28 Nisan 2015 Salı

Otori Efsenesi 3

Ben bu Otori hikayelerini pek sevdim. Bir çırpıda üçüncü kitabı da okudum: Brillance of the Moon.


İlk kitap olan Across the Nightingale Floor'dan burada, ikinci kitap olan Grass for His Pillow'dan da şurada bahsetmiştim.

Üçlemelere karşı tavrımı daha önce net bir şekilde ortaya koymuştum. Öncelikle şunu söyliim bu seride yanıldığımı görmekten ziyadesiyle memnunum. Şahsi fikrim hikayenin derli toplu bir şekilde toparlandığı yönünde.

İkinci kitabın sonunda Kaede ve Takeo'yu aşktan gözleri kör olmuş, tüm Üç Ülke ahalisini karşılarına almış bir vaziyette bırakmıştık. Bugüne kadar hiç bahsetmedim bu Üç Ülke meselesinden ama kısaca özetlemek gerekirse hani bir sürü klanlar vardı ya, işte bunlar Orta, Batı ve Doğu olarak üçe ayrılmış bir kara parçasında kozlarını paylaşıyorlar. Bu kara parçasının tamamı da Üç Ülke (Three Countries) diye geçiyor.

Bakalım Takeo intikamını ve mirasını kötü amcalardan alabilecek mi, bu amacı için destek bulabilecek mi, Kaede ile mutlu olabilecekler mi? Peki Kaede ne yapacak, iktidarını kabul ettirebilecek mi, bunun için kimlerle hangi mücadelelere girmesi gerekecek, başarılı olabilecek mi?

Olaylar, olaylar, olaylar...

Eski düşmanlar nasıl dost oluyor, eski dostlar nasıl düşman oluyor, ittifaklar nasıl bozuluyor, yeni ittifaklar nasıl kuruluyor hepsi bir çırpıda okunuyor.

Amaaaa şunu söylemeden de geçmiiim, mitoloji, kurgu, masal bile olsa ezilen, yok sayılan, boyunduruk altına alınmaya çalışılan, itaat etmesi beklenen hep kadınlar, hep kadınlar. Şimdi yine zor tutuyorum kendimi kardaşlarımmmmm, yoldaşlarımmmmm, hemmmmmcinslerimmmmm diye boğazımı yırtasım geliyor.

Kaede ve Takeo'nun hikayesi ve mücadelesi burada son buluyor bulmasına ama hikayenin öncesi ve sonrasını anlatan iki kitap daha yazılmış demiştim. Şimdi onları okuyacağım, ancak ufak bir aradan sonra. Bir hafta buralarda olmayacağım, döndüğümde yine bir seyahat planı internet alemlerinin emrine amade olacak.

27 Nisan 2015 Pazartesi

Bir sinema keyfim vardı

Sinemaya gitmeyi çok severim. Işıklar kararıp da sanki hikayenin baş kahramanı benmişim gibi 2 saat boyunca kendimi kaybetmeye bayılırım.

Fantastik, doğa üstü hikayelere düşkünlüğüm de aynı sebepten kaynaklanıyor. Bu hayatın gerçekliğiyle ilgili problemlerim var. Bir paralel evren varsa şayet oraya transfer olmak isterim. Umarım ilgili makamlar sesimi duyar.

Neyse, sinema diyordum, çok severim. Sanata saygım sonsuz da, sinemayı daha çok iyi vakit geçirme aracı olarak görüyorum. (Iyyyy sığ insan, napiiim ama öyleyim). Bu nedenle tempolu, macera, aksiyon dolu filmlere bayılırım.

Durağan filmlerde haliyle sıkılıyorum. Bir Miss Daisy'nin Şoför filmi vardı mesela, zaten çok da küçüktüm gittiğimde, 10-11 yaşlarında falan olsam gerek. Ayyy ne işim varmış o filmde, bugün bile hala sorarım kendime. Ne sıkılmış ne sıkılmıştım hiç aklımdan çıkmıyor.

Ama bir de benim ilk gençlik yıllarımın efsanesi Speed vardı. Nefes almadan izlemiştim adeta tüm filmi. Hatta sinemadan çıktıktan sonra eve gitmek için bindiğim dolmuşta, "şimdi bizim minibüste de bir bomba olsa ne olur" diye kendi senaryomu da yazmıştım. Hey gidinin hey, magirus minibüsten aksiyon çıkarmaya çalışan masum velet...

Sinemayı bu kadar seviyorum sevmesine de artık sinemaya gitmek benim için işkence haline geldi desem ne dersiniz? Bu cep telefonları çıktı çıkalı sinemanın tadı kaçtı

Ben tam filmin en heyecanlı yerinde kendimi kaptırmış kötü adamlarla mücadeleye başlamışım, çaaaat önümden bir ışık halesi. Ne oldu? Ön koltukta oturan, zat-ı şahaneleri o kadaaaar mühim bir kişilik ki her 5 dakikada bir vatsaptan mesaj mı gelmiş, sosyal medyada kaç like almış kontrol etmezse dünyanın sonu gelecek. Sanırsın hayat memat meselesi.

Görgüsüz. Hayır ben de öyle susacak ya da kendi kendime öfleyip püfleyecek mizaçta bir insan diilim ki. Bir iki kere sesimi çıkarmıyorum ama devam ederse uyarıyorum. Ondan sonra al başına belayı.

Bir de şu mısırı sinemada yenir diye kim icat ettiyse bol bol anıyorum kendisini. Sinemada yenebilecek en uygunsuz yiyecek kendisi. Paketten alırken haşır huşur, yerken çatır çutur sürekli bir gürültü kaynağı.

Aaaah ah nerede o eski sinema günleri mirim.

23 Nisan 2015 Perşembe

Bugün 23 Nisan...

... neşe doluyor insan da geçmişte tüümmmm 23 Nisan'larımın bu kadar neşeli olmadığını söylemem lazım.

Çocukluğumda intihara meyilli bir velettim. Psikolojik sorunlardan falan bahsetmiyorum. Zaten ben çocukken psikolojik sorun diye bir şey yoktu, hep sonradan icat oldu bunlar.

Neyse efendim, küçüklüğümdeki bir kaç intihar girişimimden daha evvel bahsetmiştim, üşenmeyin tıklayın, okuyun.

İşte bu girişimlerden birinde kolum kırılınca, alçılı kolla bayrama da çıkamadım. Bayrama çıkmak = 23 Nisan törenlerine katılmak. Bayrama çıkmak önemliydi bizim için, özel kostümler dikilirdi; şiiri kim okuyacak, ronta kim çıkacak, tabelayı kim taşıyacak hepsi önemli konulardı.

Küçüktüm falan ama olgunum da yani, kolum kırıldığı için alçıda, bu nedenle kostüm giyemem, bu nedenle bayrama çıkamam diye çok güzel ikna etmişim kendimi, belki de annem etti hatırlamıyorum. Buraya kadar sorun yok. Amaaaa kader ağlarını örmeden olur mu? Olmaz.

Üçüncü sınıfa gittiğim o sene kardeşim de ilkokula yeni başlamış, ve yazılı olmayan kurallar gereği birinci sınıfların bayram kostümleri her zaman daha göz alıcıdır. Kardeşim o sene bir kelebek oldu. Mavi - beyaz saten ve tülden elbisenin tellere gerilmiş tüllerden kanatları bile vardı!

Elbise bayramdan bir gün önce terziden geldi, o kanatlardan dolayı dolaba sığmadığı için evin ortasına bir yere asıldı. Ama hala abla olarak olgunluğumu koruyorum, arızaya bağlamıyorum. Kardeşim kelebek olabilir ama benim kolum kırıldığı için alçıda, bu nedenle kostüm giyemem, bu nedenle bayrama çıkamam mantrasına hala sıkı sıkı sarılıyorum.

Derken annemin bir arkadaşı geldi eve, kelebek kostümünü gördü ve sanki ben orada yokmuşum gibi gözleriyle beni işaret ederek "bu elbiseyi neden astınız buraya göz önüne, kardeşini kıskanmıyor mu?" dedi. İşte tam o anda, yanıma yancı da bulmuşum, kıskanmam da gerekiyormuş madem, başladım yaygaraya "banane beeee kırık koldan, alçıdan! ben de kelebek olacammmm işşştee"

Valla o gece bizim evde kimse uyudu mu bilemiyorum, ben bana yar olmayan elbiseyi nasıl başkasına yar etmem planlarıyla boğuşurken annem ve babam da elbiseyi nasıl koruruz nöbeti tutmuş olabilir.

Ertesi sabah, annemin öğretmen olduğu için görevli olduğu ve kardeşimin de kelebek olarak iştirak ettiği törene babamla birlikte seyirci olarak katıldık. Artık ben kelebek olamadım diye ne domuzluk yaptıysam saçımı bile taratmamışım, yüzüm gözüm de şişmiş bir gece öncenin hain planlarından.

Zor bi çocukluktu benimki yav!


21 Nisan 2015 Salı

Otori'ye devam

Japonya'nın nasıl beni gizli gizli çağırdığını yazmıştım, tam buraya tıklayarak okuyabilirsiniz. Ben de bu çağrıya kulaklarımı tıkamıyorum, zihinsel olarak kendimi hazırlıyorum. Japon kültürünü daha iyi tanımak için çalışmalarım devam ediyor. Kısaca Otori maceralarına devam.

Serinin ikinci kitabını bitirdim: Grass for His Pillow.


İlk kitapta Takeo ve Kaede'yi zor isimli başka bir sürü karakterle birlikte bir karmaşanın ortasında bırakmıştık. Kötü adam öldü diye dünya bir anda daha güzel bir yer haline mi gelecekti, gelen gideni aratacak mıydı, Takeo ve Kaede'nin halleri nice olacaktı, ve başka bir sürü sorularla kapatmıştım son sayfayı.

İkinci kitapta, bu soruların bir kısmının yanıtlarını öğreniyoruz, ama elbette yeni sorular eskilerin yerini alıyor. Takeo ve Kaede hem ayrı düşmüşler hem de yeni koşullar içinde var olmak için kendi savaşlarını veriyor. Yanlarında ilk kitaptan hatırlaması zor isimli kahramanlarla ve yeni kahramanalar eşlik ediyor, elbette onların da isimleri yine zor.

Takeo ve Kaede geleneklere karşı koyup kendi kararlarının peşinden gidebilecek, kendi seçimlerini yaşayabilecekler mi? En önemlisi vuslata erebilecekler mi? Merak ediyorsanız cevaplar kitapta. Ben de söylerim söylemesine de sonra spoiler falan diye bozuk atanlar oluyor, kırılıyorum.

Serinin bu ikinci kitabında en beğendiğim şey Kaede'nin sessiz, uysal, korkak hallerinden sıyrılıp nasıl güçlü bir kadın kahramana dönüştüğünü izlemek oldu. Aslanım Kaede, bu erkeklere ezdirme kendini, hepsini dize getir.

Bu üçlemeden muhteşem bir film olur. Görselliği bir düşünsenize: kiraz ağaçları, karlı dağlar, savaş sahneleri, tapınaklar, seremoniler... Her şey bir sinema filmine çok uygun. Zaten yazarımızın sitesinden okuduğum kadarıyla film hakları daha ilk kitap yayınlanmadan Universal tarafından satın alınmış da hala senaryo yazma çalışmaları devam ediyormuş. İlk kitabın 2002 yılında yayımlandığını belirtmek isterim.

Hollywood uyuma!

20 Nisan 2015 Pazartesi

Nostalcik

Geçtiğimiz hafta sonu anılar kuşağı gibi geçti. Bir lise arkadaşımızın evlenmesi sebebiyle bir nevi "lise buluşması" yaşadık. Öncelikle kendisini evlendiği için tebrik ediyor sonra da teşekkürlerimi iletiyorum. Kalpten. Böyle bir buluşmaya vesile olduğu için.

Tamam gerçekçi olalım, hayat artık eskisi gibi değil. Feysbuk diye bir şey var, herkesten bir şekilde haberdar oluyorsun ama, eksikler olsa da, o kadar insanı kanlı canlı bir şekilde bir arada görmek güzeldi.

Önce havadisler: sanırım benim lise arkadaşlarım, ama kız olanlar, birer vampirmiş. 19 sene oldu biz liseden mezun olalı, hepsi aynı kalır mı? Kalmış. Laf aramızda daha da gzelleşenler bile var. Ben de aynı kalmışım, öyle dediler, güzelleşme konusunda kimse bir şey demedi ama.

Erkeklere gelecek olursak, hepsiiiii çooook, nasıl anlatsam, karizmatik desem anladınız siz onu. Neyse, yakışıklı arkadaşlarıma selam olsun. Vampir olmayabilirler ama insan önce insan olmalı nihayetinde.

Böyle çevremden duyuyorum, insanlar lise buluşmalarına Oscar törenlerine hazırlanır gibi hazırlanıyor. Adeta kampa giriyorlar. Ne gereksiz. Bizim okul orta ve lise bir arada olanlardandı, yani ilkokulu bitirir bitirmez bir arada okumaya başladık, ki bu grubun içinde ilkokulu da beraber okuyanların sayısı hiç az değil.

Derdim ilkokul değil de, asıl sonrasını kastediyorum. Eğri oturup doğru konuşalım, bizler ergenlik dönemini bir arada geçirmiş insanlarız. Çirkin ördek yavrusundan kuğuya dönüşme aşamalarımızın her gününü beraber geçirdik. Şimdi görünüşünü değiştirsen de insanların hafızasını nasıl sileceksin. Numara çekmeye, artizlik yapmaya gerek yok yani, rahat olmak lazım.

Bütün hafta sonu masadaki herkesi tek tek düşündüm, herkesle güzel anılarımı bir bir hatırladım. En çok güldüğümüz, kıkırdadığımız, birbirimizi desteklediğimiz her şeyi tek tek anımsadım. Yıllar sonra bakınca her şeyi toz pembe görme eğilimli oluyoruz. Kötü anılar hiç yok muydu peki? Muhakkak vardır, olmaz mı, ama hiç biri aklıma gelmedi. Onlar tarihin tozlu sayfalarında yitip gitmişler, beter olsunlar. Sadece benim değil, herkesinki öyle olmuş ki herkes aynı şekilde neşeliydi. Ya da efendi çocuklar, terbiyelerinden unutmuş gibi davrandılar. İkisi de bana uyar.

Herkesin lise anıları komiktir, bizimkiler de kimseninkilerden aşağı kalacak değil elbet. İki gün boyunca, sanki her şey dün olmuş gibi anlattık güldük, güldük anlattık. Eşler tanıştırıldı, çocuklar kaynaştırıldı.

Pazar akşama doğru arkadaşlardan biri durumu çok güzel ifade etti: "Tatilin son gününü yaşıyor gibiyim, hem tadını çıkara çıkara geçirmek istiyorum bugünü hem de bitmesin diye zamanı durdurmak"

Güzel anıları yad etmek, herkesi mutlu görmek bana çok iyi geldi. Umarım en kısa zamanda yeni anılarımızı biriktirmeye başlarız.

15 Nisan 2015 Çarşamba

Kene macerası

Tam da oryantiring'de hızımı almış parkur tamamlama konusunda aşama kaydetmişken iki hafta zorunlu ara vermek zorunda kaldım. Neden? Keneler. Sanırım sezonun keneleri açılış benimle yaptılar.

İki hafta önce, iki tane kendini bilmez kene bana musallat ol, biri elime biri boynuma yerleş, ben bunu 1 tam gün sonra fark edeyim, bu keneler birrrr gün boyunca benim kanımı emsin, ben panik içinde işyeri doktoruna koşayım, doktor beni korkutsun, devlet hastanesine yollasın, devlet hastanesindekiler beni zerre kadar umursamasın, keneyi çıkartıp beni yollasınlar, iş yeri hekimi beni daha da korkutsun (aynen kendisinden alıntı yapıyorum: "ay bu kene ısırığı da çok kötü, belirtisi yok, tedavisi de yok"), 2 haftalık tahlil süreci, 3 günde bir kan verme, son tahlil sonucunu salı günü almam ve en azından kısa vadede keneden ölmeyeceğimi öğrenmem.

Ooooof, hayatım film şeridi gibi geçti gözümün önünden yeminle.

Benim kendini bilmez keneler toplu iğne başı kadardı. Normalde daha büyük olurmuş bu meretler. Bunlar sezon başı olduğu için semirememiş herhal.

Bu süre zarfında öğrendiklerim:

* Kene vakalarına devlet hastaneleri bakıyormuş. Ama sadece bakıyorlar. Normalde kene örneğini alıp analiz etmeleri, kayıt altına falan almaları gerekiyormuş. Hikaye.

* Her iki doktorun da ilk sorusu kenenin nerede ısırdığı oldu. Bu önemli bir soruymuş, zira henüz İstanbul'da öldürücü kene vakasına rastlanmamış.

* Kene ısırdıktan sonra ateş, halsizlik, kırgınlık, yorgunluk gibi belirtiler görülürse hemmmmmen bir devlet hastanesinin intaniye bölümüne başvurmak gerekirmiş.

* İlk önce 3 günde bir  3 kere, daha sonra da bir hafta sonra olmak üzere toplam 4 kere kan verdim. Özellikle trombosit sayısı önemli, bir düşme olursa alarm, alarm, alarm. Son testte kan değerlerinin yanı sıra karaciğer enzimlerine de bakılıyor. Yani benim doktor öyle istedi.

* Elbette düzenli bir şekilde herrr gün ateşimi ölçtüm. Biraz oyun haline getirmiş olabilirim. Ateşim 36,3 - 36,4 seviyelerinde dolaşıyor. Kesin bilgi.

Benim test sonuçları mikemmel, taşşşşş gibiyim maşallah. Bundan sonraki oryantiring kariyerim ne olacak ben de bilmiyorum. Şu an karar verme aşamasındayım.

13 Nisan 2015 Pazartesi

Derinlerden Siperlere Çanakkale 1915

Cumartesi günkü Ayasofya gezisinden sonra gün bitmedi elbet. Kendimi Sultanahmet'ten aşağıya Eminönü kalabalığına doğru bıraktım. İstanbul'u gezmeye gelen turistler, her türlü ihtiyacı için alışverişe gelmiş İstanbullular, şu tatil gününde biraz da biz gezelim İstanbul'u diyen yerli turistlerle canlı, hareketli, kalabalık, bambaşka, her zaman gezmekten keyif aldığım bir yer Eminönü ve civarı.

Daha önceden bir çok defa önünden geçtiğim ama orada olduğunu fark etmediğim İş Bankası'nın müzesini gördüm bu sefer. Bir de bir afiş "Derinlerden Siperlere - Çanakkale 1915". Hemen içeri girdim. İş Bankası sponsorluğundaki bu sergi; Çanakkale Savaşları'nı denizaltı, deniz ve kara çarpışmalarıyla anlatarak bizleri tarihte acı bir yolculuğa çıkarıyor.


Girişte 25 Nisan 1915 sabahında itilaf devletlerinin yaptığı çıkartmayı, Türk savunma hattını, boğazda donanmaların konumunu gösteren bir maket yer alıyor:

Maketin sağ tarafını deniz çarpışmalarına, sol tarafı ise kara çarpışmalarına ayrılmış. Fotoğraf ve filmlerin yanı sıra savaş sırasında kullanılan mayın, top, torpidoların maketleri de sergileniyor. Ayrıca kara savaşları bölümünde Türk, Fransız, İngiliz ve Anzak askerlerinin kullandığı silahlar, günlük eşyaları, üniformaları da yer alıyor.

Askerlerin ailelerine yazdıkları mektup örnekleri, ailelerinden onlara gelen mektup örnekleri var. Gözleriniz dolmadan okumak mümkün değil. Atatürk'ün elinden yazılmış cephe emirleri var. Yokluk orada bile hissediliyor, her cephe emri ayrı bir çeşit kağıda yazılmış, ele ne geçerse.

Bir de Anzak siperi canlandırması yapılmış, elbette gerçekte siperlerin tamamı bu kadar donanımlı değilmiş, bu bir canlandırma olduğu için her detayın konduğunu söyledi rehber.


Bu Çanakkale Savaşları ile ilgili ne kadar okusak az, ne kadar öğensek yetmez. İsmini bilmediğimiz ne kadar çok kahraman var ayrı ayrı şükran borçlu olduğumuz. Ben mesela Seyit Onbaşı'yla birlikte aynı mermiler taşıyan Cemal Çavuş'u bilmezdim, bu sergide öğrendim. Bir Fransız bir İngiliz olmak üzere iki denizaltının batırılmasını sağlayan Müstecip Onbaşı'yı da, batırdıkları denizaltının mürettebatını kurtaran Sultanhisar Torpidobotu mürettebatını da...

15 Ağustos'a kadar açık olan bu sergiyi muhakkak görün. Giriş ücretsiz. Ayrıca yine ücretsiz rehberli turlar düzenleniyor (sanıyorum yarım saatte bir). Elbette rehberli turlar çok hızlı gerçekleşiyor, ama önce bu turlardan birine katılıp daha sonra kendiniz detaylı bir şekilde gezin. Çok hüzünleneceksiniz, ama hepimizin en ince detayına kadar bilmesi gereken bir zafer.

Ayrıca çocuklar için de özel turlar düzenleniyormuş. Rehberler de genç tarih öğrencileri. Çok istekle, hevesle anlatıyorlar. Onlara kocaman bir alkış.

İş Bankası'na da kocaman bir alkış göndermek istiyorum, böyle bir sergiye sağladıkları katkı için. Ayrıca bu müze için başlı başına alkışı hak ediyor. Kapıdaki güvenlik görevlilerinden içerideki görevlilere tüm personel çok kibar, her şey çok özenli.

Çanakkale Savaşları'nın 100. yılında tüm şehitlerimizin ruhu şad olsun.

12 Nisan 2015 Pazar

Ayasofya

Dün sabah erkenden bir işimiz için karşıya geçme durumumuz hasıl oldu. Saat 10 civarı işimizi bitirdik ve beyimin yoğun çalışma temposu nedeniyle ofise gitmesi gerektiğinden kocccca bir cumartesi günü bana kaldı.

Ben de fırsat bu fırsat diyerek vurdum kendimi Ayasofya yollarına. Üniversitede öğrenciyken iki kere ziyaret etmiştim, yıllaaaar geçmiş. 2 sene önce yine niyetlenmiştik lakin öyle bir kuyruk vardı ki göze alamamıştık. Kısmet bugüneymiş.

Günün kalabalığına kalmadan aldım biletimi girdim içeri. Giriş bileti 30 tl, müze kart geçmiyor. Sesli rehber de kiralamak isterseniz 20 tl daha ödeme yapmanız gerekiyor.

Ayasofya'nın sanat tarihi ve mimari açıdan ne kadar önemli bir yapı olduğunu bilmeyen yoktur. Vikipedi'den kısaca özetlemek gerekirse:

* Dünyanın en eski katedralidir.
* Yapıldığı dönemden itibaren yaklaşık bin yıl boyunca (1520'de İspanya'daki Sevilla Katedrali'nin inşaatı tamamlanana dek) dünyanın en büyük katedrali unvanına sahip olmuştur. Günümüzde yüz ölçümü bakımından dördüncü sırada gelmektedir.
* Dünyanın en hızlı (5 yılda) inşa edilmiş katedralidir.
* Dünyanın en uzun süreyle (15 yüzyıl) ibadet yeri olmuş yapılarından biridir.
* Kubbesi "eski katedral" kubbeleri arasında çapı bakımından dördüncü büyük kubbe sayılmaktadır.

Daha detaylı okumak isterseniz buyurun buraya. 

Daha önce Roma'daki Panteon'u yazarken de belirtmiştim, uzaylılar var ve çoook eskiden dünyaya gelip çeşitli imar faaliyetlerinde bulunmuşlar. Yoksa biri bana açıklasın o yılların imkanlarıyla bu kadar büyük yapılar nasıl inşa edilebilmiş.

Ayasofya'ya girip de etkilenmemek mümkün değil. İçeride girdiğinizde solda kalan cephe şu anda tamamen kapalı. Restorasyon çalışmaları nedeniyle iskele kurulmuş. Bu nedenle aşağıdaki foto  içerinin yarısını içeriyor. Bu hali bile insanı kendinden almaya yetiyor. Otorite her zaman işini biliyor. Böyle bir ihtişamın karşısında insanın itaat etmekten başka bir şeyi düşünmesi mümkün değil.

Yukarıda restorasyon çalışmasından bahsettim, 15. yy'da badana ile sıvanan mozaiklerin ortaya çıkartılması çalışmaları sürüyor. Şu anda sağlam mozaiklerin bir kısmının fotolarını çektim.

Bu mozaiklerde kafaları çevreleyen dairelerin bir anlamı vardı, sanırım Kariye Müzesi gezimizde öğrenmiştim ama hatırımda kalmamış. Aaaah ah birazcık sanat tarihi bilgim olsa keşke. Google'a da baktım şimdi ama bulamadım. Bu konuda bilgisi olan beni aydınlatırsa hayır duamı alır.

Bir de ikinci kattaki Viking'li bir asker tarafından bırakılmış "xxx buradaydı" tarzı yazı vardı. İnsanoğlu hep aynı, nereye gitse kendinden bir iz bırakmaya çalışıyor işte. Teeee Roma İmparatorluğu zamanında sen kalk nerelerden Konstantinapolis'e gel, nöbet sırasında kendini eğlemek için mermerin üzerine adını kazı. Sonra yüzlerce yıl sonra da bu yazı tarihi eser diye sergilensin. Adam bilseydi daha anlamlı bir şey yazardı herhalde. Boşuna dememişler söz uçar yazı kalır diye.

Sabah erken gitmiş olmanın verdiği rahatlıkla geniş geniş gezdim Ayasofya'yı. Öğlene doğru kalabalık başlarken ben turumu bitirmiş müzenin bahçesinde güneşe karşı kahve keyfimi ifa ediyordum.

Havalar da güzelleşiyorken bir gününüzü ayırıp şöyle güzel bir tarih ziyafeti çekin kendinize. Çıkışta da civardaki kafelerde keyif yaparsınız. Ama sabah erken gitmenizi şiddetle tavsiye ediyorum.

8 Nisan 2015 Çarşamba

Şimdi siz düşünün bakalım

İki hafta kadar önce buradan dertlendim de dertlendim: "havadan sudan konuşamıyorum, nasıl gidiyor diye sorulunca kalıveriyorum" deyu. Tam da buraya tıklayıp okuyabilirsiniz.

Okuyanlar var şükürler olsun. Hatta okumakla kalmayıp derdime derman olmaya çalışanlar da var.

Ertesi sabah ofise gittim, masada bir kitap, üstünde de bir not: nasıl gidiyor?

Daha önce burada bir kaç defa kulaklarını çınlattığım arkadaşım F, yine arkadaşlığını yapmış, tutmuş bana işin uzmanının kitabını getirmiş. Bana bunlarla gelin!

Larry King'in yazmış olduğu "Kiminle, Ne Zaman, Nerede, Nasıl Konuşmalı - İyi Konuşmanın Sırları".

İşin uzmanı diyorum çünkü Larry King'den bahsediyoruz. Adam ekmeğini çenesinden çıkarıyor. Oturmuş bunu nasıl yaptığının kitabını yazmış. Kitap demeyelim de, broşür daha uygun olur. Oturun, başlayın, 2 saate biter. Ben bitirdim.

İçerik çok doyurucu değil maalesef. Bol bol tekrar var. Örnek vermek gerekirse "bugün hava çok güzeldi" cümlesinin kelimeleri yer değiştirilerek 4 değişik şekilde yazılması gibi: "çok güzeldi bugün hava, hava bugün çok güzeldi, ..." şeklinde.

Yine de aklımda kalan bir şeyler var elbet. Özetlemek gerekirse: iyi konuşmacı olmak için iyi dinleyici olun, açık olun, samimi olun, esprili olun, yılmayın, gaf yapabilirsiniz kabul edip devam edin, basit ve anlaşılır bir dil kullanın, hitap ettiğiniz kişiyi/kitleyi tanıyın gerçekten onlara hitap edin, göz kontağı kurun, hazırlık yapın, gündemi takip edin...

Hepsi herkesin bildiği şeyler muhakkak ancak tekrar hatırlamanın zararı yok. Bana uyar, hepsi de makul öneriler. Kültürel farklardan dolayı bize hitap etmeyen başka öneriler de vardı elbette ancak işe yaramayacağı için aklımda tutmaya zahmet dahi etmedim. Kaynakları verimli kullanmak gerek, hafızamı idareli kullanmalıyım, daha önemli konular için lazım olabilir.

Kitapta benim muzdarip olduğum "havadan sudan konuşabilme" konusunda önerilere kısaca değinilmiş olsa da hatırımda kalanlardan da anlaşılacağı üzere ağırlıklı olarak işin teknik yönüne yer verilmiş. Yani konuşmanın içeriğinden ziyade "konuşabilmeyi" sağlayacak önerilere. Kısa bir bölüm de topluluk önünde konuşmaya ayrılmış.

Tam olarak benim problemimi çözmese de 2 saatimi bu kitaba verdim pişman mıyım? Hayır. Car car konuşma yeteneğime en ufak katkısı olan her şeyin başımın üstünde yeri vardır. Bu kitabın da muhakkak faydası olmuştur.

Geliştirilmiş konuşma yeteneklerimle bana hava hoş, şimdi siz düşünün bakalım!

6 Nisan 2015 Pazartesi

Japonya beni çağırıyor

Evrenin bazen bize gizli mesajlar yolladığına inanır mısınız? Ben inanıyorum. Tesadüf gibi görünen bazı olaylar aslında evrenin gizli güçlerinin bize bir şeyi yap ya da yapma deme yolları olabilir.

Mesela evren bana bu aralar "Japonya'a gitmelisiiiin, Japonya'ya giiiiit, Japonyaaaaaa, Japonyaaaaaa" diye fısıldıyor.

Okumak için elime geçen üst üste iki kitabın da Japonya'yı anlatmasının başka açıklaması var mıdır ki? İsviçreli bilim insanları bunu da açıklasın bakalım.

Rain Fall kitabından bahsetmiştim, hani beni Japonya konusunda nasıııııl sükut-u hayale uğrattığını falan anlatıp baya bi içlenmiştim.

Şimdiki kitabımız ise bizi bugünden alıp bir zaman makinesine bindirip feodal Japonya'ya götürüyor.

Kitabımızın adı Across the Nightingale Floor, yazar Lian Hearn. Öncelike şunu söyleyeyim yazarın gerçek adı Gillian Rubenstein imiş ama bu seride Lian Hearn mahlasını kullanmış. Neden bilmiyorum, bir gün kendisiyle tanışırsam sorarım. Ama vikipedi şöyle açıklamış: "The name 'Lian', comes from a childhood nickname and 'Hearn' apparently refers to herons which are a prominent theme in the series. It has also been suggested that the surname is most likely borrowed from Lafcadio Hearn; one of the first Western writers to tackle Japanese mythology.". Olabilir.

Kitaba dönelim. Across the Nightingale, yazarın Otori üçlemesinin ilk kitabı. "Otori de ne ola ki" dediğinizi duyar gibiyim. Daaaaat yanıt veriyorum: Feodal Japonya'daki klanlardan biri. Diğer klanlar olarak Muto var, Kikuta var, Tohan var, Maruyama var.

Bu kadar klanın olduğu yerde ne olur? Elbette ki iktidar savaşları ve olaylar olaylar. Pekiii bestseller olmuş bir kitapta savaş olur da aşk olmaz mı? Olur elbette. İşte burada kahramanımız devreye girer: hem çok yetenekli bir suikastçı, bi nevi dünyayı kurtarıyor, hem de aşkı buluyor: Takeo'ya merhaba diyin.

Pekiii Takeo narsist mi, kendine mi aşık oluyor? Elbette hayır! Kaede isimli, güzeller güzeli ama kılıç kullanma konusunda Takeo'dan hiç de aşağı kalır yanı olmayan hanım kızımıza.

Takeo ve Kaede'nin yanı sıra Shigeru, Kenji, Shizuka, Iida, Arai gibi isimleri olan başka kahramanlar da sahne alıyor hikayede. İsimlerini sayamadığım diğer kahramanlar beni affetsin ama bu kadar Japonca ismi hatırda tutmak da hiç kolay diil.

Yazarın kitabın sonunda yer alan ifadelerine göre, tüm hikaye hayali bir ülkede geçse de bazı gelenekler, görenekler, coğrafi betimlemeler ve iklim tasvirleri Japonya'yı andırabilirmiş. E heralde yani, anlatılan o çay seremonilerinin falan Marslılardan esinlendiğini sandığımızı düşünüyor olamazsın sanırım, ilahi Gillian.

Yalnız kitapta adı geçen ve gerçek olan bir karakter var: Sesshu. 15. yy'da yaşamış çok ünlü bir ressammış. Aynı zamanda bir rahip ve seyyah olan Sesshu'nun resimlerine Google'dan baktım ve hayran kaldım.

Bir de kitaba adını veren Nightingale Floor olayı var. Yine Google sağ olsun, yaptığım araştırmalara göre Japonca'da uguisubari adı verilen bu zeminler üzerinde yüründüğü zaman kuş cıvıldaması gibi bir ses çıkarması için özel olarak dizayn edilirmiş. Bazı saray ve tapınaklarda, koridorlarda kimse gizlice yürüyemesin diye güvenlik amacıyla kullanılırmış.

Bu Otori serisi üç kitaplık bir seriymiş. Üçleme diyince beni biraz endişe alıyor, daha önce yazdığım gibi. İnşallah, Gillian'cığım beni utandırır. Hikaye üç kitaptan oluşsa da arkasından da hikayenin başını ve sonunu içeren iki kitap daha yazılmış.

Mecbur hepsini okuycaz.

5 Nisan 2015 Pazar

Bade Chocolatier

Taksicilerin deyimiyle ben karşının taksisiyim. Avrupa yakasının. Kanımda bir Avrupalılık var, ondan olsa gerek.

1996 yılında geldiğim İstanbul'da okulum ve işimin de yeri dolayısıyla 2010 yılına kadar Avrupa yakasında ikamet ettim. Taksim, Beşiktaş, Şişli, Mecidiyeköy avucumun içi gibi bilirim. İddia ediyorum ki İstiklal Caddesi'nde basmadığım taş yoktur.

Gel gör ki 2010 yılında, çeşitli şartların olgunlaşmasıyla Anadolu yakasına transfer oldum. Hem de Anadolu'nun böğrü denilebilecek, Kocaeli il sınırına yakın bir bölgeye.

Artık daha çok vaktimi Kadıköy ve civarında geçirmeye başladım ki bundan ziyadesiyle memnunum. Bahariye'den yukarı doğru vurup, Moda'ya uzanmak, oradan iskeleye doğru inerken çeşit çeşit insan, değişik değişik dükkanlar görmek bile insanın içini açıyor.

Özellikle Moda civarına bayılıyorum. O kadar güzel kafeler var ki, Moda Caddesi'nde yürürken bende oluşan hissiyat bu kafelerin hepsine girip bir şeyler yeme içme isteği oluyor. Elbette hepsini aynı gün test etmek mümkün olmuyor ama elimden geldiğince çaba gösteriyorum. Daha önce İstisna Tatlar ' dan bahsetmiştim. Bugün ise en az onun kadar tehlikeli bir yerden bahsedeceğim: Bade Chocolatier.

Adından da anlaşılacağı gibi bir çikolata dükkanı, ufacık, minicik bir lezzet bombası diyebiliriz kendisine. Aşağıdaki fotoda tezgahtaki çeşitlerin fotoğrafını görebilirsiniz, sol alt köşedeki boşluk bizim eserimiz:


Leziz çikolata ayrı ama bu dükkanı özel yapan içeri girdiğiniz anda hissedilen zerafet, sunumlardaki şıklık ve incelik. Şu kahve sunumundan ne demek istediğimi anlayacaksınız:


Biz kahvelerimizin yanında aldığımız çikolataların yanı sıra biraz da paket yaptırdık. Paketin sunumu ayrı güzel, aşağıdaki fotoda sol alt köşede gördüğünüz kutunun içinde ise instagram takipçilerine özel sunulan hediyemiz yer alıyordu.

Gerçekten çok çeşitli lezzetlerin yer aldığı seçenekler içinde benim favorilerim çikolatalı kurutulmuş portakal dilimleri ve kakaolu türüf oldu.


Bahariye Caddesi'nden Moda istikametinde tramvay yolunu takip ettiğinizde Moda İlkokulu'nun karşısında bulacaksınız Bade Chocolatier'i. Bulduğunuzda bana müteşekkir olacaksınız.

2 Nisan 2015 Perşembe

Ooooh mamma mia!

Bana cenneti tarif et deseniz havası, suyu, manzarası, konforu falan bir çok koşul sıralarım ama bir numarada güzel yemekler olur. Yemeyi çok seviyorum. Hele ki hamur işi... Gelsin pizza, gitsin makarna.

Ben pizza makarnayı bu kadar seveyim, İstanbul'da da Eataly diye enfes bir yer açılmış olsun ve ben bu cennete bu kadaaaar zaman teşrif edemeyeyim. Olacak şey mi? Değil. Ama oldu işte.

Nihayet geçtiğimiz hafta Cuma bir oyun vesilesiyle Zorlu'ya gitme fırsatı doğunca fırsat bu fırsat diyip Eataley' i de şenlendirdik.

Efendim, olur a bu Eataly de ne menem bir şeydir ki diyen varsa kısa bir özet geçeyim: koccccaaamaaan bir gıda marketi ve restoranlar grubu. Et, balık, kızartma, pastane, pizza ve makarna gibi değişik restoranları içeren cennet. Tabii ki de İtalyan. Yine mi İtalyanız yine mi güzel? Evet. Oooh mamma mia!

Tabiii ki de biz pizza ve makarna restoranını tercih ettik. Bizimle birlikte Eataly'e gelen herkes de aynı şeyi yapmıştı ki diğer restoranlarda neredeyse in cin top oynarken pizza / makarna bölümünde sıra beklemek zorunda kaldık. Sıra derken kuyrukta beklemekten bahsetmiyorum, adımızı yazdırıp market bölümünü gezmek üzere araziye çıktık. 10 dakika kadar sonra da bize verilen kumanda görünümlü zımbırtının kıpraşmasıyla sıramızın geldiği haberini aldık.

Pek ünlü mozerlla peyniri ile başladık, buffalo olanla. Kendi üretimleriymiş. Her dem taze, her dem lezizmiş. Sunum güzeldi. Lakin bu mozarella bana pek hitap etmiyor. Tuzsuz geliyor, tadı eksik geliyor. Eşek hoşaftan ne anlar mı dediniz? Hıh. Benim damak zevkim öyle işte.


Sonrasında ise pizzayla devam ettik. Pizzalar güzeldi ama. Kenarları kalın, ortası ince, odun ateşinde pişmiş. Mmmmmm... Ben iki mantarlı, dört peynirli bir pizza seçtim, beyim ise tam buğday ununa, sebzeli pizza aldı. Bu işte bir terslik var dediğinizi duyar gibiyim, kesinlikle katılıyorum.


Pizzalar oldukça büyük, bir kişiye fazla bile geliyor. Bizim gibi farklı damak zevkleriniz yoksa, bir çeşit pizzada anlaşabiliyorsanız paylaşmak en akıllıcası.

Rahat, leziz, güzel bir yer Eataly. İki kişi bir başlangıç, bir pizza ve birer kadeh şarapla makul bir fiyata güzel bir İtalyan yemeği ziyafeti çekebilirsiniz.

Buon appetito!