30 Kasım 2014 Pazar

Dolu düşün boş konuş

Geçtiğimiz perşembe akşamı tarihe geçmeli. Zira beyimden "cumartesi akşamı tiyatroya gidelim" önerisi geldi.

Yanlış anlaşılmasın, beyimle ben her ne kadar birer kültür mantarı olmasak da (mantar olsak benden yabani mantar olur, o ayrı) tiyatro, konser, sergi gibi kültürel aktivitelere o kadar da uzak durmamaya çalışırız. Lakin, organizasyon, bilet alımı, plan, program işlerine ben bakarım, beyim sadece "bulunur". Her konuda olduğu gibi bu konuda da iyi bir "bulunucu" dur kendisi.

Bu sefer teklif kendisinden geldi ama oyun seçme, bilet alma gibi işlerle ben ilgilendim. Olsun, insanlık için küçük, beyim için büyük bir adım neticede, kendisini takdir ediyorum.

Bu senenin sezonunu bu yıl 15. senesini kutlayan Oyun Atölyesi'nin Dolu Düşün Boş Konuş oyunu ile açtık. Karakterlerimiz evli bir çift olan Frank ve Donna, Donna'nın annesi, Frank'in iş arkadaşı Henry ve Frank'in müşterisi George.

buyrun size oyunun kimlik kartı, üstelik aralık programıyla

Oyun; beğenilmeme, kabul görmeme korkularımız, yetersizlik duygularımız ve nefret hislerimiz nedeniyle taktığımız maskeleri gözler önüne seren bir komedi. Aman çok dramatikleştirdim, sanki bilmediğimiz bir şey; ağzımızla söylediklerimiz ve aslında aklımızdan geçenler meselesi.

Biraz keyfimiz gelsin diye komedi seçmiştim ancak bu oyundaki komedi bizi hayal kırıklığına uğrattı. Komediden ziyade kaba güldürü diyeceğim. Maalesef ince esprilerden yoksun olan metinde, komedi unsuru daha ziyade küfürlere dayandırılmış. Zaten biletler de +16 ibaresi ile satılıyor.

"Iyyyy şuna bak küfür etti, terbiyesiz, ne ayıp" çizgisinde steril bir insan değilim, yeri geldi mi hak edene kallavi bir küfür de sallarım, yerine de iyi yakışır. Lakin, bu oyunda kullanılan küfürler eğreti durmuş, komediyi ucuzlaştırmış.

Komedi konusu  beklentimizi karşılamasa da oyunculukları hayranlıkla izledik. Gerçekten her biri rolünün hakkını fazlasıyla vermiş. Ancak yine de "yaşlı anne" rolünün neden genç bir erkek oyuncu tarafından canlandırıldığını anlamadım. Bunun dışında ben özellikle, oyuncuların akıllarından geçenleri oynadıkları sahnelerdeki oyunculuklarına bayıldım. Bu sahnelerde, "gerçekte aklından neler geçtiğini" anlatacak kişi dışında herkes donup kalıyor ve konuşan oyuncuların her biri tabir-i caizse döktürüyor.

Kendim kadı kızı olduğum için, yönetmenlik konusunda da iki çift laf etmesem çatlarım. Oyunun genelinde bir "gürültü" hakim, karakterler çok bağırıyor. Özellikle ilk perdede, Frank'in gırtlağını yırtarcasına bağırması çok rahatsız ediciydi.

Bir de dekora değinmeden geçemeyeceğim. Oldukça sade bir dekor var ancak yatak sahnesinde ayakta durmalarına rağmen yatıyormuş gibi görünmelerine ve yatak başı lambalarına bayıldım. Her ikisi de çok başarılı fikir ve uygulamalar olmuş.

Sonuç olarak, herkesin kendinden bir şeyler bulacağı bir metinle karşı karşıyayız. Her gün, kimlere neler söylediğinizi ve aslında neler söylemek istediğinizi bir düşünsenizse.

Benim en çok kendimi bulduğum sahne ise Henry'nin vereceği yemek davetiyle ilgili endişelerini anlattığı sahneydi: yemek salonda mı yensin, mutfakta mı, peki içkiler nerede içilecek, salondaki masa mutfağa taşınırsa müzik seti ne olacak, ikinci bir müzik seti mi alınsa acaba, salonda müzik seti var ama servis için sürekli mutfağa mı gidecek, yemekten sonra masayı ne yapacak...

Bu ve milyonlarca soru sürekli benim kafada pır pır, hem de sadece akşam yemeği değil, her konuda.

Kişisel takıntılarımı bir yana bırakayım, iyi oyunculuklar için bu oyun izleyin diye önereyim ve burada keseyim. Tiyatroyu ihmal etmeyin.

27 Kasım 2014 Perşembe

Fikri takip

Bayram tatili dönüşü bir hışım emniyet şeridi ihlalcilerini ve benim kendilerinin ceza alabilmesi için çaresiz çırpınışlarımı yazmıştım. Bu girişimimin sonucu hakkında da bilgi vermeyi atlamışım. Halbuki, bir işi takip etme, sonuçlandırma en önemli özelliklerimdendir, övünmek gibi olmasın. Buna takıntı diyenlerin kalbini fena kırarım.

Neyse efendim, o kadar çırpındım, çırpındım, çırpındım ve sonuç: koca bir hiç.

Hiç diyip haksızlık etmeyeyim. Emniyet Müdürlüğü benim bildirimimi ciddiye alıp yanıt yollamış.

El cevap: fotoğraflı ihbarlara hiç bir işlem yapılamıyormuş, ama duyarlılığım için teşekkür etmişler.

(Bu arada duyarlılığım için bana teşekkür edenlerin listesi hayli uzun: İstanbul İtfaiyesi, 155 polis imdattaki görevli memur, İgdaş, belediyenin emlak servisi ilk aklıma gelenler. Hepsinin hikayesi ayrı, belki bir gün yazarım, siz de eğlenirsiniz)

Gelen yanıt aşağıda. Hassas bilgileri gizlediğim için kusuruma bakmayınız.


Tamam, fotoğraflı ihbarlara yasal işlem yapılamamasını anlıyorum ama BİR ŞEY YAPILMALI!

İşte bu memlekette kim ne yaparsa yapsın yanına kar kaldığı için her şeyler yapılmaya devam ediliyor. Trafik kuralı da ihlal ediliyor, hırsızlık da yapılıyor, vergi de kaçırılıyor, cinayet de işleniyor...

Halbuki bunlardan bir kaç tanesini Taksim meydanında sallandıracaksın, bak bir daha aynı suçu işleyebiliyorlar mı.

Bir gün yetkili biri olursam, kafamda hayata geçmeyi bekleyen acaip procelerim var. Şu kadarını söyliim Allah sizi benden korusun.

25 Kasım 2014 Salı

İsimsiz Kahraman

Acaip bir teorim var: birileri bizim hem başarılı hem mutlu olmamızı istemiyor. Subliminal mesajlarla başarı ve mutluluk arasında seçim yapmaya zorlanıyoruz. Kim tarafından mı? Henüz bilmiyorum, uzaylılar olabilir.

Yoksa neden okuduğumuz kitaplarda, izlediğimiz filmlerde/dizilerde mesleğinde başarılı karakterlerin hepsi hayata küsmüş ya da takıntılı ya da asosyal olsun ki? Kim mi bunlar? Mesela depresif Dr House (ki kendisi adamımdır, idolümdür), takıntılı Brenda Leigh Johnson, asosyal Clark Kent, yaşama sevincini yitirmiş Başkomser Nevzat bir solukta aklıma gelen kahramanlarım.

Mesleklerini icra ederken çok çok başarılı olan bu zat-ı muhteremler, iş özel hayatlarına gelince sınıfta kalıyor. İşte bu kahramanlar kervanına katılan yeni bir karakterle tanıştım. Tanıştım diyorum ama adını da bilmiyorum, zira bütün kitap boyunca ismi hiç anılmıyor. İsimsiz kahraman.

Kitabımız Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi, yazar Derviş Şentürk. 


Kahramanımız öğrencilik yıllarında satranç şampiyonu olmuş, bu başarısıyla dikkat çekerek Emniyet İstihbarat'ta çalışmaya başlamış, ancak kitabın sonuna kadar öğrenemediğimiz bir nedenle görevinden atılmış.

Elbette dertler birer birer gelmez, teşkilattan şutlandığı yetmezmiş gibi bir de karısı tarafından terk edilmiş. Yarenlik ettiği tek bir dostu var, emekli gazeteci Cengiz, bir de çok düşkün olduğu kızı. Başka da kalıcı kimse yok hayatında. Varmış da yok olmuş.

Kitabın adı, kahramanımızın isteksizce araştırmayı kabul ettiği bir kayıp vakasından geliyor. Bu vakanın araştırılmasını da geçmişe gidip gelişlerle okuyoruz. Bu sayede hem kahramanımızın hikayesini öğreniyor hem de derin devlet geçmişine ufak bir yolculuk yapıyoruz.

Kahramanımızla Başkomser Nevzat arasındaki benzerlikler dikkat çekici. Daha dikkat çekici olansa yazarın kitabın bir bölümünde kahramanın agzindan Nevzat Komserimden övgü ve saygıyla bahsetmesi. Bu övgülerden Behzat Ç de nasibini almış. Bundan çok hoşlandım ve bu nedenle yazar Derviş Şentekin'e büyük bir sempati duydum. 

Kitap boyunca kahramanımızın adının hiç anılmamasını yazarın biz okuyucuları hikayeye bir nebze olsun katkıda bulunmaya çağıran bir davet olarak algılamıştım ama yanılmışım, daha derin anlamları varmış. Olsun, ben buradan sayın Derviş Şentekin'e sesleniyorum. Bence kahramanımızın adı Nazif olmalı.

Kitabı okuduktan sonra gelenekselleşmiş araştırmamı yaparken de yazarın şuradaki röportajına denk geldim. Kitabı, hikayede yer alan göndermeleri buyrun bir de Derviş Şentekin'in ağzından okuyun.

23 Kasım 2014 Pazar

2. İstanbul Tasarım Bienali

İnsanın burnunu dahi evden çıkartmak istemediği soğuk ve yağışlı günler geldi çattı. Buna rağmen dün 2,5 saatlik uzuuuuuun bir yolculuğu da göze alarak, bu yıl ikincisi düzenlenen Tasarım Bienali'ne gittim. Yola çıktığımda 2,5 saat süreceğini bilsem gider miydim bilmiyorum ama.

Bienal, Karaköy'de Eski Rum Okulu binasında. Burayı bulmak çok da kolay olmadı benim için, o nedenle gitmek isteyenler varsa tarif edeyim ki boşuna dolanıp durmayın.

Efendim, Eski Rum Okulu, Karaköy'de tramvayın geçtiği cadde üzerinde yer alıyor. Ancak o cadde uzuuuuun bir cadde olduğundan benim gibi bir ileri bir geri yapmayınız. Binayı, Tophane'deki nargilecilerin önünden, Eminönü istikametine doğru ilerlediğinizde hemen sağ tarafta, yol üzerinde göreceksiniz. Ben, "ileride bir Rum okulu var" diyerek beni Santral İstanbul'a yollayan midyeciyle, "bugün de herkes bu okulu soruyor, emanetçiyim ben, bugün ilk defa geldim buraya, bilmiyorum" diye çemkiren otopark görevlisinin kurbanı oldum, siz olmayın.

Maalesef bir sanatçı derinliğine, entelektüel birikimine sahip değilim. Bu nedenle bu yazıyı, bienalle ilgili derinlikli ve anlamlı eleştiriler bulma umuduyla okuyanlar yukarıdaki tarifi de okuduklarına göre ayrılabilirler. Alınmam, buradan sonra okuyacaklarınız sizi tatmin etmeyecektir.

Gerçekten, hayatta en fazla eksikliğini hissettiğim konuların başında sanatla ilişkim gelir. Böyle olmamayı dilerdim, samimiyetle söylüyorum. Resim, heykel, müzik, çağdaş sanat eserleri konularının en az birinde derinlikli bilgim, rafine bir zevkim, bir birikimim olsun isterdim. Olmadı.

Yine de mümkün olduğunca fırsat yaratıp sergi görmeye çalışıyorum. En azından başkalarının bu dünyayı nasıl algıladığını anlamaya çalışıyorum. Kesinlikle benim gibi değil!

Yukarıdaki açıklamalardan sonra gönül rahatlığıyla itiraf edebilirim ki "Gelecek Artık Eskisi Gibi Değil" temasıyla düzenlenen bienaldeki projelerin pek çoğundaki mesaj bana iletilemedi. Alıcı ayarlarından kaynaklı.

Ancak beğendiğim 3 projeyi paylaşmak isterim:

Nasalo Sözlük
Wikipediden öğrendiğim kadarıyla "Norveçli bir sanatçı, koku araştırmacısı ve profesör" olan Sissel Tolaas'ın kokuları somutlaştırmak amacıyla icat ettiği bir sözlük. Bir kokuyu tarif etmek için "... gibi kokuyor" ifadesini kullanırız ya, Tolaas bu "... gibi" yi ortadan kaldıran ve kokuların "iyi" "kötü" gibi öznel ifadeler yerine nesnel bir şekilde tanımlanmasını sağlayan bir sözlük tasarlamış.

Mesela "ıyyy sirke gibi kokuyor" dediğimde zihninizde ne canlanıyor bilmem ama Tolaas sirke ve buna benzer ekşi kokuların adını "skuto" koymuş, ya da çimen kokusunun adı "isj". 

Gerçekten ilginç bir proje.

Şekerleme Odası
Alman mimar-sanatçı Jürgen Mayer H.'nin insanların dilediği yerde, dilediği kadar uyuyabilmesini sağlamak üzere şeker gibi bir uyku odası tasarlamış. Oda gerçekten şeker gibi, her şey pembe. Odadaki ses bile pembe - ymiş. Pembe gürültü. (Bu pembe gürültü konusunda bilgi almak isterseniz buraya bir tık)

Birazcık keyfine düşkün herkes, bu projeyi neden beğendiğimi anlayacaktır. Hatta, böyle odaların gelecekte norm halini alması için tek kolunu verecek insanlar tanıyorum.

Sporbilgisayarı
En beğendiğim proje bu oldu. "Yaşamımı sürdürmek için çalışmak zorundayım ama çalıştığım için istediğim yaşama vakit ayıramıyorum" açmazına düştüğümden midir acaba? Evet.

Modern dünyamızın hediyesi iş/özel hayat dengesini sorgulatan bir proje. Kum torbaları olarak dizayn edilmiş klavye ile, bilgisayar başında çalışmak için spor yapmak zorunda olmanın muzipliğine bayıldım. Gelecekte ofis işleri aynı zamanda stres terapileri mi olacak dersiniz?


20 Kasım 2014 Perşembe

Kırmızı Pazartesi

Bu yazıyı okumaya başlamadan önce hep beraber deriiiiiin bir nefes alıyoruz ve nefesimizi bırakırken bana kocamaaaaaan bir "tüüüüh sana" diyoruz.

Neden mi? Çünkü hak ettim, çünkü ben var ya ben ah ben, ha bir saksı ha ben. Yok efendim cinayet romanları, yok fantastik dünya, yok distopik hikaye diye hayal dünyamın o köşesinden bu köşesine savrulurken, bu yaşıma kadar bir tane Gabriel Garcia Marquez'i okumamış-tım.

Geçtiğimiz nisan ayında, malum üzücü haberi gazetede okuduğumda bu gerçek bir balyoz gibi kafama indi adeta. Zararın neresinden dönülse kardır diyerek hemen yazarın en bilinen kitaplarından aldım. Tamam ilk adımı atmıştım ama hala aklım yeteri kadar başıma gelmemiş olsa gerek, tam 7 ay sonra siftah yapabildim.


Kırmızı Pazartesi bir "namus" meselesi nedeniyle işlenen bir cinayeti konu alıyor. Kurban Santiago Nasar, Angela Vicario'nun düğünün ertesi günü, Angela Vicario'nun evlenmeden önce bekaretini kaybetmesinin nedeni olduğu gerekçesiyle Angela Vicario' nun ikiz ağabeyleri Pablo ve Pedro tarafından öldürülüyor.

Kasaba halkının neredeyse tamamının işleneceğini bildiği bu cinayeti engellemek için, deyim yerindeyse hiç kimse kılını kıpırdatmıyor. Romanda yer alan onlarca karakter arasında, yani neredeyse tüm kasaba halkı, bu cinayetin işlenmesini istemeyen kişi sayısı 4. Bunlardan ikisi de katiller.

Katil olan ikizler, öğrenilmiş toplumsal normlar nedeniyle bu cinayeti işlemeye karşı duramıyorlar ancak yine de birilerinin kendilerini engelleyeceği umuduyla, Santiago Nasar'ı öldüreceklerini tüm kasabaya ilan ediyor. Gel gör ki, yazılı olmayan kanunlar nedeniyle tüm kasaba halkı da içten içe Santiago Nasar'ın ölmesi gerektiğine inandığından olsa gerek, kimse kurbanı uyarmıyor.

Kasaba halkının cinayeti engellemek için bir şey yapmamış olmasının yanısıra o gün psikoposun kasabaya gelmesi nedeniyle gelişen tesadüfler zincirinin de adeta bu cinayete çanak tuttuğuna tanık oluyoruz.

Üstüne üstlük, anılan "namus" meselesenin sorumlusunun gerçekten Santiago Nasar olup olmadığı da belirsiz ve bu konu kitabın sonunda dahi açıklığa kavuşmuyor.

Hikayeyi, bir cinayetin işleneceğini ve kurbanın kim olduğunu en başından bilerek okumak sürükleyiciliğinden hiç bir şey kaybettirmiyor. O dönemde kasabada yaşayan insanlarla röportaj yaparcasına yazılmış roman, akıcı diliyle çok kolay okunuyor. Olayların önce sonran başa doğru, sonra da baştan sonra doğru gibi karışık bir kronoloji ile anlatılmış olması da anlatıma bir dinamizm katıyor.

Gerçekten iyi yazılmış bu kitabın tek kötü yanı ise tüm anlatılanların kurgu değil de Marquez' in çocukluğunun geçtiği kasabada tanık olduğu bir cinayet olduğunu öğrenmek oldu.

19 Kasım 2014 Çarşamba

İzmir ve Can sözlük


Geçtiğimiz hafta sonu yine bir İzmir seyahati ile Can'ımızı gördük.

İzmir güzel, sevdiklerimizle beraber olmak güzel, hele Can en güzel!

Müziği çok seviyor. Her türlü enstrümanla arası iyi: zurna, kaval, davul, bateri, gitar. Şimdilik haşır neşir oldukları bunlar. Annesinin bu durumdan pek memnun olduğu söylenemez ancak pek de haksız sayılmaz kendisi. Bizim velet saatlerce, hiç durmadan düt düt düt diye kaval çalabiliyor. Hem de sürekli yürüyerek. Kendisi müziğini icra ederken bizim de onu takip etmemiz gerekiyor. Fareli köyün kavalcısı...

Kavalcı demişken, kitaplara da çok düşkün minik maymun. Bu ilgisi beni çok mutlu etti, umarım yıllar içinde artarak devam eder. Yalnız buradan çocuk kitapları hususunda (elbette ki) bir eleştirim olacak: bir çocuk kitabında karahindibanın işi nedir bir bilen bana anlatsın. Beyime sordum o bile bilmiyordu karahindibanın ne olduğunu, ki mühendistir kendisi, her bi şeyden haberi vardır. Gel gör ki bizim ufaklığın kitabında var karahindiba. Neyse, çocuğun görgüsü bilgisi artsın, genel kültürün iyisi kötüsü olmaz.

Bizim atom karınca bir de hareketlenmiş ki durdurabilene aşk olsun. Buradan annesine seslenmek istiyorum, o kanepelerin üstünde nasıl zıplayacağını benim öğretmeme izin vermedin de ne oldu, bak kendi kendine öğrenmiş işte. Bari ben öğretseydim de "eğlenceli teyze" şanıma halel gelmeseydi. Neyse artık önümüzdeki maçlara bakarız, ben ona öğretecek daha eğlenceli şeyler bulurum elbet.

Tabi bir de konuşma olayı var ki, biterim. Yeni kelimeler öğrenmiş, artık cümle kurmaya bile başlamış. İşte Can'dan yeni kelimeler, not alabildiğim kadarıyla:

ceciz: ceviz
obucu: hoş bulduk
dadüdü: çikolata
annan: ayran
umbadada: domates biber patlıcan (en sevdiği şarkı)

Ev sahiplerimize de bizi pek güzel ağırladıkları için teşekkürlerimizi sunmamak olmaz. Tire'de enfes bir kahvaltı, güzel bir Şirince turu, Kordon, mis gibi hava, soğuk bira... Döndüğümüzden beri bende bir "neden geldim İstanbul' a" havası. Pöffff...

Caniko

14 Kasım 2014 Cuma

Labirente hoşgeldiniz

Ne olacak benim bu fantastik distopya merakım bilemiyorum. Galiba içimde ortaya çıkmak için uygun koşulların oluşmasını dileyen bir kahraman gizleniyor.

E tabi her şey güllük gülistanlıkken de kimsenin bir kahramana ihtiyacı olmayacağından bilinçaltımdan doğru gizli gizli liderlik, fedakarlık, inisiyatif kullanma, gizli planları ifşa etme, zorluklarla mücadele edip problemleri çözme özelliklerimi ortaya koyabileceğim ortamları mı çağırıyorum bilmem ki.

Ecnebilerin bir atasözü var ya "ne dilediğine dikkat et, gerçek olabilir" diye işte ben de korkuyorum. Secret varsa ben bittim arkadaş.

İşte insanın evden ofise, ofisten eve sıkıcı bir hayatı olursa hayal gücü de böyle zenginleşiyor.

Neyse, bu kadar çözümlemeyi yeni bitirdiğim bir kitabın havadisini vermek için yaptım.

Labirent - Alev Deneyleri. Yazar James Dashner. Aslında bu Labirent diye bir serinin ilk kitabı. Duyduğuma göre üçüncüsü de yayımlanmış. İlk kitabın filmi de çekilip geçtiğimiz yaz vizyona girmişti.

İlk kitapta hikaye oraya nasıl geldiğini bilmeyen bir grup ergen gencin bir labirentle çevrelenmiş Kayran kasabasından kurtuluşlarını anlatıyordu. Kayran'a gelmeden önceki hayatları hakkında hiç bir hatırayı anımsamayan gençlerimizin elbette labirentten kurtulması kolay değildi. Bir yandan labirentin içinde yollarını bulmaya çalışırlarken bir yandan da "ızdırap verenler"le savaşmaları gerekiyordu. Merak edenler için ızdırap verenler üzerlerinde yer alan kıskaçlarla insanları ısıran ve korkunç acı veren mekanik canavarlar oluyor.

Bir çıkış bulmak için görevlendirilmiş "koşucu"lar her sabah erkenden tabana kuvvet labirent koridorlarına dağılıyor ve planı çıkartmaya çalışıyorlardı. Ancak her akşam güneşin batmasıyla Kayran'ın kapıları kapanıp da ızdırap verenler dışarıdaki labirentte fink atmaya başladığı için bu görevi gerçekleştirmek için kısıtlı bir süreye sahiplerdi.

Bir de üstüne üstlük, kapılar kapandığı anda dış duvarlar hareket ediyor ve labirent her gün değişiyordu. Bu şartlar, altında kasaba halkı tam anlamıyla öğrenilmiş çaresizlik kurbanı olmuş. Labirentin planını falan çıkartmaya çalışsalar da aslında bunun boş bir uğraş olduğunu içten içe kabul etmiş durumdalardı. Derken...

Kahramanımız Thomas sahne alır ve olaylar, olaylar...

İkinci kitap ise Thomas önderliğinde labirentten kurtulan gençlerimizin tam huzura erdiklerini zannederken hooop ikinci bir sınavı geçmeye zorlanmalarını anlatıyor.

Bu sefer de güneşin cayır cayır yaktığı bir çölü geçip "güvenli bölge"ye ulaşmaları gerekiyor. Elbette ki grubumuzun sadece sıcakla mücadele etmesi okuyucuyu tatmin etmeyeceğinden insan yiyen metal küreler, açlık, susuzluk, "deliler", ihanet ve yeni nesil mekanik canavarlarla zenginleştirilmiş sınavlarına tanık oluyoruz.

Ay tabi bir de gençlerin ergenlik problemleri...

Gençler ikinci sınavı da geçtiler ama üçüncü kitap çıktığına göre daha çilelerini doldurmadılar anlaşılan. Bakalım onu da okuyalım be sefer ne gibi mücadelelere girişecekler.

11 Kasım 2014 Salı

Ağaçlara kıymayın efendiler!

Daha önceden babamın zeytin kralı olduğundan bahsetmiştim. Zeytin ağacıyla doğuştan gelen bir bağım var. Teeee Roma'larda zeytin ağacı peşine düşüp selfie çekmişliğim de vardır. Kan çekiyor zağar.

Ben zeytin ağacını bu kadar severken zeytin çekirdeği kadar beyni olmayanların hem de hukuksuz bir şekilde 6.000 ağacı kesmelerine küfrü basmaz mıyım. Hem de ne kallavi küfürler salladım da burada yazamam. Sorumluluk sahibi bir blogcuyum neticede. Ama Allah'ım sen meseleyi biliyorsun işte.


6.000 ağacın bir kalemde kesilmesinin ekolojik sonuçlarına mı içlenirsin, o köylülerin geçim kaynaklarının ellerinden alınmasına mı karalar bağlarsın yoksa tüm bunların kanun, hak - hukuk, mahkeme kararı, kamuoyu gözetilmeksizin "ben yaptım oldu"culukla yapanların yanına kar kalacağını bilmeye mi yanarsın... Seç, beğen, al bacım. İşte sana yeni Türkiye.

Olsun ama. 6.000 ağaç eksiliversin, bizim nohut oda, bakla sofa 1.000 odalı sarayımız var. Artık ihtiyaç halinde milletçe duvarlarını kemirir dururuz. Halkın malıymış neticede.

Mal ki ne mal...

Saraylarla yarışamaz elbet ama benim de bu dünyada bir dikili ağacım var işte. Hem de zeytin ağacı. İnşallah birileri göz dikmeye kalkmaz. Memlekette hak-hukukun esamesi okunmadığı için artık mülkün temeli adalet değil "inşallah-maşallah" maalesef.


Bu ağacı 2006 yılında annem, babam, kardeşimle birlikte dikmiştik. Aslında o gün diktiğimiz tek fide değildi bu ama şansa bakın ki sadece benimki gelişip serpilip meyvesini verdi.

Ay tamam tamam, adını benim verdiğim ağaç olduğundan emin değilim ama ben sahiplendim. Artık o benim ağacımdır.

6 Kasım 2014 Perşembe

Bir kitap okudum aklıma neler geldi

Bütün yazı distopya okuyarak geçirdim, okumak üzere aldığım ya da hediye edilen kitaplarıma yeni sıra geldi.

En son Ve Dağlar Yankılandı'yı okudum. Sevgili kardeşim duymasın, teee doğum günümde bana aldığı kitabı yeni okuduğumu.

Yazar Khaled Hosseini. Daha önceden Uçurtma Avcısı ve Bin Muhteşem Güneş kitaplarını okumuş hem hikayelere hem de Afganistan'ın başına gelenlere çok çok üzülmüştüm. O nedenle yine tedirginlikle aldım kitabı elime.


Bu sefer iki kardeşin - Abdullah ve Peri - çocukluklarında ayrılması ile başlayan hikayede Afganistan öncekiler kadar başrolde değil. Tinos Adası, San Francisco, Paris ve Kabil arasında gidip gelen bir öykü var. Bir çok da karakter.

Bazı bölümlerde anlatılan karakterlerin hikayelerinin Abdullah ve Peri ile nerede buluşacağını merak ederek okuyorsunuz. Bu arada kitaptaki her karakterin kendileri ve yaşantıları ile olan dertlerine de tanık oluyorsunuz.

Öykü ile ilgili ipucu verip okuma zevkinizi kaçırmak istemediğim için hikayenin gidişatından daha fazla bahsetmeyeceğim sadece tüm karakterlerin sonunda iç huzurlarını bir nebze de olsa bulduklarını söyleyeyim, iki tanesi hariç.

Abdullah, Peri, ikinci Peri, Nebi, Süleyman, Nila, Adel, Adel'in babası, Markos, Thalia, Gholam, İkbal, Odie, Madaline, İdris, Timur, Roşi kitapta resm-i geçit yapan karakterler. Dedim ya çok diye, bu kitabı okurken aklıma 6 kişi teorisi düştü, İngilizce adıyla "six degrees of seperation".

1929'da ortaya konan bu teori diyor ki dünyadaki herkes ama herkes birbirine en fazla 6 kişi uzaklıkta. Şimdi kızlar sıkı durun, müjdeyi veriyorum: Brad Pitt aslında sizin bir arkadaşınızın arkadaşının arkadaşının arkadaşının arkadaşının arkadaşı. Beyler merak etmeyin, sizin için de aynı durum Adriana Lima için geçerli. Grafik olarak gösterecek olursak durum şu:



Yani arkadaşlarınıza iyi davranın, çünkü onlar sizi istediğiniz kişiye ulaştıracak arkadaşlara sahipler.

Şaka bir yana bu teori 1929 yılında ortaya konmuş, '70'lerde daha önce bahsettiğim Milgram da bu konuda bir takım deneyler yapmış. Bu Milgram'ın da hayli ilginç bir işi varmış, özendim kendisine.

Neyse, benim bu teoriden haberdar olmam seneleeeeer öncesine uzanıyor. Ya bir dergide ya da gazetede okumuştum. 6 kişi teorisinin anlatıldığı yazıda, bir de Columbia Üniversitesinin bu konuda bir deney yürüttüğünü, dileyenlerin verilen adrese bir email göndererek deneye katılabileceğini ve kendilerine bilgileri iletilen kişiye sadece arkadaşlarına mail atarak ulaşmaları gerektiğini anlatıyordu.

Gerçekten çok ilginç bulmuş ve denek olmaya niyetlenmiştim. Ancak maalesef bu konu da hayata geçmeyen procelerim arasında yerini aldı.

Yaaa işte böyle, iki Afgan kardeşin dokunaklı hikayesinden yola çıkıp bunu mu anlattın derseniz evet, bunu anlattım derim. Napiim serbest çağrışım muhteşem bir şey.

1 Kasım 2014 Cumartesi

Kurutulmuş domates ve zeytinli tam buğday ekmeği

Amatör catering çalışmalarım devam ediyor. Bu sefer menümüzde kurutulmuş domates ve zeytinli tam buğday ekmeği var.

İtiraf etmek gerekirse ekmek yapmanın çok meşakkatli bir iş olduğunu sanırdım. Öyle ki evde ekmek yapmış birisi benim gözümde mutfak konusunda uzmanlık seviyesine ulaşmış bir zat idi. Lakiiiin bizzat tecrübe ettim ve gördüm ki yanılmışım. Ayol ben bile yaptım işte daha ne olsun.

Hatta o kadar kolaydı ki buraya dahi yazmayacaktım. Lakin bu blog konusunda beni her zaman teşvik etmiş, hatta yeri geldiğinde teşvik olayının bir tık üstüne de çıkıp baskı unsuru olmayı başarmış sevgili kardeşimin dürtmesiyle bari yazayım dedim.

Baştan uyarayım, alengirli ekmek tarifi arayıp da bu bloga düşmüş okuyucuların zamanını almak istemem.

Gerekli ikazları yaptıktan sonra tarife geçeyim. Temel prensip malzemeyi yoğur, dinlendir, pişir.

Biraz detaylandırırsak unu ve mayayı suyla karıştırıp iyice yoğurduktan sonra kurumasın diye üzerini nemli bir havlu ile kapatıp yarım saat kadar dinlendiriyoruz.


İyice kabaran hamuru bu aşamadan sonra pişirme tepsisine alabilirsiniz, zaten un paketinin üstünde de böyle yazıyordu ancak ben biraz çeşni katmak istedim. Bu nedenle hamuru bir merdane yardımıyla açarak üzerine zeytin ezmesi ve önceden bir saat kadar sıcak suda bekletilmiş, yıkanmış ve fazla suyu sıkılmış kurutulmuş domatesleri yaydım.

Daha sonra bu hamuru bir rulo şeklinde sararak yine kurumasın diye üzeri bir havlu ile kapatılmış şekilde yaklaşık 45 dakika daha dinlendirdim. Fırına atmadan önce de üzerine bir fırça ile su ve zeytinyağı karışımını iyice sürdüm.


Önceden 200 dereceye ısıtılmış fırında 10 dakika pişirdikten sonra da ısıyı 180 dereceye düşürerek 30 dakika daha pişirdim. Vola:


Buraya kadar okumuş sabırlı okur, işte itiraf: yukarıda tarif diye yazdığım her şey paketin üstünde yazıyor. Yani gördüğün gibi ekmek yapmanın bir numarası yokmuş. Kurutulmuş domates ve zeytin benim fikrimdi ama pek de orijinal bi şey değil.

Ekmek konusunda bir sonraki hedefim kuru meyveli, kuru yemişli bir yılbaşı ekmeği yapmak. Bakalım nasıl olacak.

Sonradan ekleme: dostlar sağolsun ölçüleri yazmadığımı hatırlattı. Hemen ondan da bahsedeyim.
• yarım kg tam buğday un karışımı
• bir paket kuru maya
• iki bardaktan biraz az su (baştan az 1,5 bardak koyun kıvama göre eklersiniz)
• hamuru açarken yapışmasın diye kullanmak üzere bir avuç kadar un