10 Ağustos 2016 Çarşamba

Orphan Black

Bilim dünyasından iki beklentim var: ışınlanma ve klonlanma. Hayat kalitemizi arttıracak bu iki konuda geç bile kalındı.

Işınlanma konusundaki gelişmeleri şurada aktarmıştım. Görünen o ki biraz daha beklememiz gerek.

Madem bizi ışınlayamıyor bilim dünyası, bari klonlasınlar da aynı anda iki yerde falan bulunup her bi şeye yetişebilelim. Hele şahsen öyle günlerden geçiyorum ki, aynı anda sekiz yerde olsam bir sekize daha ihtiyaç duyacak haldeyim. Lakin klon diyince Dolly olmak da istemiyorum. Kendim olarak klonlanmayı tercih ederim.

Bir de şunu açıklığa kavuşturayım, ben böyle klonlanayım falan derken olayın sadece pragmatik kısmına odaklanıyorum. Yani bu yazdıklarımı okuyup da sonra bana felsefi, ahlaki, teolojik ahkamlar kesmeyin.

İşte ben böyle fantastik fantastik hayaller kurarken sen Holivut klonlama dizisi çekmesin mi? (Şimdi bu dizi işlerine Holivut bakmıyor olabilir ama benim için hepsi aynı kapıya çıkıyor.). Dizimiz Orphan Black.

Benim hayallerimi yıktı. Klon olmak hiç de iyi bir şey değilmiş meğersem. Bir kere gizli kalmak zorundalarmış çünkü sürekli birileri bunları öldürmeye çalışıyor. 3. sezonun ortasına geldim ama hala klonları kim neden öldürmek istiyor anladıysam Arap olayım.

Bir de bu klonları yapamamışlar, hepsi hasta. Birileri öldürmese bu sefer hasta olup ölüyorlar.

Üstüne üstlük bu klonlar birbirlerinin yerine geçip hayatı kolaylaştıracaklarına işleri iyice içinden çıkılmaz hale getiriyorlar. Ne zaman biri diğerinin yerine geçse hep bir gerilim, hep bir işlerin sarpa sarması. Valla yüreğim ağzımda izliyorum. Beceriksiz klon istemiyorum.

Başroldeki klonlar Sarah, Cosima, Allison, Helena ve biraz da Beth. Elbette tahmin edeceğiniz üzere klonların hepsini aynı oyuncu kızımız oynuyor. Onun da rol yeteneğine hayran kalmamak mümkün değil. Benim favori klonum ise Sestra Helena.

2. sezonun sonundan itibaren de erkek klonlarımız arz-ı endam eyliyor. Onların isimlerini hatırlayamadım şimdi ama kısaca Castor'lar diyeyim. Sürpriz bir şekilde onları da aynı erkek oyuncu oynuyor. O da iyi.

Sonuç olarak ben klonlanmanın hiç böyle tehlikeli bir şey olabileceğini düşünmemiştim. Bilim insanlarının klonlama çalışmalarını hızlandırmaları isteğim konusunda şüpheye düştüm.

Ama ışınlanma konusundaki fikirlerimi kimse değiştiremez.

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Syg, Svg, Tşk, Slm vs. vs. vs.

Her normal insan gibi benim de takıntılarım var. Bir tanesi de dil kullanımı. Hep şunu söylerim: herkes iyi bir edebiyat ustası olamaz ama herkes anadilini doğru kullanmakla yükümlüdür.

Kelimelerin, atasözlerinin ve deyimlerin anlamlarını doğru kullanmak; bağlaçları, soru eklerini ayrı yazmaktan bahsediyorum alt tarafı. O kadar da zor olmasa gerek.

İş gereği her gün bir sürü mail okuyorum. Bu okuduğum maillerde böyle basit hatalar gördüğüm an o kişiyle ilgili yargım şekilleniyor. Ve ne yazık ki şekillenen şey olumsuz bir şey oluyor.

Böyle havalı havalı unvanları olan adam/kadınlar bir anda gözümden düşüyor. Eğitimsiz olsa neyse ama sorsan bilmem ne üniversitesinin bilmem ne bölümünü bitirmiş, bilmem nereden em-bi-ey'i varmış. Hadi oradan, sen daha "de"yi ayrı yazmayı öğrenememişsin, o kadar okullardan rüşvetle rüşvetle diploma almadığın ne malum!

Bir de maillerde yazılan selamlama sözcüklerinin kısaltılmasından hiç hoşlanmıyorum. Mesela uzun uzun yazmış yazmış yazmış, sonuna "Syg". Şaka mı yapıyorsun diye sorasım geliyor. Sonuna saygı ekleyecek resmiyette bir ilişkinin olduğu birine yazdığın maili bitirirken kısaltma kullanmak bu ne perhiz bu ne lahana turşusu değildir de nedir.

Saygılarımla yazmak yerine Syg yazınca ne kadar zaman kazanacaksın ki? 3-5 saniye mi? Birisine 3-5 saniyelik ek zaman ayıracak kadar saygı duymuyorsan oraya onu da hiç yazma zaten.

Aynı hislerim Svg kısaltması için de geçerli. Gerçekten Sevgilerimle yazmaktan üşeneceksen sevgin batsın. Tşk, Mrb, Slm ... hep aynı.

Böyle kısaltmalar içeren bir mail aldığımda anında ASL diye cevap veresim geliyor.

Dağılabilirsiniz...

3 Ağustos 2016 Çarşamba

Asla Yalnız Yeme

Neyi bildiğin değil, kimi tanıdığın önemli...

Buna katılmayan varsa tek sebebi tecrübe eksikliğidir. Yoksa her canlı bir gün "çevre" nin önemini anlayacaktır.

Torpili kastetmiyorum - ama varlığını yadsıyacak değilim. Bir işi halletmek, bir problemi çözmek için doğru kişiye ulaşmanın önemini bilmeyen var mıdır?

Sosyal medyayı boşuna sevmiyoruz herhalde. Eğlencesi bir yana ulaşılabilirliğe katkısı Graham Bell'i geçti. Her nimetin musibeti var elbette, aynı ölçüde kolay ulaşılabilir olmak kimi zaman can sıkıcı olabiliyor ama bu ayrı bir yazının konusu olsun, biz kendi konumuza dönelim: Asla Yalnız Yeme yazar Keith Ferrazzi.


Amerika'da best seller olmuş kitap, size iş hayatınızda "başarıyla başarısızlığın arasındaki ince çizgi" yi geçirmeyi vaat ediyor. Peki nasıl olacak bu? Elbette ilişkilerinizle.

Keith Ferrazzi, özetle hedeflerinizi belirleyin, ve bu hedeflerinize ulaşmak için size yardımı olacak kişileri tespit edip tanışın diyor. Ama elbette tanışmakla iş bitmiyor, ilişkiyi de devam ettirmeniz gerekiyor. İşte kitapta tüm bunları yapmak için kendi uyguladığı metotları anlatmış.

Anladığım şu, ilişki yönetimini bir iş olarak ele alıp önemli miktarda zaman ve bütçe ayırmak gerekiyor.

Yazarın önerilerinin işe yarar olup olmadığını tartışacak değilim, belli ki yaramış ki önemli şirketlerde üst düzey yöneticilik yapıp kendi şirketini kurmuş, üstüne üstlük çok satan bir kitap yazmış. Ancak önerilerinin uygulanabilirliği konusunda dikkat çekmek istediğim iki nokta var.

Birincisi kültür farkını unutmamak lazım. Keith Ferrazzi'nin yöntemlerinden biri ilişkisini geliştirmek istediği kişileri evinde yemeğe davet etmek. Ama çok da abartmanıza gerek yok, bir kase çorba, salata ve bir dilim ekmek ikram edebilirsiniz diyor. Şimdi bizim burada, evine böyle önemli insanları davet edip sonra da yemek niyetine eline bir kase çorba tutuşturduğumu düşünüyorum da, bırak yeni ilişki kurmayı mevcutlar bile bozulur valla.

İkincisi benim kitabı okurken edindiğim izlenim şu ki Keith Ferrazzi her ne kadar iş hayatında ilişkileri ile başarılı olmuş olsa da özel hayattaki ilişkilerinden sınıfta kalmış. Karısı terk etmiş falan filan. Düşünüce çok da şaşırtıcı değil aslında. Her dakikasını ve her tanıştığı insanı ilişki yönetimi açısından fırsata çevirmeye çalışan, sosyal kelebek gibi o etkinlikten bu etkinliğe koşturan ve eve her fırsatta tanımadığım bir dolu insanı dolduran biriyle hayat geçmez. Biraz mahremiyet, özel hayata saygı lütfen!

Bütün bunlar bir yana, hayatın her alanında olduğu gibi işte de iyi ilişkilerin önemi yadsınamaz. Kitaptaki önerlilere kendinizi fazla kaptırmadan göz atmak fena olmaz bence.

1 Ağustos 2016 Pazartesi

Büyükada Prenses Koyu Plajı

İstanbul'da yaz tüm hızıyla devam ederken bizim de İstanbul'da denize girme aktivitelerimiz aynı hızla devam ediyor. Bu sefer istikamet Büyükada.

Ada Kahvaltı'da kahvaltımızı yaptıktan sonra tekrar sahile dönüp vapur iskelesinin sol tarafından kalkan motorlarla soluğu Prenses Koyu'nda alıyoruz.

OKHOK'un yaptığı araştırmalara göre Büyükada'da suyu en temiz koylardanmış burası. Mevzu bahis araştırma ise OKHOK'a güvenebilirsiniz.

Yaklaşık 15 dakikalık bir motor yolculuğundan sonra Prenses Koyu'na varıyoruz. Genişçe bir beton platform üzerine oldukça sıkışık nizam dizilmiş şezlonglar mevcut. Bir de en uçta küçük bir kumsal. Kumsal kısım küçük ama çocuklu aileler için işe yarıyor.

Denize kumsaldan girilebiliyor lakin çok yosun olduğu için biz tercih etmedik, beton platformdaki merdivenleri kullandık. Merdivenlerden indiğiniz noktada su derin değil, dizlere geliyor. Denizin zemini de kumluk.

Çalışanlar oldukça kibar. İki kere yer değiştirmemize, otuz kere şemsiyeyi o tarafa, ay yok olmadı bu tarafa çektirme talebimize, sekiz parçada sipariş vermemize rağmen her seferinde güler yüzlerini eksik etmediler.

Plajın kafesinde alkollü/alkolsüz içecekler, atıştırmalık yiyecekler, meyve, balık var. Fiyatlar fahiş değil.

Plaja giriş ücreti kişi başı 35 TL. Bu ücretle şezlong, şemsiye, duş, wc faydalanabiliyorsunuz. Bir de tüllü falan localar vardı, localar 250 TL miymiş neymiş, ama giriş ücreti alınmıyormuş. Çok anlamadım, çok da ilgilenmedim zaten.

Giriş ücreti verdikten sonra, çalışanlar ne kadar kibar olsa da insan bir de temizlik bekliyor. Maalesef bu açıdan sınıfta kaldı Prenses Koyu, bunu söylemeden geçemeyeceğim. Wc'lerin hali içler acısıydı, mutfak hakkında da şüphelerim var. Gidecek olursanız bunu bilin.