29 Mayıs 2016 Pazar

Corradino Sevgilim

Nisan ayında çıktığım Bologna, Floransa ve Venedik'i kapsayan İtalya seyahatimde kitap konusunda en zengin şehrin Venedik olduğunu söylemiştim. (bu seyahati yedi kısım tekmili birden tam 14 parçada anlattım, üşenmeyin okuyun, emeğe saygı hem de faydalı bilgiler bulacaksınız)

"Venedik'te geçen kitap" kategorisinde rastladığım kitaplardan biriydi Marina Fiorato'nun yazdığı Corradino Sevgilim - Murano'da Bir Cam Üstadı.


Hikaye, 1681 yılı ile günümüz arasında gidip geliyor. 17. yy'da, cam işçiliği özellikle de ayna yapımında rakipsiz olan Venedik Cumhuriyeti bu üstünlüğünü korumak için cam ustalarını Murano Adası'nda hapisten hallice koşullarda koruma altına almış. Ustaların, bırakın Venedik dışına çıkmak, adayı terk etmeleri bile özel izne tabiymiş.

Zamanının en mahir ustası olan Corradino Manin ise sadece cam ve aynalar konusunda değil gönül işlerinde de ustalığını kanıtlamış ve hüzünlü biten bir maceranın sonunda, herkesten gizlemek zorunda olduğu bir kız çocuğu sahibi olmuştur. Çok sevdiği kızını korumak adına, Fransa'dan gelen teklifi ret edemez ve tüm yeteneğini ve ustalığını ruhuyla birlikte Fransızlara satar.

Yıllaaaar yılar sonra, mutsuz biten bir evliliğin tüm gönül kırgınlığını yüklenmiş olan Nora Manin, Londra'daki mutsuz hayatını geride bırakarak Venedik'te cam sanatını öğrenmeye ve atalarının izini sürmeye karar verir.

Nora, dilediği gibi bir cam ustası olabilecek midir? Peki Venedik'te aradığı aşkı ve mutluluğu bulabilecek midir? Ya Corradino'nun sırlarını ortaya çıkartmakta başarılı olabilecek midir? Büyük büyük dedesi gerçekten de anlatıldığı gibi bir hain midir?

İşte bütün bu soruların yanıtları bu kitapta. Sadece soruların yanıtları değil Venedik de tüm ihtişamıyla arz-ı endam eyliyor. Ve tabii ki Murano.

Hikaye anlatımı Corradino ve Nora arasında gidip geliyor. Bu nedenle Coraadino'nun hikayesini siz de Nora ile eş zamanlı öğreniyorsunuz. Öyküde yaratılmaya çalışılan gizem, heyecan katmak için dahil olan bazı yan karakterler biraz zorlama olsa da okuması keyifli bir kitap oldu benim için. Biraz Venedik havası almak isteyenlere tavsiye ederim.

27 Mayıs 2016 Cuma

Venedik Taciri

Venedik'le ilgili roman aradığımda karşıma ilk çıkanlardan biri Shakepeare'in Venedik Taciri'ydi. Zaten benim de ilk aklıma gelen ve en kolay bulabildiğim kitap buydu.

Ben de fırsat bu fırsat, bari edebiyat açısından da güçlü bir kitap okumuş olayım diye hemen aldım. Elbette okurken de kafam da deli sorular, acaba bu eseri gerçekten de Shakespeare mi yazmış diye. Edebiyat dünyasının magazinsel muammalarından Shakespeare gerçekten Shakespeare mi konusunu yazmıştım daha evvel. Üşenmeyin, tıklayın, okuyun.

Bir taraftan merakımla boğuşup bir yandan da Venedik Taciri'ni okudum.

Hikayenin konusu şöyle: Venedik'li bir tacir olan Antonio'nun bütün gemileri açık denizlerdedir ve bir türlü Venedik'e dönememektedir. Bu durum Antonino'yu zor durumda bırakır zira nakit sıkıntısı çekmektedir. Tam da bu sırada en yakın dostu Bassanio'nun zengin sevgilisi Portia'ya gidebilmek ve onunla evlenebilmek için paraya ihtiyacı olur.

Antonio, Yahudi bir tefeci olan Shylock'tan borç alarak Bassanio'yu sevdiğine kavuşturur. Lakin Shylock, bu borcu kendisini aşağılayan Anotnio'dan intikam almak için bir fırsata dönüştürür ve alacağını vadesinde tahsil edemediği takdirde, borcuna karşılık Antoino' nun vücudundan bir parça etini kesmeyi şart koşar.

Elbette borç vadesinde ödenmiş olsa hikayenin bir anlamı kalmayacağından Antonio borcunu ödeyemez ve sonrasında işler karışır.

Sonunda kimse ölmüyor, merak etmeyin. İşler iyilerin kazanacağı şekilde çözümleniyor.

Öncelikle şunu söyleyeyim ki hikayenin Venedik'le alakası yok. Tamam, karakterlerin büyük çoğunluğu Venedik'li, olayların büyük kısmı Venedik'te geçiyor ama o kadar. Venedik hikayede bundan daha fazla yer almıyor.

Bir tiyatro eserini sahnede izlemek yerine kitap olarak okumak da değişik bir şey. Sanki sahne almadan önce son provasını yapan başrol oyuncusu gibi hissettim kendimi. Zaten sahnelerde olmaya pek hevesli olduğum için havaya girmek zor olmadı benim için.

Bir de çevirmen Fatma Çolak'a buradan alkışlarımı iletmek istiyorum. Çeviri zaten zor bir iş de kanımca manzum hikaye çevirmek daha zor. Hem anlam kaybolmayacak, hem kafiye tutturacaksın. Yani gerçekten zor.

Sonuç olarak, hikayenin her ne kadar Venedik'le ilgisi olmasa da, bir Venedik seyahati sayesinde böyle de edebi bir kitap okumuş oldum. Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı konusunda gezme kısmı biraz daha öne geçiyor gibi.

25 Mayıs 2016 Çarşamba

Manzaralı Bir Oda

Seyahatlerimde, gittiğim yerlerle ilgili kitap okuma geleneğimi ısrarla sürdürmeye çalışıyorum. En son çıktığım bir haftalık İtalya seyahatimde de bunun için çaba sarf ettim. Lakin bir takım engellerle karşılaşmadım değil.

Mesela Bologna'da geçen bir kitap bulamadım. Floransa'da geçen kitaplardan ise istediklerimi bulamadım. Bu yönden en zengin şehir Venedik'ti diyebilirim.

Bir de bu seyahatimde kişisel yürüme rekorumu kırdığım için (bir günde 31.934 adımla 23,20 km kat ettim, bir önceki rekorum 31.272 adımdı) okumaya pek vaktim kalmadı ama aldığım tüm kitapları dönüşümde okudum.

Floransa ile ilgili bulduğum kitap E.M. Forster'ın Manzaralı Bir Oda'sıydı.


Aslında bu kitapta, 20. yy. başlarındaki İngiliz toplumunun sınıf ilişkileri, üst sınıfa mensup bir genç kızın o zamanın koşullarında kendi olabilmek, hayatını yaşayabilmek için verdiği özgürlük mücadelesi ile birlikte anlatılıyor.

Kitabın Floransa ile ilişkisi ise hikayenin, Lucy ile kuzeni Miss Bartlett'in çıktığı yolculuktan kaynaklanıyor. 20. yy İngiltere'sinin üst sınıflarında adet olduğu üzere genç Lucy görgüsünü, bilgisini arttırmak için ailesi tarafından bir Avrupa yolculuğuna çıkar.

Aynı benim gibi.

Bu yolculukta Lucy'e eşlik eden kuzeni Miss Bartlett, Floransa'da yerleştikleri pansiyonda ille de manzaralı bir oda için ısrar eder. Oysa Lucy, bir odadan manzarayı izlemek yerine, manzaranın bizzat içinde olmak, hayatı tecrübe etmek, yaşamak, hissetmek istemektedir. Bir de bu pansiyonda konaklayan genç George'a aşık olmasın mı.

Aslında hiç de asi bir karakter olmayan Lucy, İngiltere'ye dönüşünde, kendinden beklenene uygun olarak, ailesi ve çevresinin uygun bulacağı Cecil ile nişanlansa bile, George'un gerçekleri yüzüne vurmasıyla, bir kadına bir biblodan daha fazla değer vermesi mümkün olmayan Cecil ile nişanını bozup hayatının iplerini ele alır.

O kadar uzun laflara gerek yok, aslında sadece evlenmek istemediği bir adamla evlenmeyi reddeder. Düşünsenize, bir kadının bu kadar basit bir şeyi yapması bile kitaplara, filmlere konu olabiliyor. Vah bize, vahlar bize.

En azından kitabın sonunda Lucy ile George'un mutlu sona ulaşması ile avunalım.

Hikayenin çok kısa bir bölümü Floransa'da geçse bile, o kadarı bile havaya girmeye yetiyor. Kiliseler, meydanlar, Arno Nehri, heykeller... Boncornoooooo!

24 Mayıs 2016 Salı

Murano ve Burano

Venedik'e kadar gelmişken cam işçiliğiyle ünlü Murano'yla dantelleri ve renkli evleriyle ünlü Burano'yu görmesem olmazdı. Ben de gördüm. Bir günümü bu iki adayı ziyarete ayırdım.

Venedik'ten bu adalara ulaşmak oldukça kolay. Tespit ettiğim vaporetto hatları şöyle:

* 12 numara: Fondamenta Nuove'den kalkıp önce Murano sonra Mazzorbo sonra da Burano'ya gidiyor
* 3 numara: Piazzale Roma'dan kalkıp Santa Lucia tren istasyonuna uğrayarak Murano'ya gidiyor
* 4.1 numara: Fondamenta Nuove'den Murano'ya gidiyor. Sanırım Venedik'te başka duraklara da uğruyor

Atladım 3 numaraya, ilk durak Murano.

Colonna durağından Museo durağına kadar yürüyüp yol üstündeki bütün cam dükkanlarına da girdim. Bizim Paşabahçemiz de çok güzel ama buradaki cam objeler bir başkaydı. Minicik hayvan figürlerinden dev şamdanlara her zevke uygun objeler, takılar var. Ama her bütçeye uygun diyemeyeceğim. Her şey oldukça pahalıydı.

Zaten Murano esnafı da durumun farkında. Bir çok dükkanın camında şöyle duyurular vardı: "Burada Çin camı satılmaz. Ayrıca burası ucuz hediyelik eşya dükkanlarından değil, fiyatlarımız da ona göre."

Çin işi camlara bu kadar atarlanan Murano'nun cam ustaları adanın ortasına sanatlarını anlatmak üzere aşağıdaki anıtı dikmiş:

Dükkanlarda o kadar güzel şeyleri gördükten sonra insan anıt olarak da daha yaratıcı, zarif bir şey bekliyor. Ben bekledim yani, ama bunu uygun görmüşler.

Murano'da yaklaşık iki saat geçirip bir acı kahvesini içtikten sonra Museo durağından vaporetto'ya atlayıp Faro'ya gidiyorum. Buradan da başka bir vaporetto ile doğru Burano'ya. 48 saatlik sınırsız ulaşım kartına 30 euro verdikten sonra wc'ye vaporetto servisi olsa binerim.

Burano'ya gelince insanın hiç niyeti bile olmasa mutlu olası geliyor. Rengarenk bir ada. Murano'dan çok daha küçük ama çok daha sevimli.

Burano'da önceliğim karnımı doyurmak, istikamet Al Gatto Nero. Deniz ürünleri restoranına onu da yerim, bunu da yerim diye hayaller kura kura gidiyorum ve bingo! Yer yok.

Masa boşalmasını beklerken ikram edilen prosecco'yu götürüyorum elbet:

Ve masama geçiyorum. Derken bir hayal kırıklığı daha: menüdeki yemeklerin neredeyse tamamı iki kişilik. Araya taraya menüden tek kişilik bir başlangıç bir de ana yemek bulabiliyorum:

Bir de garson Tarkan'ın arkadaşı çıkmasın mı? Hani şu şarkıcı olan, geçtiğimiz günlerde evlenen Tarkan. Acaba benim garsonu düğüne davet etmiş midir? Bana anlattığı kadar yakın arkadaşlarsa düğüne gidip çeyrek altınını takmıştır. Selam da söylemiştim, selamımı iletti mi ki?

Karnım tok, adayı turlamaya başlıyorum. Renkli evlerin dışında bir de dantelleri meşhur Burano'nun. Tamam güzel, zarif dantel işleri vardı ama çocukluğu benim gibi harıl harıl dantel ören anne, anane, teyze, yengeler arasında geçmiş birisi için o kadar da şaşırtıcı değil bunlar.

Unutmayınız ki bizler dantelden tüp örtüsü, oklava kılıfı ören bir ceddin torunlarıyız. Bizim atalarımız dantelden bina, dans eden kadın figürü örmüyorsa yapamadıklarından değil, uygun görmediklerindendir.

Murano ve Burano'yu fethettiğim bu keyifli günün sonunda hem de Tarkan'ın arkadaşıyla tanışmış olarak ertesi günü de bir haftalık seyhatimi tamamlamış olarak İstanbul uçağına binmek üzere Venedik'e dönüyorum.

18 Mayıs 2016 Çarşamba

Venedik'te Yeme İçme

Başlığa kanıp okumaya başlamış olabilirsiniz ama itiraf ediyorum büyūk ihtimal aradığınızı bulamayacaksınız. Çünkü ben de bulamadım.

Her zaman olduğu gibi elimde uzun bir mekan listesiyle gittiğim Venedik'te listemdeki restoranların çoğunu bulamadım. Bulduklarımda ise yer bulamadım. Benim için tam bir hezimet.

Yer bulamamak konusunda benim payım vardır muhakkak. Rezervasyon yaptırmazsam olacağı bu amaaaa restoranları bulamamda herhangi bir sorumluluk kabul etmiyorum. Şurada da yazdığım gibi tüm sorumluluk Venedik'in süper numaralandırma sisteminde.

Niyetlendiğim yerlerden 4 tanesine gidebildim. Onlardan bahsedeyim:

Cafe Florian: San Marco meydanının göbeğindeki bu tarihi kafeyi de bulamasaydım zaten yuh olsundu bana. O yüzden bunu saymıyorum ama ne kadar klişe olursa olsun, bir akşam yemeğinden sonra burada canlı icra edilen klasik müzik eşliğinde bir şeyler içmeden sakın dönmeyin. Tamam pahalı ama karşınızda da canlı orkestra olduğunu unutmayın.


Harry's Bar: Artık Hemingway gibi müdavimleri yerine turistlerden oluşan müşterileri olsa da bellini, montgomery ve carpaccio'nun icat edildiği bu tarihi barda bir bellini eşliğinde hayallere dalabilirsiniz. Her seferinde tekrar etmeyeyim diye son defa söylüyorum Venedik pahallı bir şehir. Yeme içme de pahallı.


Dal Moro's: Burası al götür makarnacı. Hem de uygun fiyatlı. Hem de lezzetli. Ben pesto soslusunu yedim çok beğendim. Kasadaki çocuk da bir kaç kelime Türkçe biliyor. Ama benim siparişimin hazır olduğunu haber etmek için "bağyaaaan" diye bağırmayaydı daha iyi olurdu bence. Yabancı birilerine Türkçe kelime öğretecekseniz düzgün şeyler öğretin. "Bağyan" kelimesine uyuz oluyorum zira. Neyse bizim makarnacıya dönelim, adres: Calle della Casseleria 5324. Eğer bulabilirseniz tabii.

Cantino Do Spade: Buraya giderseniz makarna falan değil de meze gibi kızarmış yemeklerini yiyin bayılacaksınız. Şarapları da güzel. Yalnız servis çok çok yavaş. Garsonlar yetişemiyor. Ama yedikleriniz beklediğinize değecek emin olun. Adetten adresi veriyorum bulamazsanız karışmam: San Polo 860.

16 Mayıs 2016 Pazartesi

Venedik Görülecek Yerler ve Yapılacaklar

Venedikte'te görülecek yer çok ama ben kendi gördüklerimi yazayım.

Tabii ki ilk önce San Marco Meydanı ve Piazetta. İkisinin de en güzel manzarasını bazilikanın terasından izleyebilirsiniz:

Meydanı çevreleyen kafelerden yayılan canlı klasik müzik ezgileriyle tüm günü avare avare burada geçirmek isteseniz de, meydanda yere oturmak yasak. Ben yasak dinlemem demeyin, sürekli devriye gezen güvenlik güçleri yasağın uygulanmasını sağlıyor.

Canlı klasik müzik, oturma yasağı... Çok aristokrat bu Venedik demiş miydim?

Meydanda yer alan saat kulesi Torre dell'Orologia saat fonksiyonu dışında bir de mesaj kaygısı taşıyor: tepesinde çanı döven bir yaşlı bir de genç adamdan oluşan figürler zamanın nasıl su gibi aktığını anlatma derdindeymiş. Sanki biz bilmiyoruz.

Saat kulesinin içini gezmedim, o nedenle içinde ne olduğu konusunda ahkam kesemeyeceğim. Ben vaktimi San Marco Bazilikası'nı gezmekten yana kullanmayı tercih ettim.


Meydana adını veren bazilikanın içine girip de o mozaikleri görünce buraya neden Altın Kilisesi adını verildiğini anlıyorsunuz. Her yönden güneşi alacak şekilde inşa edilmiş pencerelerden içeri vuran ışıkla kilisenin içi sanki alev alev yanıyor hissiyatı yaratıyor. İçeride fotoğraf çekimi yasaktı ama ben sizler için her türlü riski göze alıp çektim. Flaşsız elbette. Zaten flaşsız fotoğraf çekimini neden yasakladıklarını da anlamadım. Ruhlarına işlemiş aristokrasiyle alakası olabilir mi acaba?


Bazilikanın içinde çeşitli müze bölümleri de var. Ben Museo Marciano'yu gezdim, hani şu İstanbul'dan yürütülen meşhur bronz atların olduğu müze. Meydandan görünen terastaki atlar ise replikaları. Orijinalleri zarar görmesin diye içeride sergilenirken, dışarı da bu kopyaları konmuş.

Ve elbette kule görünce dayanamayan bir kule arsızı olarak çan kulesine de tırmandığımı tahmin etmişsinizdir muhakkak. Tamam itiraf ediyorum, bu seferki kule tırmanışı asansör marifetiyle gerçekleşti. Merdiven çıkmadım:

Öğrendiğime göre kulede farklı amaçlar için çalınan beş tane çan varmış. Bu kadar büyük bir kule olmasının sebebi de buymuş zaten. Meclis toplandığında, bir idam gerçekleşeceğinde, çalışma saatlerinin başlama ve bitişinde, ve de gün ortasında hep farklı çanlar çalarmış. Bir nevi duyuru sistemi.

Tepesindeki manzara ise pek güzeldi:



Bir başka görülecek yer ise Doge's Palace, yani Dükalar Sarayı.

Venedik doçlarının ikameti ve çalışma ofisi olan bu sarayın içi hem şatafat hem de perişanlık barındırıyor. Şatafat kısmını anlamak kolay, perişanlık nereden geliyor derseniz zemin katlarındaki zindanlardan derim. Sonraları hapishane yan binaya taşınmış ama Casanova falan hep bu zindanlarda yatmış.

Dükalar Sarayı'nda mahkemesi görülüp suçu sabitlenen hükümlüler cezalarını çekmek üzere yan binada inşa edilen hapishane kısmına giderken bir köprüden geçerlermiş. İşte bu köprüye Ponte dei Sospiri yani İç Çekişler Köprüsü deniyor. Rivayet o ki, cezalarını çekmeye giden mahkumlar Venedik'i son kez bu köprüden geçerken görüp deriiiin bir iç çekerlermiş.

İşte gördükleri manzara buymuş, kim olsa iç çeker tabi:



İşte o meşum köprü:

Ben bu Dükalar Sarayı'nı gezene kadar Venedik Cumhuriyeti' nin yönetimiyle ilgili bilgim Venedik'te bir Doç olduğuyla sınırlıydı. Ama bu seyahatim sırasında öğrendim ki bu Doç'luk biraz tırışka bir şeymiş. Hiç bir yetkisi olmayan, adeta sembolik bir görev. Tuzluk gibi bir şey. Doç'un görev süresi boyunca bırak Venedik'ten ayrılmayı, sarayı terk etmesi bile konseyin iznine tabiymiş.

Ama o konsey var ya, İlluminati gibi bir şeymiş. Büyük Konseyi'in içinde Kırklar Konseyi, Onlar Konseyi, Üçler Konseyi gibi küçük konseycikler varmış. Konseydeki kişi sayısı azaldıkça yetkisi ve etkisi artan bir yapılanma. Oldukça ilgimi çekti bu konu. Zaten böyle entrikalı şeylere bayılırım. Bu konuyu araştırmaya karar verdim. Umarım gizli sırlara ulaştığım için gizli güçler tarafından ortadan kaldırılmam.

Neyse biz Venedik'e geri dönelim.

Grand Canal'ın iki yakasını bağlayan meşhur Rialto Köprüsü tadilattaydı. Şöyle üstünden manzara seyredemedim. Ama Rialto Bölgesini bol bol gezdim. Özellikle rengarenk pazarına bayıldım.


Bilinçli gezdiğim yerler bunlardı. Kaybola kaybola bilinçsiz olarak başka bir sürü yer de gezdim gördüm ama maalesef o sıralarda yolumu bulmaya çalıştığımdan olsa gerek ne anlatabileceğim kadar aklımda kalmış ne de not alıp fotoğraf çekecek kadar fırsatım olmuş.

Bir de gondol konusu var tabi. Venedik'te gondola binmeden dönmek olmaz. Ama turun 40 dakikası 80 euro. İster bir kişi kirala ister 6 kişi. Eğer yalnız olmasaydım paraya kıyıp gondola binerdim belki ama tek başıma gondolcuyla gözgöze tur yapmak pek cazip gelmedi. İkinci alternatif ise tanımadığım insanlarla voltran olmaktı, ancak gondol kiralamaya gelen çiftlerin yanında beni istemeyeceklerini tahmin ettim. Gruplar ise çoğunluk 6 kişiydi.

Makus talihime küsüp kös kös geri mi dönecektim. Tabii ki de hayırdı! Makus talihler yerin dibine batsındı. Bir yol bulunurdu!

Buldum.

Dolmuş gondola bindim. Büyük kanalın üzerinde 6 farklı noktada gondollar kanalın bir tarafından diğer tarafına dolmuş usulü taşımacılık yapıyor. Hem de 2 euro'ya. Ben de Rialto Köprüsü civarındaki dolmuş hizmetinden faydalandım ve de ucuz yolundan gondola binmiş oldum. İşte bu da kanıtı:

Sakın ha bu ne biçim resim, böyle fotoğraf çekilir mi diye söylenmeyin. Ben o sırada "ay bu gondol ne kadar hafif, herkesi taşıyacak mı, ya devrilirse kanalın suyu pis midir acaba, kanalın suyu ne kadar tuzludur, tadına baksam ölür müyüm" diye binlerce düşünceyle boğuşurken BİR DE fotoğraf çekememiş olabilirim. Zaten bütün bu hay huy arasında karşıya da geçiverdik. Ama gondola bindim mi, evet bindim.

Tavsiyemi isterseniz San Marco Vailaresso'daki dolmuş gondollarla Dorsudoro'ya geçin. Haritada cetvelle ölçtüm, en uzun mesafe burası.

Gördüğünüz gibi sadece yediğimi içtiğimi gördüğümü değil, oldukça faideli bilgileri de paylaşıyorum.

15 Mayıs 2016 Pazar

Venedik'e Gidiş ve Konaklama

Floransa'dan sonraki durağım Venedik.

Floransa'dan 49 euro karşılığında TrenItalia'nin hızlı treni ile iki saatlik bir yolculuk sonrası Venedik Santa Lucia tren istasyonuna varıyorum. Venedik'te beni kapalı ve yağmurlu bir hava karşılıyor. Buna biraz canım sıkılısa da ben trenden inip bir sigara içip harita ve vaporetto bileti temin edip müze ve etkinliklerle ilgili Tourist Information'dan bilgi alıp da istasyondan çıkana kadar yağmur dinmiş, bulutlar da şehri terk etmeye karar vermiş.

Daha önce hiç bir şehirde Tourist Information'da şehir haritalarının ücretli satıldığına şahit olmamıştım. Venedik'te harita ücretli, 3 euro. Sebebini sonra anladım. Bu şehirde elinizde harita olması ya da olmaması hiç fark etmiyor, eninde sonunda kayboluyorsunuz. Boşuna harita alıp kağıt israfı yapmayın mesajını vermeye çalışıyor olabilir şehir yönetimi.

Oryantiringde defalarca kaybolmuş olabilirim, ama orası orman. Kaybolmam da normal bence. Şehir içinde elimde haritayla her türlü yolumu bulurum. Venedik hariç. Çünkü bina numaralandırma sistemi çok tuhaf. Hala çözebilmiş değilim.

Normal sokak numaralandırma sistemi nasıldır hatırlayalım: sokağın bir tarafında tek rakamlı binalar, diğer tarafında çift rakamlı binalar vardır. Venedik böyle değil. Bina numaraları ardışık. 120, 121, 122... diye numarlandırılmış binaların önünden yürüyüp 212 numarayı arıyorsunuz diyelim. Doğru yolda olduğunuzu sanıyorsunuz. Derken binalar bitiyor, ufak bir calle'den karşıya geçiyorsunuz hop bina numaraları 423'e çıkmış. Aradaki 300 binaya ne olmuş, 200'le başlayan binalar nerede çöz çözebilirsen.Yolun karşısına bakıyorsunuz 600'lü numaralar. Gerçekten çok kafa karıştırıcı.

Yani ben bu Venedik'in adreslendirme sistemini çözemedim. Bir çok kere kayboldum. Hatta bir tanesinde öyle bir kayboldum ki adanın bittiği yere kadar gitmişim. Resmen ana karadaydım, arabalar, otobüsler cirit atıyordu. Korktum, o panikle ilk vaporetto'ya attım kendimi, o da yanlış vaporetto'ymuş. Daha da panik oldum. İlk defa bir seyahatimde bu kadar tedirgin oldum. Daha da gelmem Venedik'e dedim.

Sadece kaybolduğum için değil ama Venedik'e ısınamadım. Tamam o kanalları, palazzo'larıyla çok orijinal bir şehir, gördüğüme memnun oldum ama bana hitap etmedi, ikinci defa gitmek isteyeceğim bir şehir değil. Kendimi İtalya'da hissetmedim bir kere. Çok aristokrat. Bilemedim işte nasıl anlatacağımı ama hissiyatım bu yönde.

Bir de çok pahallı. Çok çok pahallı. Tek toplu ulaşım aracı olan vaporetto'ların bir saatlik bileti 7,5 euro mesela. İki günlük bilet 30 euro. Ben gittiğim yerlerde genelde şehir merkezinde konaklayıp, şehri de yürüyerek gezmeyi tercih ettiğimden günlük toplu ulaşım kartları almam. Ama hem otele ulaşmak için vaporetto kullanmam gerektiğinden hem de Murano ve Burano'ya gidecek olmamdan dolayı iki günlük bilet almamın benim için daha uygun olacağına karar verdim.

Biletimi ve haritamı aldıktan sonra Grand Canal'ı boydan boya geçen 1 numaralı vaporetto'ya bindim. Bir de kenardan yer kaptım kendime hem otele ulaşım hem de kanal turunu aradan çıkartmış oldum. Gerçekten enfes manzaralar eşliğinde otele doğru yola koyuldum. Venedik'e gittiğinizde yaklaşık 1,5 saatinizi bu vaporetto için ayırın, pişman olmazsınız.

Otel seçme konusundaki beceriksizliğim burada da tescillendi. Castello Bölgesi'nde yer alan Hotel Fontana'da yapmıştım rezervasyonumu. Konum çok iyiydi. Vaporetto iskelesine 3 dakika, San Marco meydanına 5 dakika uzaklıkta, hareketli bir bölgedeydi. Ve otelle ilgili tek iyi şey konumuydu.

Temizliğinden pek memnun kalmadım, odamın kapısı bozuktu kilit takılıp duruyordu ve odada wifi yoktu. Bir daha söylüyorum: sene olmuş 2016 ve odada wifi yoktu. Booking.com'da otelde wifi var yazıyor, ama sadece lobide olduğu yazmıyor. Haberiniz olsun.

Çıkış yaparken bana panaromik bir Venedik fotoğrafı hediye etmiş olsalar da gönlümü kazanamadılar. Ancak konaklama için Castello Bölgesi'nin iyi bir seçim olduğunu söyleyebilirim.

Şimdi yazdıklarımı okuyunca fark ettim de sanki Venedik'e değil de sürgüne gitmişim gibi yazmışım. O kadar da değil! Güzel şeyler de vardı. Onları da yazacağım.

11 Mayıs 2016 Çarşamba

San Gimignano

Floransa'ya kadar gitmişken bir de zamanda yolculuk yapıp orta çağa ışınlanmak istiyorsanız sizi San Gimignano'ya alalım.

Ben bu kasabanın bütün köşelerini "şimdi karşıma Robin Hood çıkacak" diye diye döndüm. Neden bilmiyorum. Hep diyorum ya insan beyni tuhaf, çağrışım büyülü bir şey diye. Ondan herhalde.

Floransa'dan San Gimignano'ya yerel tur şirketleri ile gidebileceğiniz gibi kendi başınıza da gidebilirsiniz. Dikkat etmeniz gereken tek şey Poggibonsi'de yapacağınız aktarma.

Floransa otobüs terminalinden San Gimignano'ya bilet almanız gerekiyor. Otobüs terminali ise Santa Maria Novella Tren İstasyonu'nuna yüzünüze dönüp tramvay hattının olduğu caddeyi solunuza aldığınızda tramvay hattının olduğu caddeden bir sonraki caddede oluyor. Bu tarife göre otobüs terminalini bulana ödül vereceğim.

Neyse, terminali sorarak da bulabilirsiniz. Aşağıda da otobüs tarifesini bulabilirsiniz. Saatlerin yanındaki işaretleri altlarındaki tablodan kontrol etmeyi unutmayın, her otobüs her gün yok.


San Gimignano'ya direkt otobüs yok, bineceğiniz otobüs aslında Siena otobüsü olacak ve Poggibonsi'de duraklayacak. Burada kimsenin sizi uyarmasını beklemeden aktarma yapmak için otobüsten inin. Zaten kimse de uyarmıyor. Floransa'dan aldığınız bileti de yanınızdan ayırmayın çünkü aktarma otobüsünde buna ihtiyacınız olacak.

Ben Poggibonsi'de yaklaşık 15 dakika bekledim ve toplamda 90 dakikada San Gimignano'ya ulaştım.

San Gimignano'da otobüs sizi tam şehir kapılarının önünde indiriyor. Dönüş içinse indiğiniz durakta sırtınızı şehir duvarlarına dönüp sağınızda, yolun biraz aşağısında kalan durağa gitmeniz gerekiyor. Eğer aşağıdaki manzarayı görüyorsanız dönüş otobüsü için doğru yerde bekliyorsunuz demektir:


Ben sabah yola çıkarken San Gimignano sonrasında Siena'ya gitme ya da Floransa'ya dönme konusunda karar veremediğimden otobüs biletimi tek yön almıştım. Dolayısıyla dönüş için San Gimignano'dan bilet almam gerekti.

Şehir kapısından içeri gidip dümdüz yürüdüğünüzde kilisenin de bulunduğu Piazza Duomo'ya varacaksınız. Tourist Information ofisi bu meydanda. Buradan harita ve otobüs saatleri çizelgesi temin edebilir, bilet alabilirsiniz. Ancak ofis 13:00 - 15:30 arası kapalı.

Benim de gideceğim yere karar verip bilet alışım bu saatlere denk gelince biletimi Via San Giovanni (şehrin otobüsten indiğiniz yerdeki kapısından girince sizi Piazza Duomo'ya götüren cadde) üzerinde yer alan Tabacchi'den almak zorunda kaldım. Ve bu Tabacchi'deki kadından İtalyanca bilmediğim için resmen azar yedim.

Ey bacım, sen turistik bir merkezin göbeğinde bir dükkan işletmecisi olarak bir turisti İtalyanca bilmiyor diye neden azarlarsın ki? Kadın bana İtalyanca baya söylendi, küfür bile etmiş olabilir. Ben de sinirlenip kadını "şikayet edeceğim seni" diye tehdit ettim. Etkili oldu mu bilmem. Zaten kime şikayet edeceğimi de bilmiyordum.

Ama dükkanın fotoğrafını çektim, aşağıya da koyuyorum. Eğer San Gimignano'ya gidip de bu dükkanı görürseniz sakın içeri girip de alışveriş falan yapmayın. Bilet bile almayın. Her şeyi yukarıda açıkladım işte, gidin biletinizi Tourist Information'dan alın.

Ya da girin bu dükkana, "sen Türkiye'den gelen ablamızı azarladığın için senden alışveriş yapmıyoruz" diyip çıkın. Valla hayır dualarımı alırsınız.

Tabelayı okuyamıyorsanız yazayım: duvara çakılı olanda SALI E TABACCHI VALORI BOLATI yazıyor. Gidin intikamımı alın!

Haa bir de ben Piazza Duomo'ya gelir gelmez koluma pisleyen kuşu da görürseniz sorun bakalım bana ne garezi varmış. Ya kuş gribi olsaydım?

Neyse, tabacchileri kuşları bir kenara bırakalım. San Gimignano'ya odaklanalım. Efendim bu kasaba orta çağın Manhattan'ı olarak bilinirmiş. Sebebi de kuleleri, bakın aşağıdaki fotoya ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Elbette kulelere karşı iyice arsızlaşan ben burada DA kuleyi affetmedim ve tırmandım. İşte manzara aşağıda. Bütün o basamakların her birine değdi:


Kuleye çıkmak için aldığınız bu biletle, 8.276'ncı Madonna and Child resmini görecek sabrınız varsa müzeyi de gezebilirsiniz.

Kuleyi ve müzeyi fethettikten sonra, meydana biraz soluklanmak için oturdum. Bu sırada yanıma bir turist grubu geldi. İngilizce konuşan rehberleri kasaba ve özellikle kuleler hakkında oldukça detaylı bilgiler verdi. Ben de kulak misafiri oldum.

Onlar ayrıldıktan sonra aynı yere bir Türk turist kafilesi geldi, onların da Türkçe konuşan rehberleri bilgi verdi. Aşağıda gördüğünüz fotoğrafta görülen yerle ile ilgili rehberin verdiği bilgileri aynen aktarıyorum: "İşte burası da kasabanın meydanı, orada kilise var, burada da kule. Bu kulelerden çok var zaten burada."


Hiç abartma yok, adam aynen bunları söyledi. Gruptaki bir kaç kişi soru soracak oldu, onlara da yalan yanlış cevaplar verdi. Yani ben bile daha iyi anlatırdım. Grubun yanına yaklaşıp "Verdiğiniz paraları hemen geri isteyin, bu rehber sizi kandırıyor" diyecektim ki seyahatime daha fazla heyecan katmak istemediğimden sustum.

San Gimgnano'da en az kuleler kadar meşhur olan başka bir şey daha var: şarap. Mesela şehrin kapısının hemen dışında yer alan La Sosta Sulla Francigena'da şarap tadımı eşliğinde öğle yemeğinizi yiyebilirsiniz. Manzara da işin kreması.


San Gimignano'dan karnım tok, tabacchi teyze ve kuşlara rağmen keyfim yerinde, mutlu bir şekilde ve tekrar gelmeyi dileyerek ayrıldım.

9 Mayıs 2016 Pazartesi

Pisa

Pisa'ya nasıl gidilir? Çok kolay: Şurada da yazdığım gibi 8,40 euro karşılığında trene atlar, yaklaşık 1 saatte varırsınız.

Eğer benim gibi Train Italia treni ile gideceksiniz biletiniz numarasız kategorisinden olacaktır, bu nedenle trene binmeden önce peronda biletinizi valide etmeyi de unutmazsanız sorunsuz bir şekilde hop Pisa'ya varabilirsiniz.

Pisa tren istasyonundan çıktıktan sonra dümdüz yürüyüp, ilk meydanı geçip ikinci meydana geldiğinizde, ki kendisi Piazza Vittorio Emanuel II oluyor, sol tarafta Tourist Information'ı bulacaksınız Bulacaksınız da başınız göğe mi erecek? Hayır efendim. Zaten ofisi muhtemelen açık da bulamayacaksınız. Çünkü Pisa şehrindeki bu turist ofisi saat 13:30'da kapanıyor. Ertesi güne kadar açılmamak kaydıyla hem de.

Yani Pisa halkı diyor ki "Eyyy turistler, buraya gelecekseniz sabahtan erken gelin." E tabi ben bunu bilmiyordum. Bir de Pisa planım "Giderim, biraz şehrin içinde dolaşır, yürüyerek meşhur kuleye gider sonra da dönerim" den ibaret olduğu için, üstüne üstlük gitmeden önce internetten iki satır da bir şey okumamış olduğum için elimde bir harita dahi olmadan, güneşin altında Piazza Vittorio Emanuel II'de kalakaldım. "Buraya kadar geldim, kuleyi göremeyecek miyim?" diye küçük bir panik dalgasına bile kapıldım.

Tamam olayı dramatize etmeyeyim, sonuçta yoldan geçen herhangi birine kule nerede desem yolu tarif ederdi herhalde ama gururuma yediremedim. Pisa Kulesi gibi bir simgeye nasıl gidilir diye sormak ağır geldi.

Hemen gördüğüm bir büfeden harita aldım. "Tamam" dedim "şimdi haritadan yolumu bulurum." O kadar oryantiring maceram var sonuçta, haritalara yabancı değilim

Lakin ben sanıyorum ki, haritayı açtığımda "Pisa Kulesi buradaaaa" diye kırmızı oklarla işaretlenmiş bir şey göreceğim. Heyhat. İşte harita şu:

Kendinizi yormayın ben söyleyeyim, kule haritanın sol üst köşesinde 0.5 cm çapında işaretlenmiş bir yuvarlak. Üstelik adı da Pisa Kulesi değil. Elbette bulamadım.

İçim sıkılmış bir halde aval aval çevreme bakınırken kendimle gurur duyma anlarından birini yaşadım. Bir afiş gördüm: Torre Real Estate.

Tatatataaaaamm, bu seyahatimde tırmandığım o kadar kulenin bir hayrını göreceğimi biliyorum elbet. Kule kelimesinin İtalyancasının Torre olduğunu öğrenmiştim artık.

"Ben" dedim, "kuleyi bulamıyorsam Kule Emlakçısını bulurum. Adı kule olan emlakçı kuleye yakın olmayacak da nerede olacak." Hemen emlakçının adresini haritada buldum ve hemen yanında da Pisa Kulesini.

Buradan Torre Emlakçısı'na teşekkürlerimi, sevgilerimi, saygılarımı yolluyorum. Ama kendimi de unutmuyorum. Kendime de kocaman aferinler, alkışlar gelsin. 

İtalyanlar Pisa Kulesi'ne Torre Pendente diyormuş, artık hayatta unutmam.

Ondan sonra kendimle gurur duyarak kuleye doğru yola koyuldum. Hem de yolda güzel manzaralar eşliğinde:

 

Ağzım açık, sokaklara baka baka yaklaşık 15 dakikalık bir yürüyüşten sonra kule, vaftizhane ve katedralin yer aldığı Campo dei Miracoli - Mucizeler Meydanı'na vardım.


Kuleyi görür görmez hemen ölçüp biçmeye başladım, ben buna tırmanabilir miyim diye:


Artık profesyonel bir kule tırmanıcısı olarak "bunun basamakları bana vız gelir" dedim. Vurdum kendimi kulenin tepesine. Burada bir not, kuleye çıkarken yanınızda hiç bir çantaya izin yok, küçük omuz çantanızı bile emanet dolaplarına bırakmanız gerekiyor.

İşte kuleden görünüş:

Bir de Pisa Kulesi'ni böyle görün:

Kuleye tırmanma dışında katedrali de gezip sonra da çimenlerin üzerinde keyfimi çattıktan sonra dedim artık dönüş vakti geldi. Geldiğimden farklı bir rota izleyerek, Pisa sokaklarında kaybola kaybola Floransa'ya dönmek üzere istasyona geri geldim. Elbette bu sefer nereye gideceğimi bilerek.

6 Mayıs 2016 Cuma

Floransa'da Yeme İçme

İtalya'da kültür, sanat, rönesans falan güzel tabi de itiraf ediyorum, ben aşağıdakileri daha çok seviyorum:


Floransa için de elimde uzun bir restoran/kafe listesiyle çıktım yola. İşte denediklerim:

Rivoire: Piazza Signoria'da Palazzo Vecchio'nun karşısında yer alan bu kafeye bir kahve, pasta molası için teşrif ettim. Yediğim çikolatalı pasta kötü değildi ama dillere destan bir lezzeti yoktu. Lakin yoğun müze gezileri arasında burada soluklanıp hem dinlenmek hem de cıvıl cıvıl meydanı izlemek bana çok iyi geldi. Ancak fiyatların pahallı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.

Volume: Arno Nehri'nin karşı yakası Piazza San Spirito'da yer alan Volume'u çok sevdim. Menüsünde pizzadan makarnaya, etlerden atıştırmalıklara oldukça çeşit barındırıyor. Ben akşam saatlerinde yemek yemek için gitmiş olsam da buranın asıl esprisi canlı müziği ve kokteylleriymiş. Ben canlı müziğe denk gelemesem de kokteyllerin tadına baktım. 10 puan, 10 puan, 10 puan!

I Due Fratellini: Orsanmichele'den Piazza Signoria'ya ilerlerken solda yer alan Via de'Cimatori üzerindeki bu sandviç dükkanı Floransa'daki favorilerimden oldu. Dükkan demeyeyim, içinde oturacak yer falan yok, sadece sandviç yapılan bir tezgah. Buradan sandviç ve içeceğinizi alıp hemen dışarıda kaldırımda yiyorsunuz. İçecek olarak alkolsüz seçeneklerin yanı sıra çok güzel Chianti şarapları da satılıyor. Ama o ekmekleri yok mu! Bu küçücük dükkanı gönül rahatlığıyla "gitmezseniz küserim valla" kategorisine koyuyorum.

i due fratellini kuyruğu
Caffe Cibreo: Hakkında çok iyi yorumlar duyduğum bu restoranda bir akşam yemeği yemek için çok inat ettim. Rezervasyon yapmadığım için kapısında 20 dakika kadar sıra bekledikten sonra içeride de sipariş vermek için bir 20 dakika daha bekledim. Ve hayat bana yine dersini verdi: bazen olmuyorsa zorlamamak lazım.

Bu restoranda sistem şöyle işliyor. Bir tane garson var. Rakamla 1. Sizi masaya oturtup menüyü elinize verdikten sonra bir tabure ile bütün masaları dolaşıp menüde yer almayan günün spesiyallerini anlatıyor. Tüm masalara tek tek gidiyor. Masa sayısı az değil ve yukarıda belirttiğim gibi bu işi yapan sadece bir garson var. Bu arada sizin açlıktan tansiyonunuz düşebilir, "ben günün spesiyalini istemiyorum, menüdeki en hızlı şeyi getirin" de diyemiyorsunuz çünkü bunu söyleyebileceğiniz tek garson o sırada sizden önce gelen masaya menüyü anlatmakla meşgul.

Nihayet sıra bana geldiğinde en çabuk gelecek yemekleri seçtim: balkabağı çorbası ve tavuk. Yahu ben evde bile tavuk yemiyorum! Allah insanı açlıkla terbiye etmesin. Çorba güzeldi ama hakkını vereyim. Bir de pahallı burası. Yani, ben açlığa dayanırım, param da bol diyorsanız adres Via del Verrocchio 5/R.

Trattoria 4 Leoni: Via de'Vellutini 1/R, Piazza della Passera'da yer alan bu restoranda bu seyahatim boyunca yediğim en güzel yemekleri yedim. Çok şık bir yer. Ben bir peynir tabağı ile açılış yapıp kuşkonmazlı tortellini ile devam ettim. Tek kelimeyle enfesti. Fiyatlar çok ucuz değil ama kesinlikle değer.




Procacci: Via Tornabuonai 64/R adresinde yer alan bu üst segment sandviç dükkanı kesinlikle "gitmezseniz küserim valla" kategorisinde. Neden üst segment? Çünkü bulunduğu cadde en lüks markaların yer aldığı bir alışveriş caddesi bu bir. İkincisi de içeride oturan müşteri profili: şıkır şıkır topuklu ayakkabılı hanımlar ve janti takımlar içindeki beylerden oluşan çiftler. 

İçeri girip de bu müşterileri görünce üstümdeki kot pantolon, ayağımdaki spor ayakkabı ve sırtımdaki çantadan bir an utansam da çok da umursamadan hedefe yöneldim. Trüf ezmeli, kaz ciğerli ve peynirli karamelize soğanlı minik sandviçlerimi kaptım. 3 sandviç size çok gelmesin, bunlar minik sandviçler. Tam atıştırmalık. İnternette okuduğum kadarıyla çok da iyi şarap menüleri varmış fakat içeride olan beş masa da dolu olduğundan ben paketimi alıp Arno manzarası eşliğinde hüpletmek üzere çıktım, şarapları denemedim.

4 Mayıs 2016 Çarşamba

Floransa'da Eksik Kalanlar

Floransa'da gördüklerimi yazdım, peki ya göremediklerim?

Hepi topu 2,5 günüm vardı. Bu kadar zamanda hem şehrin kendisini hem de Pisa ve San Gimignano'yu görmek istediğimden şehirde geçireceğim bir tam gün için yoğun bir program yaptım. Buna rağmen görmek istediğim fakat fırsat bulamadığım yerler oldu.

Bunların arasında en önemlisi Pitti Sarayı idi.

Pitti Sarayı, devasa bir şey. Çok büyük. Kocaman. Zaten de bu amaçla inşa edilmiş. Floransa'daki Pitti Ailesi, Medici'lerden daha zengin olduklarını ispat etmek için bu sarayı inşa etmek istemiş.

İstemiş ancak, daha yapılma aşamasındayken inşaat masrafları yüzünden aile iflas etmiş. Medici Ailesi de sarayı inşaat halindeyken satın alıp tamamlamış. Böylece de eski sarayları gerçekten de Eski Saray, yani Palazzo Vecchio olarak anılmaya başlanmış.


Kapanış saatinden sonra gidince, bu sarayı ancak böyle dışarıdan görebildim. Kadraja tamamını sığdırmak mümkün olamadı. İnsanın ağzını açık bırakacak kadar heybetli. Özellikle de Ponte Vecciho yönündeki dar sokaktan çıkıp bir anda karşımda bunu görünce ağzım açık kalmış olabilir.

Belki aşağıdaki kapının fotoğrafı büyüklüğü hakkında daha iyi bir fikir verebilir.

Meşhur Ponte Vecchio köprüsünün üstünden geçtim, karşısından baktım, değişik açılardan bir sürü fotoğraflarını çektim. Üzerindeki kuyumcuların vitrinlerini inceledim lakin Vasari Koridor'undan geçemedim. Vecchio Sarayı ile Pitti Sarayı'nın bağlayan bu koridordan geçebilmek için zaman dışında rezervasyon da gerekiyor. Zira okuduklarıma göre çok kısıtlı sayıda ziyaretçi çok önceden yapılmış rezervasyonlar ile kabul ediliyormuş buraya.


Pitti Sarayı ve Vassari Koridoru dışında, sarayın arkasındaki Boboli Bahçeleri'ni de görmek isterdim. Rönesans bahçe düzenleme örneklerinin kullanıldığı ve daha sonra bir çok Avrupa bahçesine ilham kaynağı olan bu bahçeleri, ben de bir gün sahip olacağım bahçelerimin düzenlenmesinde fikir sahibi olmak için ziyaret etmek isterdim. Olmadı.

Son olarak Santa Croce, Santa Maria Novella, San Lorenzo gibi ünlü bazilikaları da görme fırsatım olmadı. Sanat tarihi ve mimari konularında pek de bilgili olmadığımdan zaten görsem bile yeteri kadar takdir edebilir miydim ondan da emin değilim doğrusu.

Eğer Floransa'da yeterli vaktiniz varsa, daha önce paylaştığım programa bunları da ekleyerek daha geniş bir zamana yayılmış bir plan yapmak isteyebilirsiniz. Hem benim görmediğim yerleri de görüp bana anlatırsınız.

3 Mayıs 2016 Salı

Floransa Gezi Programı

Floransa' ya gelip otele yerleştikten sonra hiç vakit kaybetmeden sokaklara atmak lazım kendimizi.

Sahip olduğu onlarca müzenin yanında kendisi de bir açık hava müzesi olan şehirde ben size nereyi tavsiye edersem edeyim hep bir şeyler eksik kalacak. Zaten benim zamanım da eksik kaldı ama kendi uyguladığım programı sizinle paylaşayım.

Pazartesi sabah 11 civarlarında indiğim tren istasyonundan hemen otele gidip yol arkadaşım, dert ortağım kırmızı bavulumu odama göz kulak olması için nöbetçi bıraktıktan sonra attım kendimi dışarı. Otele çok yakın tren istasyonuna geri dönerek Pisa'ya gittim ki bunu ayrıca anlatacağım. Pisa'dan saat 6 civarı dönüp ön keşfe başladım ama asıl Floransa seyahatim bir sonraki gün başladı.

Salı sabahı güne erken başladım çünkü yoğun bir program beni bekliyordu:


08:30
Galleria dell'academia
Biletler https://webshop.b-ticket.com/webshop/webticket/eventlist;jsessionid=5434834C1DD00B0547020E56D01231B7?language=en&languages=it&production=4&tokenName=CSRFTOKEN
10:00
Battistero
biletler: http://en.grandemuseodelduomo.waf.it/museo_dett.php?idtour=8484
10:30
Dome
11:30
Campanile di Giotto
12:30
Florence Cathedrale

13:00
Orsanmichele

14:00
Piazza della Signoria

14:30
Loggia dei Lanzi

15:00
Palazzo Vecchio
Biletler: http://www.musefirenze.it/en/museums/activities-search-results/?dove=palazzovecchio&target=pri&x=18&y=11&fasciaeta=&quando=&tipodiattivita=
16:00
Gallerie degli Uffizi
Biletler https://webshop.b-ticket.com/webshop/webticket/eventlist;jsessionid=5434834C1DD00B0547020E56D01231B7?language=en&languages=it&production=4&tokenName=CSRFTOKEN
17:35
Ponte Vecchio

19:00
Piazzale Michelangiolo


Sabaha meşhur Davut heykelinin yer aldığı Galleria dell'Academia'da başladım. Gitmeden önce yaptığım araştırmalarda da okumuştum, İtalyanlar bile bu müzenin Davut heykelini sergilemek için yapıldığını söylüyorlarmış. Gerçekten de müzede sergilenen başka eserler olsa da hiç biri Davut'un gölgesinden kurtulamıyor maalesef.

Eğer sanat tarihi konusunda derin bir bilginiz ve merakınız yoksa, zamanınız ve bütçeniz kısıtlıysa plan yaparken bu bilgiyi aklınızın bir köşesinde tutmak isteyebilirsiniz.

Müze ziyaretinden sonra istikamet Piazza Duomo:

Burada görecek çok şey var: çan kulesi, vaftizhane, katedral ve elbette katedralin kubbesi. Hepsini hakkını vere vere gezdim. Bologna'dan idmanlı olduğum için burada da kule gördüm mü affetmedim, tırmandım.

Vaftizhanenin kapıları ve tavanı, katedralin vitrayları ve freskleri, kubbenin ise manzarası şahaneydi:




Yukarıdaki fotoyu kubbenin tepesinden çektim. 500 dar ve dik basamakla çıkılan kuleye tırmanmak hiç kolay değil. Merdivenler o kadar dar ki, inenler ve çıkanlar karşılaştığında trafik sıkışıklığına neden oluyor. Çan kulesi de aynı manzarayı sunuyor ve tırmanması nispeten daha kolay. Bu nedenle tercih edilebilir. Öte yandan kubbeye tırmanırken katedralin vitraylarını ve tavandaki fresklerini daha yakından görme fırsatınız oluyor. Artık seçim size kalmış.

Piazza Duomo'yu keşfettikten sonra, dış cephesindeki 14 adet heykeliyle ayaklı müze olan Orsanmichel'i de teftiş edip soluğu Piazza Signoria'da aldım. 

Bir çok heykele ev sahipliği yapan bu meydanda vakit geçirmek oldukça keyifli oldu benim için:

Heykel teftişlerimi tamamladıktan sonra, tüm haşmetiyle Senyörler Meydanı'na hakim Palazzo Vecchio'ya giriyorum. Burası meşhur Medici ailesinin ikamet adreslerinden biriymiş. Gerçi Pitti Sarayı'nı gördükten sonra haşmet kelimesini burada çok yersiz kullandığımı fark ettim, ama o konuya sonra geleceğim:

Elbette fotoda gördüğünüz o kuleye DE tırmandım. Artık basamak sayısını hatırlamıyorum, 3 günde tırmandığım 5. kule olduğu için basamak sayılarına da duyarsızlaştım sanırım. Bu kulede 3 cepheye yaklaşmayı engellemişler, sadece bir cepheden manzara görebiliyorsunuz ve o manzara da aşağıda:

Sarayın içini gezip kulesini de fethettikten sonra bir sonraki durak, hemen arkasındaki Uffizi Galerisi.

Öncelikle şunu itiraf edeyim, ben Uffizi'yi Ali, Veli, Leyla gibi bir isim sanıyordum; meğersem Uffizi "ofis" anlamına geliyormuş. Yani aslında burası Medici Ailesi'nin çalışma ofisleriymiş.

Burada sergilenen bütün eserleri görmek için bir tam günü geçirmek gerekir herhalde. O kadar büyük ve kapsamlı ki. Ben de Boticelli' nin resimlerine öncelik verecek şekilde 1,5 saatimi ayırdım bu müzeye.


Böylece, günlük sanatsal aktivite kotamı doldurmuş oldum. Ama bir itirafım var: önümüzdeki bir yıl boyunca bir tane daha Madonna and Child tablosu görmeyi bu bünye kaldıramaz artık.

Bu kadar yoğun bir günü bitirmenin en güzel yolu bütün gün gezdiğim her yeri ayaklarımın altına seren Piazzale Michelangelo'da oturup güneşi batırmak oldu: