümüm benzeri diye bu parfümü aldım kendime inanamıyorum. Alışveriş sırasında çok çeşit kokladığımdan içindeki alkol kafa yaptı herhalde. Başka açıklama bulamıyorum cidden.

Geçtiğimiz hafta sonu, beyimle evdeyiz, tatil planı için pc başında otel seçmeye çalışıyoruz. Aynı anda ekrana eğildik, ben hemen snıf snıf, ikimize de ait olmayan bir koku tespit ettim. Hemmen beyimi sorguya çekmeye başladım, yeni parfüm mü aldın, kolonya mı sürdün, ıslak mendil mi kullandın. Yok, yok. Ama ne zaman ekrana eğilsem, koku buram buram burnumda.

Çözemedim mevzuyu, ama kokunun kaynağının ben olmadığıma yüzde yüz de eminim.

Derken ertesi gün oldu, dışarı çıkacağız. Giyindim, parfüm sıktım. Ta ta ta taaaammm. Tanıdık bir koku: bir gün önce kaynağını bulamadığım meşum koku.

Bir insan kendine bu kadar mı yabancılaşır! Yuh!

Acilen kendi, öz parfümümü istiyorum! Jil Sander Sport for Women. Bir yerde gören olursa acilen bana haber versin!

2 Şubat 2017 Perşembe

Hovardanın Sonu

Ne demiştik: şu hayatta neyi bildiğin değil, kimi tanıdığın önemli.

İşte bu yüzden çeşitlilik açısından zengin bir arkadaş çevresine sahip olmak gibisi yok.

Ben isterim ki mesela her meslekten arkadaşım olsun. Derdim beleşçilik değil. Hani doktor arkadaşınla tek buluşmada hem sosyalleşme hem tedaviyi aradan çıkartmak cazip gelse de, ben daha çok merak ettiğim şeyleri tartışmak, sormak, öğrenmek amacıylan şaapıyorum.

Mesela, hiç avukat arkadaşım yok. Ama avukatlık mesleği konusunda merak ettiğim bir sürü şey var. Sırf bu merakımı gidermek için avukat tutamayacağıma göre kesinlikle avukat bir arkadaşa ihtiyacım var.

Arkadaş olmak istediğim bir başka meslek grubu ise trafik polisliği. Bizim eve gelen yolda pis bir kavşak gibi bir şey var ve buradaki geçiş üstünlüğü konusunda kafam karışık. Haksız yere millete atarlanmış olmamak için kavşakta beni sıkıştıran araçlara henüz sesimi çıkarmıyorum ama korkarım sonunda kafam bozulacak, ya herro ya merro diye kavşağa dalıp bir trafik polisi ile tanışmayı becereceğim. Bu maceranın sonunda kendisiyle arkadaş olur muyuz bilemem tabi ama en azından geçiş üstünlüğü konusu benim için açıklığa kavuşacak.

Trafik polisliği konusunda aydınlanmak istediğim bir de selektör konusu var. Bu konuda da kafam çok karışık. Galiba benim trafik polisi arkadaşı yerine profesyonel trafik polisi danışmanlığına ihtiyacım var yaaa!

Neyse, avukat ya da trafik polisi arkadaşım olmayabilir ama ben de bir saksı değilim. Benim de çeşit çeşit arkadaşım var. Ve sıkı durun: bir tanesi opera sanatçısı!

Türkiye'de kaç tane opera sanatçısı var bilmiyorum, ama bir tanesi benim arkadaşım. Hem de yurt dışında sahne alıp, başrollere çıkan bir sanatçı. Hahayyytt, siz beni ne sandınız! Allah bana sanat yeteneği vermemiş ama arkadaşlık kurma yeteneği vermiş işte.

Geçtiğimiz hafta sonu bu arkadaşımı sahnede izlemek üzere operaya gittim. İtiraf ediyorum, hayatımda gittiğim ikinci operaydı. İlk seferi üniversiteyi ilk kazandığım yıl, bu opera da nasıl bir şeymiş acaba diye meraktan gittiğim Madam Butterfly'dı.

20 yılda bir daha gitmediğime göre, itiraflar bitmedi elbet. İlk tecrübemin yarısından fazlasını, "Allahım lütfen midemden gelen gurultuları kimse duymasın" diye dua ederek geçirmiştim. Açlığın ne kadar etkisi var bilmiyorum ama üzülerek söylüyorum ki pek zevk almamıştım.

İkinci tecrübem ise Igor Stravinsky'nin üç perdelik Hovardanın Sonu oldu. Yine üzülerek söylüyorum ki, benim cephemde değişen pek bir şey yok. Hem de bu sefer açlık konusunda önlemimi de almış olmama rağmen. Tamam bu yazdıklarım övünülecek şeyler değil ama benim bu konudaki zevkim gelişmemiş işte.

Benim zevkimi bir yana bırakacak olursak ve sanat eleştirmeni olmadığım gerçeğini de aklımızda tutarsak diyebilirim ki eğer sanatın bu dalına ilgi duyuyorsanız ya da merak ediyorsanız Hovardanın Sonunu kesinlikle izleyin. Prodüksiyon gerçekten başarılı. Sanatçıların her biri her türlü övgüyü hak ediyor. Kostümler muhteşem. Verilen emek ne kadar takdir edilse az.


31 Ocak 2017 Salı

Napoli Romanları

En son ekim ortasında okuduğum kitabı yazmışım. O da Şili'nin hayır kampanyası olmasın mı? Bak sen şu işe. Gökkuşağı Günleri bize de nasip olur inşallah. Amin!

3,5 aydır kitap okumuyor değilim elbet ama okuma hızımın yavaşladığını inkar etmeyeceğim. Şu yaz saatinde kalmamız benim metabolizmayı fena etkiledi. Sabahları gözümü açamıyorum, iki sayfa okuyunca uykuya yenik düşüyorum.

Uykumla mücadele ede ede Elena Ferrante'nin dört kitaplık Napoli Romanları serisini bu kadar ayda ancak bitirebildim.


Şimdi ben konuya uykudan girince kitaplar hakkında olumsuz düşüncelere kapılmayın. Benim uyku olayım, son aylarda bir sürü şeyin bir araya gelmesiyle problem haline geldi. Yoksa Lenu ile Lila'nın 50'lerde başlayıp 60 yıl süren hikayesinin konuyla ilgisi yok.

Aksine okuması keyifli, çok akıcı ve samimi bir hikaye. Napoli'de, her türlü yoksulluk ve yoksunluğun içinde, erkek egemen bir kültürde; herkese ve her şeye meydan okuyarak var olmayı, başarılı olmayı, boyun eğmemeyi başaran iki kadının hikayesi.

60 yıl boyunca kah birbirlerine destek olarak, kah içten içe kıskanarak, kıskançlıklarından ateşlenerek hayata meydan okuyor Lenu ve Lila.

Hikayenin anlatıcısı Lenu. Ve Lenu o kadar iyi bir anlatıcı ki, Lila'yı o kadar güzel anlatıyor ki, bütün kitap boyunca okuduğum her satırda her şeyi bir de Lila'nın ağzından okumak istedim.

O Lila ki, sadece yaşadığı mahalleyi, hayatına dokunduğu insanları değil, kitabın okuyucularını bile kendine hayran bırakan bir yaratıcılığa, zekaya ve cesarete sahip.

Napoli'de fakir bir ailenin okutulmayan kızı olarak başladığı hayatını kendi istediği zaman istediği gibi şekillendirerek ayakkabı tasarımcısı, mahallenin hanımefendisi, ayakkabı dükkanı/sanat galerisi yöneticisi, fabrika işçisi derken en sonunda kendi şirketini kuracak kadar çeşitlendiriyor.

Sadece kendisinin değil, Lenu'nun da hiç farkında varmadan olduğu insan olmasını sağlıyor.

Tüm bunlara rağmen asla bir melek değil Lila, yeri geldiğinde kötü ve bencil yanlarını da görüyoruz. Ama Lila da başka türlü olamazdı zaten. Lenu'ya en büyük iyilikleri olduğu kadar en büyük kötülükleri de yapan Lila oluyor.

İşte bu yüzden hikayeyi bir de Lila'nın ağzından dinlemek istedim. Yaptığı kötülüklerin ne kadarını bile isteye, ne kadarını başka şansı olmadığı için yaptığını görmek için.

Her ne kadar kitaplar Lenu ve Lila'nın hikayesi diye başlasam da aslında bütün hikayeyi şekillendiren Lila. Ve ben Lila'ya hayran oldum. Kötülüğüne bile. Hayatta Lila ya da Lenu olma şansım olsaydı, sıkıcı Lenu yerine; kesinlikle seçimler yapan, hayallerinin ve isteklerinin peşinde koşan, bunun mükafatını da alan, bedelini de ödeyen Lila olurdum.

Siz de okuyun, seçiminizi yapın. İlla seçim yapmak zorunda da değilsiniz, sadece okuyabilirsiniz de.

22 Ocak 2017 Pazar

Sana kek yaptım

Karşı dairemize yeni evli bir çift taşındı. Allah mesut etsin, güle güle otursunlar.

Biz biraz hayırsız komşular olarak henüz güle güle oturun ziyaretimizi yapamadık ama ufak komşuluk alışverişlerimiz başladı.

Bir cumartesi günü kapı çaldı, açtım hanım kızımız elinde bir tabak, "kahvaltıya yapmıştım da size de getireyim dedim" dedi. Tabağı ellerim titreye titreye aldım. Çünkü yazılı olmayan komşuluk kurallarına göre bilirim ki o tabak boş gidemez. Ve ben bu mutfak yeteneğimle asla komşusuna ikramda bulunan bir yeni gelinle yarışamayacağımın farkındayım.

Bir an aklımdan, az bekle diyip tabağı boşaltmak geçmedi değil, hemen iade edeyim diye ama o kadar da değil, dedim, olmadı  hazır bir şeyler alır koyarım tabağa. Bütün bunlar saniyenin onda biri kadar sürede zihnimden geçti ve ben teşekkür ederek aldım o meşum tabağı: su böreği ve un helvası.

Anında götürdüm, beyime de biraz bıraktım. Çok da lezizdi. İlk zevk anı geçtikten sonra acı gerçekle yüzleştim, ben bu tabağı nasıl iade edecektim?

Bütün hafta sonu boş tabakla bakıştık durduk:



Sonunda planı yaptım: pazartesi akşamı kek yapacaktım, baktım olmuyor, salı günü hazır kurabiye felan alıp durumu kurtaracaktım.

Pazartesi akşamı işten gelip hemen bir şeyler atıştırdıktan sonra kolları sıvadım. Bir kere kabarmama riskini en aza indirmek için kağıtlı kek yapacaktım. Hatta işi garantiye almak için bazı kağıtları daha çok dolduracaktım ki kabarmasa bile zengin görünsün.

Benim kekleri yapmam, pişirmem ve soğuması saat 10'u buldu. Sonuç tam istediğim gibi olmasa da, ikram edilebilecekleri seçtim tabağa koydum.


Saat 12 de olsa ben o kekleri verecektim, kararlıydım. Elimde tabak, dayandım komşunun kapısına. Çalıyorum açmıyorlar, çalıyorum açmıyorlar. Yılmadım, kapı açılana kadar bekledim. Benim bütün hafta sonum kara kara düşünmekle geçtiyse, o kapı açılmadan bir yere gitmezdim zaten. Israrım karşısında mecbur kapıyı açmak zorunda kaldılar tabi sonunda, tutuşturdum eline tabağı "kek yapmıştım da, buyrun" diyerek.

Sanıyorum, aramızdaki ikram konusunu bu şekilde sonsuza kadar çözmüş oldum. Bir daha ikram geleceğini sanmıyorum.

19 Ocak 2017 Perşembe

2016 hesaplaşması ve 2017

2016 çok parlak fikirler için nasıl geçmiş e baktık. Peki ya ben? Ben nasıl bir yıl geçirmişim acaba?

Şöyle bir düşündüm de hayatımda, iyi ya da kötü, dönüm noktası diyebileceğim, büyük çaplı değişiklikler genelde çift yıllarda olmuş. Bugün olduğum insan olmamda büyük etkisi olan büyük dönüşümlerin tarihine bakıyorum: 1996, 2000, 2006, 2010, 2012.

Şimdi etkili bir giriş yapmak için tek yıllarda olmuş olan önemli bi şeyleri es geçiyor olabilirim, ama çok takılmayın. Çift yıllara odaklanıyoruz. Ha 1996'dan önce hiç mi bir şey yok diyorsanız, varsa da çok hatırlamıyorum demek.

2016 da bu genellemeden kusur kalmamış. Bu anlamda kişisel tarihime damgasını vuran bir yıl olmuş.

Nostramadus'a bağladım gibi oldu. Birazdan kehanetlere başlarsam şaşırmayın.

Kendim için yaptıklarımdaysa 2016'yı çok kurak geçirmişim. 2015 biterken yazdığım dileklerime baktım, seyahati becermişim, o 7 kiloyu da verdim ama 5'ini geri aldım o yüzden sayılmaz, kitap kulübü ise külliyen hikaye.

Bir sosyal sorumluluk projesinde aktif rol almak gibi bir dileğim vardı, o da fos çıktı.

Önceki senelerde azimle yaptığım spor desen tırt oldu, 3 gün konusunda ısrar ediyorum ama içi boş. Zumbayla atla zıpla, yogayla nefes al nefes ver. O kadar.

Blog konusunda da tembellik yapmışım.

Ay ben koca sene ne yapmışım ki? Bir bitki gibi sadece nefes alıp vermişim. O bitki ki oksijen üretiyor, bende o da yok!

Bak bu hesaplaşma ağır oldu, depresyona girdim girecem. Burada kesiyorum. Önümüzdeki günlere bakalım.

2017'den ise tabii ki daha çok seyahat, kesinlikle daha fazla eğlence istiyorum. Bunun dışında sakin bir yıl geçirmek istiyorum. Haberler sakin olsun, günlerim sakin olsun...

Hedefler koyup buralardan ilan etmenin de bir işe yaramadığını gördük, bu sefer de oluruna bırakayım bakalım.

Bir de erkekler dar kesimli, kısa paçalı, renkli pantolonlar giyip altına hem de çorapsız kösele ayakkabı giymesin istiyorum.

Son olarak da anayasa bu şekilde değişmesin istiyorum.

16 Ocak 2017 Pazartesi

Çok Parlak Fikirler 2016 Raporu

Her sene başındaki blog raporumu bu yıl es geçmeyecektim herhalde! Takip edenler bilir, 2016 blog açısından verimsiz geçti. Ben tembellik yaptım inkar etmiyorum ama koşullar da benim tembelliğime çanak tutmadı değil.

Lafı uzatmadan rakamlara geçeyim:

* Toplam 92 yazı yazmışım. Haftada 1,77 tane. Bunun böyle olacağını sene başında öngörmüştüm ben.

* Yine en çok tatil ve kitap kategorilerinde yazmışım. Evren yine kayırmış beni. Şükür! Bu böyle devam etsin inşallah. Amin!

* 2016'da yıllık sayfa görüntülenme sayım 17.331 olmuş. Her sene artış olması güzel bir şey. Ama daha çok artsa olmaz mı?

* Bir sevindirici haber ise yayına geçtiğim Temmuz 2013'ten bu yana en yüksek aylık görüntülenme sayısına ağustos 2016'da ulaşmam. Daha nice rekorlara inşallah. Amin!

* 2016 yıl sonu itibariyle yazdığım bir yazı ortalama 98 kişi tarafından okunmuş. Hiç burun kıvırmayın. Benim meşhur excel ölçü birimime göre 2 sayfaya ulaşmışım. Az mı çok mu yorum yapmadan önce, bir excel'e herhangi bir gün içinde yüzyüze ya da telefonda iletişimde bulunduğunuz kişileri listeleyin bakalım 2 sayfa dolacak mı? Ben denedim, dolmuyor.

* 2016'da yazdıklarım içinde en çok okunan yazım ise Elveda Güzel Vatanım hakkındaki olmuş. Ahmet Ümit'e bu kitabı yazıp benim blog'uma da katkı sağladığı için bir kez daha teşekkür! Boşuna sevmiyoruz kendisini. İnşallah buradan sesimi duyururum kendisine: Başkomser Nevzat'ı özledik!

* Hep benim performansımdan bahsettik de biraz da siz okuyuculara bakalım. Ben daha az yazmışım ama siz de daha az yorumlamışsınız. 58 tanecik! 2014'te 60, 2015'te 78, aman ne güzel artıyor derken 2016'ya bak. Oldu mu şimdi? Olmadı.

* Bu senenin en havalı blog olayı ise beyimin hiç bir masraftan kaçınmayarak bana koca bir site alması oldu. Bunca yıllık hukukumuzda, bana aldığı en güzel hediye oldu bu. Artık bu çıtayı aşması için onun da daha fazla çalışması gerekecek. Bense, isteklerimi bir bir sıralayarak onun işini kolaylaştırmak için elimden geleni yapacağıma and içerim!

9 Ocak 2017 Pazartesi

Son günler

Bir ayı geçmiş şuraya iki satır yazmayalı.

Zamansızlıktan diyeceğim ama yalan. İsteyince her bir şeye zaman buluyorum.

Gerçekte iki sebep var: klavyesizlik ve de keyifsizlik.

Klavyesizlik efendim, beyimin bana HALA bir bluetooth'lu klavye almamış olması oluyor. Yılbaşı da geçti yok. Dur bakalım, şimdi sevgililer günü geliyor. Prensip olarak sevgililer gününe karşı olsam da, bir ihtiyacımın giderilmesine vesile olacaksa o prensibi yiyiveririm olur biter.

Klavye olmasa da olur ama bu keyif işi nasıl olacak bilmiyorum. Bir de içinizi ben sıkmak istemem ama bombalar, saldırılar derken nefes aldığımıza şükretmeye utanır olduk. Bu akşam da anayasa değişecek herhalde.

Vallahi şiştim, billahi şiştim.

Seneleeeeer önce, ben ingilizceyi yeni öğrenmeye başlamışken çok popüler bir mektup arkadaşlığı hadisesi vardı. Bugünkü feysbuk'un nostlacik hali. Böyle bir formlar doldurur, o formlara hangi ülkeden, hangi cinsiyette, hangi yaş aralığında mektup arkadaşı istediğimizi yazar sonra beklerdik. Yaklaşık 1 ay kadar sonra sonuç gelirdi.

Biz ingilizcemiz gelişsin diye ama daha da çok havalı diye hep Amerikalı arkadaş isterdik ilk seçenek olarak, lakin onlar bizi istemezdi herhalde ki hiç Amerikalı çıkmazdı. Ekseriyetle Finlandiya ve Kanada'dan çıkardı piyango.

Ben mesela pratik yapma işini çok ciddiye alırdım mektuplarda. İlla yeni öğrendiğim kelimeleri kullanacağım diye kendimi paralardım. Bu görev aşkıyla, "terrific" ve "terrible" kelimelerini karıştırıp, bana fotoğrafını gönderen kıza "You look terrible" diye yazmışlığım vardır. Eğitim zayiatı işte. Sonra bana bir daha yazmamıştı hatun kişisi.

Yine aile terbiyesi almış bir kızcağızmış demek ki de benimle ilişkisini kopararak tepkisini koymuş. Yoksa sen, 12-13 yaşlarındaki ergene iğrenç görünüyorsun de bakalım, neler oluyor.

Bu arada bir çift lafım da "terrible" ve "terrific" kelimelerini aynı anda öğreten eğitim sistemine: hiç sende insaf yok mu sızlamaz yüreğin!

Bir başka mektup arkadaşım da Kanada'dandı. Bak onunla yazışmalarımda hiç ölümcül hatalarım olmadı. Senelerce efendi efendi yazıştık. Sonra ne oldu bilmem koptuk.

Yazışmalarımızın ilk zamanlarında Körfez Savaşı patlamıştı da, hemen bana acil bir mektup gönderip "babamla konuştum, eğer sen ve ailen isterseniz savaş bitene kadar gelip bizimle yaşayabilirsiniz" demişti. Ben de artiz artiz "biz çok güvendeyiz, merak etme" diye cevap yazdıydım. O muymuş saf, ben mi bilemedim.

Biz bu arkadaşla birbirimizi kaybettik ama aradan 20 küsur sene geçtikten sonra o beni feysbuktan buldu. Yine iletişime geçtik. Feysbuk'tan arkadaş olmamamızın üstünden 2 ay geçti geçmedi havaalanında patlama oldu. Bizimki yine apar topar bana mesajlar attı "iyi misin, sağ mısın" diye.

Sanırım kızın hayatı benimle arkadaş olduğu sürece benim hayatım için endişelenmekle geçecek.

Sağım ama iyi miyim onu bilmiyorum.