30 Aralık 2013 Pazartesi

Yılın son yazısı...

...güzel bir şeylerden bahsetsin istedim.

Düşündüm, düşündüm, düşündüm; en güzel yeni yıl dileğini bulmak için.

Bulamadım...

Yazdım sildim, yazdım sildim. Ne yazarsam yazayım düşündüklerimi, demek istediklerimi tam olarak ifade edemediğimi hissettim.

Maalesef bir melek değilim, dünyadaki herkes için mutluluk, iyilik dileyemiyorum. Herkesin yeni yılı kutlu olmayıversin mesela. Bazı kişiler eski yılda kalsın, yeni yılda olmasınlar. Yeni yıl onlarsız çok daha güzel olur eminim.

Biliyorum, kötü karma eninde sonunda gelecek beni bulacak. Ama napiim, içimden gelmiyor işte buraya "herkese mutlu bir yıl dilerim, herkesin yeni yılı kutlu olsun" yazmak.

İşte bu duygular içinde en güzel dileğimin şu olacağına kanaat getirdim: 2014 hak eden herkese hak ettiği her şeyi versin.

Bu arada söylemeden geçemicem; yeni yılın zamanlaması çok manidar.

eivimizin yılbaşı köşesi, stilize çam ağcımızla...

29 Aralık 2013 Pazar

Edeb ya hu!

Bu günler malum, genel gidişat herkesin canını sıktığı kadar benim de sıkıyor.

Camları, kapıları açıp "hırsız vaaaaaar" diye bağırasım geliyor. Bir faydası olacağına inansam hiç çekinmeden yaparım da. Ama maalesef yüzüne tükürene "Ya rabbi şükür" diyecek tıynette insanların suratına karşı "hırsızsın sen" desen ne fayda.

Ayakkabı kutuları havada uçuşuyor, para sayma makineleri günlük yaşamın parçası olmuş.

Onlarca polis müdürünü görevden al, uygun gördüğün müfettişleri görevlendir, akabinde istifa et.

İnsanda istifra etme isteği uyandırıyor.

Yukarıda herkesin canını sıkıyor dedim ama yanlış oldu. Bu durumdan zerre kadar rahatsız olmayan bir güruh da var. Bu ne aymazlık mı demeli, pişkinliğin bu kadarına da yuh olsun mu? Gözünün içine baka baka cebindeki parayı çalan adamın izinde olmaktan gurur duyan bir kitle. İnanması güç. Hangi adamdan bahsediyorsun, neyin izindesin sen kardeş. Bunu diyen adama bozacının şahidi şıracı demezler mi?

Yedirmezlermiş! Kardeş rüşveti yiyen yemiş zaten, sen istediğin kadar yedirmem de yedirmem diye kendini parala, ne fayda.

Dik dur eğilmeymiş! Dik durmak kenar mahalle delikanlısı olmaya benzemez. Başın sıkışınca "bu işler hep başkalarının başının altından çıkıyor, komplo var, büyükelçi gitsin" diye buyur, sonra gelen ilk ayarda ağız değiştir.

Her zenginliğe bok atmak da doğru değil ama atalarımız da doğru söylemiş hani. Çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz.

Daha söylenecek çok şey var da, üslup bozulmaya başlıyor, tek laf edeceğim: edeb ya hu!

25 Aralık 2013 Çarşamba

Yıllık spor sonuçları

Spor salonu maceralarımdan ve 2012 yılında ilk 10'a girme hikayemden bahsetmiştim daha evvel. Okumayıp da merak edenler varsa buraya bir tık.

Tabii sene sonu geldi, yen listeler asıldı. Ama bu sene işi sağlama aldım. Aylar önce kulis faaliyetlerine başladım.

Baharın ilk günlerinde toplantı, eğitim vb nedenlerden ötürü eve erken döndüğüm günlerde bile koşa koşa salona gittim özellikle kendimi hocaya gösterip "kayıtlara geçsin hocam, bu güzel bahar gününde herkes dışarılardayken ben işten erken çıktım, yine de buraya geldim" dedim.

Son bir aydır kulis faaliyetlerimi yoğunlaştırdım. Neredeyse salona her gidişimde "hocam bu sene üst sıralarda yer alırım umarım" şeklinde yarı umut yarı tehdit barındıran ifadelerle isteğimi dile getirdim. Tehdit unsuru nedir diye sorarsanız, hemen söyliim dırdırcılık yeteneğim. Var gerçekten böyle bir yeteneğim, bazen sadece konuşarak karşımdaki insanda "tamam yaaa, kabul, yeter ki sus" hissiyatı yaratabiliyorum.

Neyse, efendim, bu zalım hoca da takmış bana diyor ki "aaaa bu sene biraz savsakladınız ama". Dedim ki ne savsağı, mum gibi eriyen sosyal hayatım, okuyamadığım kitaplarım, yazamadığım blog yazılarım, izleyemediğim diziler şahittir, elimde olmayan sebepler dışında hiiç aksatmadım sporu. Giriş-çıkış kayıtlarımın dökümünü talep ettim, bakalım görelim kaç gün gelmişim diye. Hocam ne kadar kararlı olduğumu görünce kem küm etti, tamam dedi, belki yanlış hatırlıyorumdur.

Sonuç olarak efendim bu senenin sonuçları asılmış salondaki panolara. Bu sene değişik kategoriler var.

Mesela en sportif aileyi seçmişler. Benim beyimin spordan anladığı televizyon karşısına uzanıp beyin jimnastiği yapmak olduğundan bütün yük benim sırtımda. Bu nedenle bu kategoriden umudum yoktu zaten.

Sonracığıma hem kadınlar hem erkekler için ayrı ayrı en çok kilo veren kategorisinin birincilerini seçmişler. E benim kilo verme konusundaki performansımdan burada bahsetmiştim. Bu kategoriden de bir şey beklemek saflık olurdu.

Bir sonraki kategori en sportif kadın ve erkek. Burada da yokum. Neyse çok takmadım, çünkü hemen yanında en azimli kategorisini gördüm, yine kadın erkek ayrı. "İşte" dedim "tam dişime göre bir kategori". Bir kaç sene önce yüksek lisans yaparken RBS diye bir çalışma yapmıştık, dileyen detaylarını buradan okuyabilir. Bu çalışma için aldığım geri bildirimlerin bir çoğunun ortak noktası azimkarlığımdı. Eeee spor salonunda da benden daha azimli birini bulacak halleri yok herhalde.

Bulmuşlar efendim. Altındaki fotoya baktım aaaa, resmen yanlış kişinin resmini koymuşlar, oradaki ben değilim. Halbuki bana kalsa kadın erkek dinlemem en tepeye kendi resmimi koyarım.

Neyse, sonunda gördüm fotoğrafımı. En iyi grup mu ne bir kategori koymuşlar, yine kadın erkek ayrı ayrı. Üçer kişinin de resmi var.

Hayır bu grup olayını da neye göre belirlemişler hiç bir fikrim yok. Hanımlardan birini biliyorum, aynı saatlerde gidiyoruz ama öbürünü çıkaramadım bile. Üstelik ben hiç öyle grup halinde spor yapan insanlardan da değilimdir. Spor yaparken aklımdaki tek şey bir an önce bitirip eve gitmektir. Bu nedenle girip çıkarken gördüğüm insanlarla selamlaşırım ama bunun dışında bana zaman kaybettirecek her şeyden kaçınır, kimseyle konuşmaz, hedefe odaklı bir şekilde programımı tamamlarım. Tamamen bireysel takılırım yani, ben kiiiiim grup kim.

En kısa zamanda hocamdan bu konuda bir açıklama talep edeceğim.

Al işte, sen evrene ne mesaj verirsen sana da o döner. Koccca bir sene spor salonunda ilk 3'e girecem dedin dedin, al sana ilk 3. Ama akıllandım, seneye hangi dereceyi istediğimi iyice düşünüp taşınıp öyle karar vereceğim, sonra bütün sene onu isteyip kulis çalışmalarımı da buna göre şekillendireceğim. Gerekirse rüşvet vermek de dahil olmak üzere hiç bir çabayı esirgemeyeceğim.

24 Aralık 2013 Salı

Can'lı hafta sonu

Yoğun bir hafta sonu geçirdiğim için bir kaç gündür buralara pek uğrayamadım. Çok güzel bir sebebim vardı. Çünkü hafta sonu Can'ımızla beraberdik. Hep beraber annemlerde buluştuk hafta sonu.

Bilmeyenler için Can benim biricik yeğenim. Şu anda 15 aylık kendisi.

Çok da yakışıklı bir şey, maşallah. Tip olarak hiç benzemiyoruz maalesef. Ancak bu hafta sonu makarnaya olan düşkünlüğünü görünce dedim ki "tamamdır, tipimiz benzemiyor olabilir ama bu makarna sevgisi tamamen genetik".

Şu sahneyi gözünüzde canlandırın ve abartıp abartmadığıma siz karar verin: mama sandalyesinde oturan Can, önünde annesi erişte yediriyor, annesi kaşığı doldurmuş, yeni lokmasını vermek için ağzındakinin bitmesini bekliyor, kaşık önünde, bu arada ben laf atınca bana cevap veriyor, Can'ın ağzındaki lokma bitmiş, yenisini almak için mama sandalyesinin üzerinde debelenip annesinin elindeki kaşığa ulaşmaya çalışıyor.

Yürüme olayını çözdüğünden beri yerinde duramıyor, sürekli bir hareket hali. Ortada duran herhangi bir şey varsa - bu şeyin ne olduğu önemli değil, sandalye olur, sehpa olur, ben olurum - etrafında fır dönüyor.

Herhangi bir nesne ilgisini çekiyorsa tamam, başka oyuncağa ne hacet. En son ilgisini çeken şey boyundan uzun bir fırça. Daha fırçayı taşıyamıyor ama elinden de bırakmıyor. Elindeki koca fırçayla kapıya takılıyor düşüyor, koltuğa takılıyor düşüyor, fırçanın kendisine takılıyor yine düşüyor. Yine de elinden bırakmıyor, almaya kalkarsan da basıyor yaygarayı.

Bir de çok titiz çocuk yav. Eline bir peçete ver, masaydı, sehpaydı, kapı, pervaz, yer nereyi bulursa silmeye başlıyor. Annesi çok rahat edecek vallahi.

Sadece annesinin değil teyzesinin de işini kolaylaştırıyor. İtiraf edelim, Can'ı çok seviyorum, bütün gün onunla bir sürü oyunlar falan oynarım ama iş işe geldi mi benden hayır yok. Tembellikten değil yahu cehaletten. Annesi diyor ki yemek yedir, yav kaşığı çok mu doldurdum, yok ağzına fazla mı soktum, boğazına mı kaçacak diye stres oluyorum.

Altını temizlemek keza, tamam bunda en fazla bezi iyi bağlayamam, sızdırır falan, banane annesi düşünsün, çamaşırları o yıkayacak. Asıl derdim başka. Can dünyanın en tatlı çocuğu da olsa b.k b.ktur ve aynı kokar. Annesi bana kızıyor, mis kokuyor falan diyor ama yok yaaa bildiğin b.k kokuyor. Öfff tamam kötü teyzeyim.

Koluna bacağına zarar verecem korkusuna kıyafetlerini de giydiremiyordum hiç. Bu sefer iş başa düştü. Allahım nasıl yardımcı oluyor, kazağını çıkartacağız şimdi diyorum, hop kollarını yukarı kaldırıyor; hadi bakalım hırkanı giyelim diyorum kolunu uzatıp hırkanın kolundan geçiriyor, şimdi sıra pantolonda diyorum bacağını uzatıyor. Kendisine hiç zarar vermeden kıyafetlerini değiştirdim.

Bu arada umarım çocuklar belli bir yaşa gelene kadar başlarına gelenleri hatırlamıyordur, ben hatırlamıyorum da ona güveniyorum, yoksa vay bana vaylar bana. Çünkü ben Can' ı şiddetli seviyorum. Nasıl oluyor bu derseniz şöyle ki, kucağıma alıp dertop edip, sıkıştırmak, mıncıklamak ve bu tip faaliyetler. Bir de en sevdiğim şey, kucağıma alıp döndürüp döndürüp sonra da yere bırakıp hacıyatmaz gibi sallanmasını izlemek. Sıkıştırmak neyse de şu hacıyatmaz olayını hatırlarsa pek hoşlanmayacak gibime geliyor. 

En büyük eğlencesi ise bulduğu eşyaları oradan oraya taşımak. Odadan bulduğu yastığı mutfağa, mutfaktan aldığı poşeti salona, salondan aldığı süs taşını banyoya, artık canı neyi nereye götürmek isterse hummalı bir taşıma faaliyeti.

Bu sabah annemle konuştuk, televizyonun kumandasını bulamıyoruz dedi. Buzdolabının içine bak dedim, daha ses çıkmadı, merak ediyorum buldular mı kumandayı.

19 Aralık 2013 Perşembe

Yeni telefon başa dert

Geçen hafta sonu beyimle beraber telefonlarımızı değiştirdik. Cihazı değiştirmem için çevreden çok baskı vardı, direndim. Gereksiz tüketime karşıyım, yemek hariç. Ancak geçen hafta telefonum sms de alamamaya başlayınca değişiklik zamanı geldiğine ikna oldum.

Ayıptır söylemesi, bayağı bir para bayılıp iyi birer cihaz aldık. Aldık almasına da bazı dertlerim var.

Öncelikle eski telefonumda bir feysbuk, bir twitter, bir instagramı açıp ne var ne yok kontrol etmek bayağı bir vakit alırdı, böylece zaman da geçerdi. Şimdi açıyorum her birini, su gibi akıyor önümde, cırt diye bitiveriyor. Eeee, ben de 1 dakika içinde tüm güncellemeleri almış bir şekilde can sıkıntımla kalakalıyorum.

Sonracığıma, eski telefonumda hafıza her zaman dolu olduğu için aman bir uygulama indireyim falan mümkün olmazdı, internet paketim de fazla fazla yeterdi, şimdiyse o uygulamayı indir, bunu yükle, aaa bak şu oyun varmış derken, hüp benim paket bitiverdi. (Buradan kardeşime sesleniyorum, sakın ola ki "ben sana demiştim wi-fi'yle bağlan" diye yorum yazma, evdeki internetin kotası da şeker patlata patlata doluyor. Hayır şeker patlatmaktan vazgeçmeyeceğim. Konu kapanmıştır. Nokta)

Eski telefonum o kadar eskiydi ki kimsenin ilgisini çekmezdi, böyle çalınacak derdim falan hiç olmazdı. Şimdi sürekli diken üstündeyim, telefonu gözümün önünden ayıramıyorum başına bir iş gelir diye.

Telefonu gözümün önümden ayıramıyorum ama elimde de tutamıyorum, düşürecem diye. Azıcık sakarımdır, eski telefonumu kaç kere düşürdüm hatırlamıyorum bile. Parçalara da ayrılsa dert etmezdim, şimdi ise bu telefonu düşecek de başına bir iş gelecek diye ödüm patlıyor.

Hele geçen akşam spor salonunda kalpten gidecektim vallahi. Sporumu yaptım, soyunma odasına indim, elimdeki anahtarla aynı numaraya sahip dolabı açtım, bir de ne göreyim, hiç bir şey! Dolapta hiç bir şey yoktu, hiç bir eşyam yok.

Eşya dediysem, kıyafet, ayakkabı, mont ve TELEFON. Telefonumla geçirdiğim 3 gün gözümün önünden film şeridi gibi geçti, fiyat etiketi ise yapıştı kaldı. Gözümü kırpıyorum falan, gitmiyor. "Reva mı bu bana" diye içimden geçiriyorum.

Neyse, görevlileri çağırdım, "Eşyalarım nerede, acaba dolabı açık unuttum da güvenli bir yere mi kaldırdınız?" Yok. Ne vardı dolapta diye soruyorlar, söylüyorum ama diyemiyorum ki "bacım gül gibi telefonum vardı, üstelik daha yeni aldım, üstelik ekstrem de kesilmedi henüz, 1 tl dahi ödeme yapmadım daha, o telefonu kimseye yar etmem, bu akşam da buradan telefonum olmadan çıkmam"

Salon kadını çizgimi bozmadan sakince durumu idare etmeye çalışıyorum ancak sınıra da çok yakınım. Arkadaşlardan bir tanesi telefonunu verdi bana kendimi arayayım diye. Ay aradım ve o ninni gibi gelen titreme sesini duymaya başladım.

Meğersem olay şuymuş sevgili okuyucular. Resepsiyondan bana 17 no'lu dolabın anahtarını vermişler ancak ben eşyalarımı 18 no'lu dolaba koyup bendeki anahtarla da bir güzel kilitlemişim. Hadi ben bir dalgınlık yapmışım da aynı anahtar nasıl olur da iki dolabın kapağını açar? Durur muyum, çıngarı çıkarttım, "ya gerçekten bir hırsızlık olayı olsaydı bu anahtarlar yüzünden, ne yapacaktınız, madem anahtarlar birden fazla kilidi açıyor neden kilit sistemi var, vır vır, dır dır" Yeteri kadar söylenip deşarj olduktan sonra sakinleştim.

Artık spora giderken telefonu evde bırakıyorum, kendisini geç buldum çabuk kaybetmeye niyetim yok. Ama akıllı telefon insanın aklını alıyor vallahi.

18 Aralık 2013 Çarşamba

Ayacıklarıma gelsin oy oy

Son zamanlarda televizyonda gördüğüm bir reklama sinir oluyorum.

Gerçi bu sinir oluyorum lafını çok fazla kullanıyormuşum, beyim de bundan pek hoşlanmıyormuş. Napiim çaresizlikten işte.

Beni rahatsız eden, yanlış bulduğum ama değiştirmek için elimden bir şey gelmeyen olayları görmezden gelemiyorum, sinir oluyorum. Bunu da ifade ediyorum. Durum bundan ibarettir yani.

Neyse reklama dönelim. hepsiburada.com'un reklamından bahsediyorum. Burada bir parantez açıyorum, şimdi isim zikretmemin bir sakıncası var mı acaba merak ettim, bu gibi durumlarda insanlar genelde kurum/şirket/site ismini açık açık yazmıyorlar, bunun sebebi ne acaba, inşallah başım belaya falan girmez, bu konuda bir bilgisi olan paylaşırsa ziyadesiyle memnun olurum. Parantez kapandı.

Efendim söz konusu reklamda Fatih Terim ve Gülben Ergen çeşitli mallar için "ben onun ayağına gitmem o benim ayağıma gelsin" yorumlarında bulunuyor. Bak yine isim verdim, cidden umarım yanlış bir şey yapmıyorumdur.

Yeniden reklama dönüyorum.

Ne demek istediklerini anlıyorum elbette. Yok işte oturduğun yerden ver siparişini, hop adrese teslim olsun, hayatı kolaylaştırıyoruz falan filan. Espriyi de anlıyorum. Ama kullanılan dil ve tarz beni çok rahatsız etti. Çünkü maalesef toplumumuzun büyük bir kısmında yer alan "parasını verdim, padişah benim" kültürünü de yansıtıyor.

Bir düşünün, çevrenize bir bakın. Bir restoranda mesela, garsonlara gerçekten kibar davranan ne kadar az insan vardır. Garsona hitap etmelerinden tutun da vücut dillerine kadar, sanki orada hizmet almaya gelmiş birisi değil de dünyanın efendisiymiş gibi davranır.

Ya da bir dükkanda, ya da bankada. Bir hizmetin bedelini ödediklerinin farkında olmadan sanki o hizmeti veren kişinin de ederini ödemişler tavırları falan. Çok rahatsız ediyor bu durum beni, sinir oluyorum.

Bu reklam da bana bu tavrı anımsattı işte. Madem parasını veriyorum, ayağıma kadar gelecek. Allah bilir bu reklamın gazına gelen bazı zat-ı muhteremler malı teslim eden kargo görevlisinin de ücretini ödediklerini sanıyordur.

Yine ahkamımı kestim, duramadım işte. Bu reklam hakkında benden başka böyle düşünen var mı onu da merak ediyorum doğrusu, yoksa her şey benim komplekslerimin sonucu mu?

16 Aralık 2013 Pazartesi

Viyana' dan kalanlar

Eveeeet Viyana maceralarımı 32 kısım tekmili birden yazdım. Dileyen önceki yazılarımı okuyabilir. Peki önerilerimi merak ediyor musunuz? Evet cevabını verdiğinizi varsayarak naçizane tavsiyelerimi özetle paylaşıp bu defteri burada kapatacağım.

* Büyük bir mücadele sonucu Demel Cafe'de yemeyi başarabildiğim fachertorte'yi muhakkak deneyin. Hatta mümkünse gelip burada fikrinizi de yazın. Çünkü gerçekten o kadar güzel mi yoksa ben zafere ulaşmak için verdiğim savaştan dolayı mı o kadar lezzetli buldum merak ediyorum.

* Her yerde bulabileceğiniz Mozart çikolataları var, çok güzel. Değişik ambalajlarda olanlar vardı, hepsi aynı mı bilmiyorum ama ben yuvarlak olanları denedim ve çok beğendim.

* Şehir gezmek için hop on-hop off otobüsleri kullanılabilir. Bilmeyenler için, sistem 24 ya da 48 saatlik biletlerle çalışıyor. Bu süreler içinde önceden belirlenmiş duraklardan istediğiniz kadar binip inebilirsiniz otobüse, ya da hiç inmeden arabalı şehir turu yapabilirsiniz. Kısa vakitte hızlıca çok yer görmek için güzel bir alternatif. Güzergah da iyi planlanmış.

* Eğer imkanınız ve önceden planlama şansınız varsa State Opera ya da Volksoper'de iyi bir gösteri seyredin. Yok bunu ayarlayamıyorsanız en kötü caddelerde biletleri satılan turistlere yönelik dinletilerden birine gidin. Tabii muhakkak pazarlık yapın. Ve müzik eşliğinde gözleriniz kapatıp o eski saraylarla ilgili hayallere dalın.

* Viyana'ya gidip şnitzel yememek olmaz, gitmişken de Figlmüller'e gidin. Patates salatası ve bira eşliğinde midenize bayram ettirin. Ancak öncesinde rezervasyon yaptırmazsanız kapıda uzun bir sıra beklemek, ve hatta kalabalık bir grupsanız kapıdan dönmek zorunda kalabilirsiniz.

* Toplu ulaşım çok kolay ve konforlu. Eğer 3 veya daha fazla gün kalmayı düşünüyorsanız 72 saatlik metro kartı alın. Ayrıca Viyana kart diye bir kart var, hem ulaşım için kullanılıyor hem de çeşitli mekanlarda indirim sağlıyor. Programınıza göre bu kartı almak isteyebilirsiniz.

* Görülecek çok müze var. Hepsine vakit ayırmak zor olabileceği gibi maliyetli de. Önceden araştırma ve planınızı yaparak bir kaç tanesine mutlaka gidin. Çeşitli müzeler için kombine biletler satılıyor, bunlar avantajlı olabiliyor. Öncesinde hagi müzenin hangi gün açık olduğunu öğrenerek bu kombine bilet seçeneğini değerlendirebilirsiniz.

Çok kısaca benim aklımda kalanlar bunlar oldu. Ama bir daha söylüyorum, apfelstrudel denilen elmalı zamazingo pek güzel ancak fachertorte'yi de deneyin. Demel'de. 

13 Aralık 2013 Cuma

Viyana günleri vol 5

Bir önceki yazımda bahsettiğim üzere amansız bir mücadeleden galip çıkıp fachertorte'mi mideye indirdikten sonra kan şekeri seviyem normale döndü ve yeniden gelişmiş insan seviyesine döndüm. Özetle sanat damarlarım kabardı.

Gitmeden önce yaptığım tüm araştırmalar Viyana'da muhakkak bir opera, vals gösterisi ya da klasik müzik konserine gidilmesini öneriyordu. Lakin opera biletleri gösteri tarihinden çok önce tükendiği için önceden rezervasyon yapılması gerekiyormuş. Benim böyle bir imkanım olmadığı için imkanım olan seçenekler üzerinde yoğunlaştım.

Viyana' da özellikle turistik mekanların önünde bol bol pelerinli, otantik kıyafetli insanlar görüyorsunuz. Bunlar ellerinde dosyalarla size yaklaşıp  konser bileti isteyip istemediğinizi soruyorlar. Öncelikle belirteyim ki kesinlikle rahatsız edici bir ısrar yok, "no, thank you" dediğiniz anda hemen sizi rahat bırakıyorlar.

Avrupalının hanutçusu bile kibar oluyor azizim.

Neyse, ben de bu konserlerden birine gitmeye karar verdim ve bu bilet satıcılarından biri ile bilet almak üzere konuşmaya başladım.

Klasik bir şekilde o bir fiyat söyledi, ben çok pahallı bularak indirim istedim, o bana nereden geldiğimi ve öğrenci olup olmadığımı sordu, ben de dürüst bir şekilde öğrenci olmadığımı ve Türkiye'den geldiğimi söyledim. Sonunda bir fiyata anlaştık, ve ben bileti aldım.

Belirtmeden geçemiycem, bende özellikle yurtdışına gittiğim zaman iyi çalışan bir Türk radarı vardır. Bu adamın da ingilizce telaffuzundan Türk olduğuna kanaat getirip "siz neredensiniz" diye sordum. Beyefendi Avusturyalı olduğunu ve neden merak ettiğimi sordu. "Çünkü siz bana nereden geldiğimi sordunuz ve konuşma şekliniz de Türk gibi geldi" dedim. Israrla Avusturyalı olduğunu belirtti, ben de uzatmadım, bana ne nereliyse nereli.

Konser saatinde salona gittim, kapıdaki görevli biletimi kontrol ederek kendisinde kalması gereken parçayı aldı ve bana da biletin küçük parçasını verdi. Geçtim salona oturdum, beklerken elimdeki bilet parçasını evirip çevirmeye başladım.

Aaaaa, biletin arkasında satış yapan kişinin adı yazıyor ve bilin bakalım ne yazıyor? Sinan. Evet yazıldığı gibi okunan Sinan.

Artık adam hangi nedenle bana yalan söyledi bilemiyorum. Bulunduğu ülkede bir kimlik bunalımı yaşıyor ve kendini Avusturyalı olduğuna inandırmaya mı çalışıyordu, yoksa Türk olduğunu öğrenince "abicim sen bana biraz daha indirim yaparsın" diye bağlama çekeceğimden mi endişe etti hiç bir fikrim yok. Ancak gözümün içine baka baka, sanki Türk olmak kötü bir şeymiş gibi bana yalan söylemesine acaip bozuldum.

Ben bir şeye bozulunca falan öyle içime atmam, huyum kurusun işte. Netekim, ertesi akşam bilet aldığım yere gittim, benim adam orada. Şöyle arkasından "eşşoğlueşşek" diye seslenmek geldi ama tuttum kendimi. Sakince "Sinan" dedim, kafasını çevirdi Türk olduğunu bildiğimi yüzüne vurdum ve sakince yoluma devam ettim.

Sonradan çok güldüm bu yaptığıma, kim bilir hakkımda neler düşündü, "çattık manyağa" falan demiştir herhalde, neyse ben diyeceğimi dedim ya o bana yeter, içimde kalmadı. Gülmesine de vesile olduysam ne mutlu bana.

Konsere dönecek olursam, yaklaşık 100 kişilik bir salonda, tamamen turistlere yönelik bir organizasyondu. Zaten biletlerin turistik bölgelerde satılmasından belliydi. Yaklaşık 2 saatlik konserin birinci kısmında Mozart ikinci kısmında ise Strauss çalındı. Elimiz bir program bile vermediler, hangi eserleri icra ettiklerini görelim diye. Evet maalesef bir klasik müzik eseri icra edilirken "hımmm bu Mozart'ın şu senfonisi, bu konçertosu" diye ayırt edecek yeteneğim ve bilgim yok.

Orkestra 7-8 müzisyenden oluşan küçük bir orkestraydı, bazı eserlerde de bir opera sanatçısı ve iki bale sanatçısı eşlik ettiler. Salon ise Palffy adında bir saraymış ancak daha önce gördüğüm saraylara göre oldukça mütevazi olduğunu söyleyebilirim. Bu binanın özelliği Mozart'ın Figaro'yu ilk kez burada çalmasıymış.

Şöyle en şık kıyafetlerini giyinip gelen Viyanalılarla bir opera ortamı soluyamadım belki ama yine de müzikler gözlerimi kapatıp tarihsel hayallere dalmamı sağlayacak kadar güzeldi. Ancak yine uyarıyorum, ambiyans, konser her şey çok turistikti.

Sonraki günümü katıldığım konferansta geçirdim, akşam ise Rathausplatz'da bir barda düzenlenen kokteyle takıldıktan sonra konferansta tanıştığım Türkiye'den bir meslektaşla yemek yiyip Cafe Sacher'de sachertorte'yi denedim.

Açıkçası bana çok ağır geldi, önceki yazımda bahsettiğim fachertorte'yi tercih ederim. Ayrıca özellikle belirtmezseniz Cafe Sacher'de melange'ınız kremalı geliyor. Benim gibi krema ile arası olmayanlara bir hatırlatma olsun.

Viyandaki son günüm olan bir sonraki gün ise konferanstan çıktıktan sonra doğruca havaalanına gittim. Soğuk ama keyifli Viyana maceram böylece tamamlanmış oldu.

Tuna nehrinin bir fotosuyla da bu yazıyı sonlandırayım.

11 Aralık 2013 Çarşamba

Viyana günleri vol 4

Eveeeeet, bir önceki yazımda nerede kalmıştık hızlıca hatırlayalım.

Ben sanattan pek anlamadığım halde aç ve sefil bir halde bir müzeden öbürüne koştururken bir anda kendime gelmiş ve yemek yemek gibi daha öncelikli ihtiyaçlarım olduğunu fark ederek usulca Figlmüller'e doğru yollanmıştım.

Burası malum Viyana'nın en ünlü şnitzel restoranı efendim, tüm rehberlerde yer alıyor. Bu kadar ünlü bir yere gitmesem olmazdı lakin rezervasyon yaptırmamıştım. Bir gün önce önünden geçerken kapının önünde inanılmaz bir kuyruk vardı, yine de şansımı denemek istedim ve başardım.

Oturdum, şnitzel, patates salatası ve bir büyük bira siparişimi verdim, ayıptır söylemesi afiyetle yedim. Şimdi başkası olsa burada tabağın, ortamın falan fotosunu paylaşırdı amaaa benim sizin için başka bir fotom var.

Aşağıda gördüğünüz bir karabiber değirmeni. Cehaletimi hoşgörün lakin ben Peugeot'yu araba markası zannediyordum, adamlar karabiber değirmeni de üretiyormuş meğersem. Dönünce internetten araştırma yaptım, oldukça da popülermiş bu değirmenler. Hayat çok enteresan, her gün yeni bir şey öğreniyorsun.



Karnım doyup, keyfim gıcır olunca bunu bir de tatlıyla cilalamak lazım diyerek yeniden Demel Pastanesi'ne yollandım. Bir gün önce yediğim elmalı strudel'i çok beğenmekle birlikte bu sefer farklı bir şey denemek istedim.

Şimdi Demel'de sistem şu şekil, girişteki tezgahta tüm pasta/kek çeşitleri sergileniyor, siz hangisini istiyorsanız tezgahın arkasındaki görevli onu küçük bir sipariş kağıdına yazıyor, masada da bu kağıdı garsona vererek telaffuz, ismi aklında tutma vs problemleri aşıyorsunuz.

Yani bir gün önce böyle denmişti.

Ben de tecrübeli bir ziyaretçi olarak içeri girip gözüme kestirdiğim keki yazdırmak üzere beklemeye başladım. Tezgahta soğuk nevale genç bir kız. Dedim ki şundan istiyorum. Önce masaya oturup sonra gelip sipariş vermem gerektiğini, aksi takdirde paket olarak hizmet vereceğini söyledi.

Bundan sonraki kısmı diyalog olarak yazıyorum B harfi beni, SN soğuk nevale tezgahtarı, YY de yardımsever yabancıyı simgeliyor, ben Almanca bilmediğim için konuşma da İngilizce gerçekleşiyor:

B: ama dün de geldim ve burada kağıdımı alıp masaya öyle geçtim
SN: hayır size yanlış bilgi vermişler, önce masa bulup sonra buradan seçmeniz gerekiyor
B: ne fark edecek ki
SN: sistem böyle
B: ben kağıdımı almak istiyorum, sonra da masa bakmaya gideceğim, eğer boş masa bulamazsam çıkarken kağıdı size iade ederim
SN: olmaz
B: bakın içeride bir masada eşyalarımı bırakıp sonra buraya gelmek istemiyorum, o yüzden lütfen yazıp verir misiniz
SN: olmaz
B: (çantamdan not defterimi ve kalemimi çıkarırken içerideki kalabalığa dönüp) burada almanca bilen birisi var mı?
YY: nasıl yardımcı olabilirim?
B: (istediğim keki işaret ederek) bunun adını biliyorsanız benim için bu kağıda yazar mısınız?

Tam bu noktada soğuk nevale arıza çıkartmaya çok yatkın bir tip olduğumu çaktı ve elime kekin adını yazdığı kağıdı sıkıştırdı. Ben de zafer kazanmış komutan edasıyla gidip bir masaya kuruldum, gelen garsona kağıtla birlikte melange siparişimi verdim. Gerçi şimdi bu soğuk nevale bana uyuzluk yapıp kağıda farklı bir şey yazmıştır diye işkillenmedim değil. Doğru sipariş gelince rahatladım.

Bu arada uğruna bu kadar savaş verdiğim kekin adı fachertorte'ymiş, artık hayatta unutmam. Hayır efendim yanlış yazmadım, sachertorte değil, bu facher. Dönünce hemen internette araştırdım, içinde ne varmış diye. Elma, erik, fındık ve sıkı durun haşhaş tohumu varmış. Tevekkeli değil daha tatmadan böyle bağımlılık yapıp isterik bir şekilde "yaz şunun adını, yaz işte yaz" diye tutturuyor insan. İnanın verdiğim mücadelenin her bir saniyesine değdi.

Aman diyim, gitme niyetiniz varsa bu ismi not alın da benim gibi uğraşmayın. Bir daha söylüyorum: fachertorte.

Akşam için niyetim bir konsere gitmekti.

Elbette söz konusu olan bensem bir klasik müzik konserinde bile macera eksik olmaz. Onu da bir sonraki yazımda anlatayım.

10 Aralık 2013 Salı

Viyana günleri vol 3

Viyana'da geçirdiğim ilk 2 günle ilgili yazdıklarıma buradan ve şuradan ulaşabilirsiniz.

Bugün Viyana'da özgürce harcayabileceğim son günüm olduğu için çok yoğun geçeceğini tahmin edebiliyordum. Erkenden kalktım, otelde kahvaltımı yaptım ve Hofburg Saray kompleksinde mümkün olduğunca çok yeri görebilmek hedefiyle yollara düştüm.

Saray kompleksi Kohlmarkt'ın tam karşısında başlıyor. Öncelikle Kaiserappartements denilen saray kısmını gezdim, Türkçesi kral dairesi diyebiliriz sanırım.

Buranın alt katında imparatorluk yemek takımları sergileniyor. Evet, altın, gümüş ve porselen takımlar Anadolu'da düğünlerden önce çeyiz serme geleneği misali sergileniyor. Ama mütevazi bir çeyiz değil baştan uyarayım, sanırım 9-10 kadar oda vardı sadece yemek ve banyo takımlarının sergilendiği. Aşağıdaki küçük bir örnek sadece. Ama hepsi de pek şıktı.


Buradan iki şey öğrendim. Birincisi imparatorluk zamanında yemekler elle yenirmiş ancak kral ve kraliçelerin birer adet çatal, kaşık, bıçak, et bıçağı, tatlı kaşığı vb parçalardan oluşan özel servisleri varmış, nereye giderlerse gitsinler yanlarında taşırlar ve yemeklerini bunlarla yerlermiş.

İkinci olarak da 18.yy öncesinden pek fazla gümüş ve altın yemek takımları kalmamış çünkü Napolyon'la savaş döneminde Avusturya'daki tüm gümüşler eritilmek zorunda kalınmış. O zamana kadar pek prim verilmeyen ve sadece çorba ile tatlı servislerinde kullanılan porselenler de böylece prim yapmaya başlamış. İşte doğru zamanda doğru yerde olmanın önemi bir kez daha karşımıza çıkıyor. (bu paragrafın ana fikri: insan isterse porselenden bile hayat dersi çıkarabilir)

Aşağıda gördüğünüz ise resmi yemeklerdeki sofra düzenini temsil ediyor. Burada ilginç olan peçetenin katlanma biçimi. Anlatılana göre içine ekmek koymak için iki küçük delik içeren bu katlama biçimi sadece imparatorun katıldığı resmi yemeklerde kullanılabiliyormuş. Peçeteyi bu şekilde katlama yöntemi ise yalnızca bir kaç kişinin bildiği ve kulaktan kulağa aktarılan bir sırmış. Bu yöntem bugün bile Avusturya Devleti'nin resmi yemeklerinde kullanılan ve sadece iki kişinin nasıl yapıldığını bildiği bir sırmış.

İki kişinin bildiği, sır değildir diyerek geyiği kapatıyorum.

Yok duramıycam, Allah korusun bu iki kişinin başına bir iş gelse hepimiz yandık. Vallahi bir prenslerini koruyamayarak 1. Dünya Savaşı, bir Hitler'i içlerinden çıkararak 2. Dünya Savaşı' na neden olan Avusturya, "Peçete katlayıcılarımız grip olmuş, sizi yemeğe alamıycaz kusura bakmayın" diye bir protokol krizi nedeniyle 3. Dünya Savaşı'na neden olursa hiç şaşırmam.


Tamam kestim.

Neyse efendim, yemek takımları gezisinden sonra İmparatorluk Odaları ve Sissi Müzesi'ni gezdim. Sissi'yi resmen ilahlaştırmışlar, pek sevmişler sanırım ama maksimum ticarileştirerek parayı da basıyorlar. Bu Sissi efendim 1.70 boylarında ve 47-48 kg civarındaymış. Kıyafetlerini görseniz, minicik. Beli 50 cm civarındaymış yanlış hatırlamıyorsam. Her gün düzenli spor yaparmış. Nedense müze ve audio guide Sissi'nin yeme problemi olmadığı, açlık rejimi falan yapmadığını kanıtlamak için oldukça çaba sarf etmiş ancak o boyda ve o kiloda birinin açlık rejimleri yapmadığına kimse beni inandıramaz.

Yemek takımları, İmparatorluk Odaları ve Sissi Müzesi'ni gezmek yaklaşık 2 saatimi aldı. Bunlardan sonra İmparatorluk Hazineleri'nin görmeye gittim. Adından da anlaşılacağı üzere burada aslında imparatorluğun gücü ve ihtişamı sergileniyor. Sergilenenler dini temalı hazineler ve diğerleri diye ikiye ayrılmış. O kadar büyüktü ki 1500.'ncü süslü haçı görmesem de olur diyerek dini temalı eserler bölümünü gezmedim. Bu hali bile 2 saatimi aldı.

Buradan en çok aklımda kalanlar daha önceden şurada bahsetmiş olduğum taç, Kutsal Roma İmparatorluğu tacı ve aşağıda resmini gördüğünüz 10 kg ağırlığındaki kraliyet vaftizlerinde kullanılan ibrik takımı. Bu 1o kg ağırlığındaki güzide eser som altından efendim, ona göre bakın resme.


Ayrıca sergilenenler arasında Viyana'ya nasıl geldiğini bilmedikleri bir Türk kılıcı ile kendini Transilvanya kralı ilan eden ve Osmanlı İmparatorluğu tarafından tanınan Stefan Bocsky'ye 1. Ahmet tarafından gönderilen az kullanılmış taç da vardı. Taç az kullanılmış zira bir kaç ay sonra Avusturya tarafından tahttan indirilmiş kendisi.

Yaklaşık 2 saati de burada geçirdikten sonra kalan zamanı iyi değerlendirmek için koşar adımlarla bir sonraki müzeye doğru yola çıktım. Hedef Sanat Tarihi Müzesi. Ancak o kadar acıkmışım ki mide gurultularımdan başka bir şey duyamaz oldum. Derken bir anda durdum ve bir anda kendime geldim.

Şimdi efendim benim olayım plan yapmak ve bu plana uymaktır. Konu ne olursa olsun hiç fark etmez. Dolayısıyla, bu gezide de gezi planıma uymak için kendimi paralıyordum. Sonra bir anda dedim ki kendi kendime (ve içimden değil, dışımdan yüksek sesle) "kızım manyak mısın, 3 gündür o müzeyi göreceğim, bu sergiyi gezeceğim diye aç biilaç, üşümüş bir halde sefil oldun, böyle iş olur mu, karnını bir doyur önce, sonra tadını çıkar". Yavaşça geldiğim istikamete geri dönerek Figlmüller'e yollandım.

Günün kalan kısmı bir sonraki yazımda.

9 Aralık 2013 Pazartesi

Viyana günleri vol 2

Viyana'daki birinci günümü burada yazmıştım, şimdi de ikinci günüm.

İlk günün yorgunluğu ile gece mışıl mışıl uyumuşum, öyle ki 13. kattaki odanın manzarasına bile doğru  düzgün bakamamıştım, sabah uyanınca ilk iş odamın manzarasını fotoğrafladım.

odamın manzarası
Kahvaltımı otelde yaptıktan sonra yine düştüm yollara. Bugünkü hedef Belvedere Sarayı, Naschmarkt, Hundertwasser, Prater. Oldukça yoğun bir plan, ama üstesinden gelebilirim.

Öncelikle Belvedere Sarayı'na gittim. Aslında burası büyük ve güzel bir bahçe ile ayrılmış alt ve üst diye anılan iki saray binasından oluşuyor. Saray Savoy Prensi Eugene tarafından yaptırılmış. Prens Eugene Osmanlı İmparatorluğu ile yapılan savaşlardaki başarısıyla şan, şöhret ve servet sahibi olmuş. İhtişamı da seviyormuş zat-ı alileri. Zira ilk önce alt saray inşa edilmiş ve üst Belvedere bahçe içinde önceki yazımda bahsettiğim Gloriette tarzı bir yapı olarak planlanmış. Ancak Prens alt sarayı fazla sade bulunca planlar değişmiş ve daha da ihtişamlı olan üst Belvedere inşa edilmiş.

Ben sadece üst sarayı gezdim, burada çeşitli sanat akımlarından zengin bir resim koleksiyonu özellikle de büyük bir Gustav Klimt koleksiyonu yer alıyordu. Sarayda en beğendiğim iki şeyden biri Mermer Salon denilen büyük salonun tavanındaki 3 boyutlu resimlerdi. Bir diğeri ise Hans Makart isimli ressamın (ki kendisiyle tanıştığıma memnun oldum) "5 Duyu" isimli eseriydi. 5 panelden oluşan bu eserde işitme, görme, duyma, tat alma ve dokunma duyuları resmedilmiş. Ben resimlere baktığımda her birinde de gerçekten o duyuları hissettim.

Sarayı gezmek iki saatimi aldıktan sonra çıktım. Bu sefer christmas market'ın tüm çekiciliğine karşı koyup Innere Stadt denilen eski şehir bölgesine gidip muhteşem belediye binası, Volkstheatre gibi binaların yer aldığı caddeyi görüp Naschmarkt'a yollandım. Tam 2 kere bu açık pazara varmaya çalışıp kaybolup üçüncü teşebbüsümde zor da olsa ulaşmayı başardım ancak vardığımda gördüm ki burası pazar günleri kapalıymış. Zaten kısıtlı zamanımı hatalı planlama nedeniyle boşa harcadığım için kendime kızıp Hundertwasser'ye doğru yola koyuldum.

Biraz uğraştıktan sonra burayı bulup bir kaç foto çektim. Bilmeyenler için söyleyeyim Hundertwasser Evleri belediye tarafından yaptırılmış, tasarımını Avusturyalı sanatçı Friedensreich Hundertwasser yapmış. Binanın özelliği hiç bir yerinde düz bir şey kullanılmaması ve rengarenk boyanmış olması. Binada 50 küsur daire ve bir kaç tane dükkan varmış. Binada oturuluyor yani.

Avrupa'nın Toki'leri bile sanat abidesi abicim, adamların burnunun büyük olması normal. Ama şahsen böyle bir evde oturmak istemezdim, düşünsene bir pazar günü evde keyif yapacaksın, aşağıda oradan buradan gelmiş aylak turistler şakır şakır evinin fotoğrafını çekiyor, gürültü yapıyor falan, çekilmez yani.


Çıkışta elbette ki acıkmıştım ve ara bir sokakta denk geldiğim bir kafeye bir bakayım, beğenirsem bir şeyler yerim dedim. Kapıyı açmamla bir piyano sesinin beni karşılaması bir oldu. Eski ve otantik bir dekorasyon, piyano çalan bir kadın ve yemek vardı. Üşmüş ve aç bir insan başka ne ister.

Meğersem tam 1883'ten beri hizmet veren Cafe Zartl diye bir yere gelmişim. Hemen oturdum şnitzel ve salata siparişimi verdim. Dekorasyon ve müzik çok etkileyici yemek de çok lezzetliydi ancak hizmetin çok çok yavaş ve kötü olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.

Buradan çok yakın olan Prater'deki lunaparka gitmemek ve teeee 1896 yılında yapılmış olan dönme dolaba binmemek olmazdı. Ben de gittim ve bindim, Viyana'ya yine yukarıdan şöyle bir baktım ve yine o önlenemez "Viyanaaaaa seni yeneceğim" duygusu geldi içime yerleşti. Neyse fazla uzun sürmedi, aşağıya iner inmez geçti bu duygu.

Artık akşam olmuş ve hava da iyice soğumuşken otele dönmeden önce sıcak bir kahve ve güzel bir dilim pasta yemeyi hak etmiştim. İstikamet Graben Caddesi'nin sonunda yer alan Kohlmarkt Caddesi üzerindeki saray onaylı Demel Pastanesi. Burada leziz bir elmalı strudel ve bir fincan melange'la açık mutfakta çalışanları ve çevre masalarda oturanları izleyerek keyif yaptım.

Çıkışta sokak müzisyenlerinin verdiği bir mini konserle müzik keyfi yapıp Karlsplatz'a doğru ufak bir yürüyüşten sonra yorgun ve üşümüş ama bir günü daha verimli bir şekilde bitirmiş olarak otele geri döndüm.

Yarın Hofburg Sarayı gezim ve bu gezi sırasında yaşadığım aydınlanmada görüşmek üzere beni okumaya devam edin.

8 Aralık 2013 Pazar

Viyana günleri vol 1

Daha önce de bahsettiğim gibi 30 Kasım-4 Aralık tarihlerinde Viyana 'da idim. Son iki gün iş nedeniyle katılmam gereken bir organizasyon vardı ama ilk 3 gün bana aitti ve bol bol gezdim. İlk izlenimlerimi daha önceden yazmıştım, okumak isterseniz buraya bir tık. İşte maceralarım.

Cumartesi günü saat 10:30 civarı Viyana'ya indim. İbis Otel'de rezervasyon yaptırmıştım, Viyana'da 3 tane İbis var, ben Mariahilf olanına rezervasyon yaptırdım. Çok da memnun kaldım, zira çok merkezi bir lokasyonda idi.

Otelin tam önünde tramvay durağı vardı, havaalanı otobüs seferlerinin yapıldığı otobüs durağı ile U3 metro hattı durağının yer aldığı Westbahnhof istasyonuna 5 dakika yürüme mesafesinde idi.

Bunun dışında otel klasik İbis konseptinde, temiz, hesaplı, güvenilir ancak odada sıfır lüks. "Otelde vakit geçirmeye mi gidiyorum, masraflı olmasın, ulaşım rahat olsun" diyenlere kesinlikle tavsiye ederim.

Saat 12'ye gelirken otele vardım. Gerçi gitmeden önce otele mail atıp erken check-in mümkün olabilir mi diye sormuş ve olumsuz yanıt almıştım ama yine de bir ümit resepsiyona gittim. Yanıt aynı, bir gün önce tam kapasite dolu olduğundan o anda oda veremeyeceklerini söylediler, ben de emanete çantamı bıraktım, kaydımı yaptırdım ve kendimi buzzzz gibi Viyana sokaklarına attım.

İlk günkü hedefim Schönbrunn Sarayı ve Hundertwasser idi. Resepsiyondan saraya yürüyerek gitmek için tarif ve bir harita aldım. Resepsiyondaki kız yürüyerek gidecek olmama biraz şaşırsa da çok yardımsever bir şekilde harita üzerinde rotamı gösterdi.

Biraz çevreyi tanımak için özellikle yürüyerek gitmek istedim, netekim akşam bu planımın faydasını gördüm, ona da değineceğim. Yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüşten sonra saraya vardım.

Sarayla ilgili bilgiyi internette her yerde bulabilirsiniz, o detaylara girmeyeceğim. Sadece Habsburg Hanedanı'nın yazlık sarayı olduğunu söyleyeyim. İki çeşit bilet satılıyor, ben daha kısa olan turu seçtim ki o bile yaklaşık 2 saat sürdü.

Her sarayda görebileceğiniz klasik şatafat, görkem vs burada da var. Saray odaları turu bittikten sonra bahçeye çıktım. Burada bir hayvanat bahçesi de vardı ama benim pek ilgimi çekmediği için girmedim. Saray bahçesinde bir labirent olduğunu okumuştum, oraya girmek istiyordum lakin o da mevsim nedeniyle kapalıydı. Bu labirent ve bahçenin bazı kısımları kasım - mart arasında ziyarete kapalı oluyormuş haberiniz olsun. Bir de gezdiğim tüm saray ve müzeler içinde audio guide'da Türkçe seçeneği bir tek burada vardı.

Neyse labirente giremeyince ben de sarayın karşısındaki tepeye tırmandım, buraya Gloriette diyorlar. Gloriette adı binanın şeklinden geliyor, öğrendiğime göre çevresine göre yüksekçe bir bahçe içinde yanları genellikle açık binalara Gloriette denirmiş.

Ben de tepeye çıktım ve aşağıdaki fotoyu çekerken bir yandan da içimden "Viyanaaaa, seni yenmeye geldim" diye haykırdım. Yaaaa valla Viyana'ya gidince Türklük damarım kabardı, atalarımızın yarım bıraktığı işleri tamamlama hırsıyla doldum.

Gloriette'ten Viyana manzarası, aşağıda görülen de saray
Yukarıda yer alan kafede ilk melange'ımı içip apfelstrudel'imi yedim. Maalesef strudel'i beğenmedim. Vanilya soslu diyordu, resmen vanilya çorbasının içinde yüzen bir şey geldi, ama kendi kendime dedim ki ön yargılı olma, strudel'e bir şans daha ver, iyi ki de öyle demişim, güzel strudel gerçekten enfesmiş, ona da değineceğim.

Yukarı çıkarken sarayın bahçesinde stantlar görmüş ve uğramaya karar vermiştim. Yarım saat kadar stantlarda takılıp sonra da Hundertwasser'e gitmek niyetiyle aşağıya inmeye başladım. Aaaa aşağıya bir indim ki o stantlar christmas marketlermiş. Bir sürü incik boncuk, hediyelik, yeme, içme... Bir de konser var. Ortama bayıldım, klasik müzik konseri bitti peşinden caz konseri başladı, ben ay burada ne var, şu neymiş diye oradan ayrılamadım. Bir  de hava kararıp da süslenmiş çam ağacı, ışıklar falan çok hoşuma gidince iki saat kadar kaldım sarayın bahçesinde. Hundertwasser planı yalan oldu. Stantlardan yemeğimi yiyip sıcak şarapla ısındım, güzel müzikler dinledim.


Saat 5 gibi çıktım saraydan, hemen yakındaki metro istasyonuna gidip 72 saatlik metro bileti aldım ve ver elini Stephansplatz. Burası da meşhur katedral Stephansdom'un olduğu meydan. Katedral yine klasik, saraylardan bile daha görkemli, çok yüksek bir binaydı. İçeri girip biraz bakındım, ama dua başlayacağı için çok ileri gidilmesine izin verilmiyordu. Ben de dışarı çıktım, katedralin yanında kurulmuş olan christmas market'te ekmek içinde gulaş çorbası içip ısındıktan sonra yine sokaklarda dolaşmaya başladım. Viyana'nın alışveriş caddeleri denen Karntner ve Graben caddelerinde yürüyüp yeterince üşüdükten sonra otele dönmeye karar verdim.

Bu arada Viyana'nın 17. yy'da ortaya çıkan büyük veba salgınından kurtulması anısına dikilen Veba Anıtı da Graben Caddesi'nde yer alıyor, onu da görmüş oldum ama sonraki günlerde de bu anıtı görmek için bol bol vaktim oldu çünkü buralara sık sık geldim.

Tam otele dönmek üzere metro istasyonuna yöneldiğim sırada metro istasyonunun önünde kurulmuş bir stanttan müzik yayını yapılmaya başlanmış ve bir açık hava partisi yapılacağı anons ediliyordu. Fakat ben o kadar üşümüştüm ki otelde kendi partimi yapmak daha cazip geldi.

Otele giderken biraz su ve meyve almak istedim, ancak fark ettim ki Viyana'da hayat 18:00'da bitiyor, açık bir dükkan imkansız. Gündüz saraya yürüyerek giderken geçtiğim güzergahta bir çok Türk market görmüştüm. Dedim ki bu saatte çalışsa çalışsa Türkler çalışır, ben gündüz yürüdüğüm caddeye bir bakayım.

Bingo! Doğru tahmin, Türk marketleri açıktı. Kasadaki adam başka bir adamla Türkçe konuşuyordu, ben de Türkçe olarak su sordum. Adam şaşkınlıktan zıpladı neredeyse "aaaa Türkçe biliyorsunuz" dedi bana. "Yahu" dedim "siz ikiniz deminden beri Türkçe konuşuyorsunuz, ben şaşırmıyorum, ben konuşunca siz şaşırdınız, ne iş" dedim. Biraz sohbet ettik, Viyana'daki Türkler hakkında detaylı bir rapor aldım kendisinden, sonra alışverişimi yapıp çıktım. Hemen yanındaki kebapçıda da FB-BJK maçı yayınlanıyordu, skora bir göz atıp otele yollandım.

Şimdi böyle hızlıca yazdım ama günü şöyle özetleyebilirim: saat 12'den akşam yaklaşık 9'a kadar sürekli ayakta veya yürüme halinde, 2-3 saat dışında hep açık havadaydım. Otele döndüğümde yorgun ve ziyadesiyle üşümüştüm.

Ama bu beni durdurabilir miydi? Tabii ki hayır. Ertesi günkü programım da en az bu kadar yoğundu. Bir sonraki gün görüşmek üzere.

7 Aralık 2013 Cumartesi

Yaslı gittim şen geldim

Şaka şaka yas falan yok. Gittim ve geldim, Viyana'yı fethettim. İşte izlenimlerim, serbest çağrışım usulü:

* Hava çok soğuktu, buzzzz gibi. İnsanın saçı soğuktan beyazlar mı bilmiyorum ama benimki beyazladı. Yani o iki telin gitmeden önce siyah olduğuna eminim, döndüğümde ise nurtopu gibi iki beyaz saç telim daha vardı ve bence tek açıklaması soğuk. Aşağıdaki fotoyu ne kadar soğuk olduğunun kanıtı olsun diye çektim. Hayır yanlış görmüyorsunuz, kuşlar suyun üstünde yürüyor. Neden? Çünkü su buz tutmuş. Bu fotoyu sabahın köründe falan da çekmedim üstelik, saat 14 sularında Viyana Schonbrunn Sarayı'nın bahçesindeki havuz.


* Türkler her yerde. Bence Viyana'ya giden birinin sadece Türkçe bilmesi kafi. Nüfus 1,5 milyon, Türk nüfusu 165 bin. Yani 10 kişiden 1'i Türk. Yolunuzu kaybettiniz falansa, şöyle derin bir nefes alıp "Türkçe bilen var mı?" diye bağırın, yol tarif edecek en az bir kişi bulamazsanız ne olayım. Ayrıca Demel Pastanesi çalışanlarından Türk kızına da selamımı söyleyin, İstanbul'dan gelen abla derseniz beni hatırlar.

* Avrupa'da pek sevilmediğimiz malum, adamlar haklı. Acaip bir travmaya sebep olmuşuz. Aşağıdaki foto İmparatorluk Hazineleri müzesinde sergilenen imparatorluk tacı. Yarı küre formundaki bu tacın üstü 4 parçaya bölünmüş ve her birinde Avusturya İmparatorluk tacı ve kutsallığı ile ilgili bir sahne tasvir edilmiş. Peki bilin bakalım bu parçalardan biri neye ayrılmış? Türkleri yenmelerine. Adamların taçlarına bile girmişiz.


* Toplu taşıma süper, tamamen güven üstüne dayalı bir sistem var. Bileti alıyorsun ama hiç bir otobüs, metro, tren, tramvay binişinde bilet kontrolü yok. Ancaaaak ne kadar Avrupalı da olsalar metroya binince aynı bizim gibi kapının önüne yapışıp kalıyorlar, ortalara gitme onlarda da yok maalesef.

* Pahallı bir şehir, yemek, içmek, hediyelikler, müze girişleri pahallı. Magnet bile 5 euro diyeyim, hayal edin.

* Çok soğuk olduğunu söylemiştim ama yeteri kadar vurguladığımdan emin olmak için bir daha söylüyorum: çok soğuktu.

* Noel ve yeni yılın yaklaşması sebebiyle şehrin tüm meydanları ve saray bahçelerine "christmas market"ler kurulmuş ve her yer ışıl ışıl süslenmiş. Çok güzeldi. Bu marketlerde hediyelik eşyalar, yiyecek ve içecek satılıyordu. İçecek dediğim"punch" adını verdikleri, baharatlı sıcak şarap. Enfesti, hele soğukta bildiğin ilaç.

* Viyana ile ilgili değil, daha genel bir notum var. Katıldığım organizasyonda çeşitli ülkelerden bir çok kişiyle tanıştım. Özellikle iki Hollandalı, bir İngiliz ve bir Danimarkalı ile (fıkra gibi oldu burası) biraz daha fazla sohbet etme imkanı buldum. Türkiye'den geldiğimi duyunca istisnasız hepsi konuyu Gezi olaylarına getirdi. Hepsinin haberi var, duran adamı bile biliyorlar.

En çok aklımda kalan genel konular böyle, önümüzdeki günlerde daha detaylı, gezi programımı, önerilerimi, maceralarımı yazacağım.

Beni okumaya devam edin...

29 Kasım 2013 Cuma

Kısa kısa haberler

Önce güzel haberler...
  • Bir önceki yazımda bahsettiğim (buradan ulaşabilirsiniz) D&R problemim çözüldü. Hiç öyle tahmin ettiğiniz kadar zor olmadı, her zaman derim doğru insanları tanımak hayatı kolaylaştırır. Yani tutar bana iade edildi de siparişimi alamadım tabi, ellerim böğrümde kalakaldım, artık haftaya yeni sipariş vereceğim. Siparişi neden haftaya veriyorum merak ediyorsanız bir sonraki maddeye geçiniz.
  • Hani şu fotoğraf mafyasının varlığını ortaya çıkarttığım yazım var ya (buraya tıklayıverin) işte o yazıda bahsettiğim seyahate gidebiliyorum. Salı günü geldi pasaport konsolosluktan. Cumartesi sabahı uçuyorum, Viyana'ya. Çarşamba gecesi döneceğim. Kendime güzel bir program da hazırladım. Oraların soğuk olmasından gayrı bir endişem yok.
Şimdi nötr haberler...
  • Eğer şimdiye kadar tanınmış, ünlü bir blog yazarı olabilseydim, Avrupa'da yaşayan takipçilerimle buluşma fırsatı yakalayabilirdik ama bir dahaki sefere inşallah.
Şimdi de o kadar güzel olmayan haberler...
  •  Yukarıda bahsettiğim seyahatten dolayı bir hafta kadar buralarda olamayacağım. Beni merak etmeyin. Dönünce yine yazmaya devam.
  • Haftaya maalesef Hürrem'i ve zumba derslerimi kaçıracağım. Dersler salı ve perşembe günleri. Çarşamba gecesi döneceğim, perşembe işe gideceğim ama akşamına zumbaya gidebilmek için şartları zorlayacağım. 

27 Kasım 2013 Çarşamba

Kitap okuma hedefime kimler taş koydu?

2 hafta kadar önceki bir yazımda kitap okuma konusundaki hedefimden bahsetmiştim (tıklayınız); keyfim için 3 kitap, gelişim için 1 kitap.

Bu yazıyı yazdıktan sonra 2 tane keyfim için kitabı okudum, hatta haklarında yazdım, onlar da burada ve şurada. Gerçi yazarken de belirttim, bunlar pek keyifle okunacak kitaplar değildi. Neyse, okudum bitti.

Bu arada evdeki okunacak kitap stoku da bitti, ben de beyime aldığımız Adı Aylin'e başladım, onun da bitmesine yakın internetten yeni siparişlerimi verdim. Tam 7 kitap, 2 aylık stok hazır olacak derken D&R bana kazık attı.

Kitapları genelde internetten sipariş ediyorum, fiyatları daha uygun oluyor. Her zaman hepsiburada.com'u kullanırdım, hiç de sorun yaşamadım. Bu sefer dedim ki piyasa araştırması yapayım, demez olaydım.

İstediğim kitapların fiyatlarını 5 değişik siteden karşılaştırdım, en uygunu D&R oluyordu, siparişleri verdim.

Ben verdim de onlar almadılar, ama tutarı güzelce kartımdan çektiler. Dedim ki yanlışlık olmuştur, olabilir. Mail attım, 1 gün bekledim, sonra aradım. Hiç bir gelişme yok. Yavaş yavaş sinirlenmeye başladım, tekrar aradım. "Vazgeçtim, almıyorum, iptal edin, tutarı da iade edin" dedim. "Talebinizi işleme koymak üzere ilgili birime iletiyoruz" yanıtını aldım.

Sinirler iyice gerildi ama sakin kalmaya çalışıyorum.Telefondaki kızcağıza dedim ki "Anlaşıldı, biz çözemeyeceğiz konuyu şu anda, şimdi kapatıyorum, yarın da sizden bilgi bekliyorum, eğer ki çözülmezse işte o zaman zor müşteri nasıl olur tanımak zorunda kalacaksınız."

Ay o sinirle böyle tehdit falan savurdum ama yarın çözülmezse ne yaparım henüz bilemiyorum. Bir kere telefonda çok kırıcı olacağıma eminim, artık hangi şanslı çağrı merkezi görevlisine denk geleceksem şimdiden özür dilerim. Bir de sosyal medyadan medet umuyorum, önümüzdeki bir kaç gün içinde D&R aleyhine bir kampanyaya denk gelirseniz bilin ki müsebbibi benim. Yok, sosyal medyada bir fenomen falan değilim ama artık ne kadar forsum varsa kullanacağım. Bakalım görecez ne kadar forsum varmış.

Neyse ben bu arada Adı Aylin' den bahsedeyim.


Aslında ben bu kitabı seneleeeeer önce, belki de ilk çıktığı zaman okumuş, çok da etkilenmiştim. Beyim de geçenlerde evdeki bazı Ayşe Kulin kitaplarını okudu, beğendi. Bunun üstüne bu kitabı da indirimde görünce almıştık, okur diye. Kitap durdu durdu durdu, bizimki okumadı. Benim de stok bitince bari ziyan olmasın kitap, ben tekrar okuyayım dedim.

Dediğim gibi kitabı ilk okuduğum zaman Aylin'in yaşamından çok etkilenmiş, hayran kalmıştım. Fakat bu okumamda çok antipatik buldum kendisini.

Yaşamayı seven, kaliteli yaşayan bir kadınmış. Aile ve dostlarıyla çok sağlam ilişkiler de kurmuş ancak gönül işlerinde bencil buldum bu sefer kendisini. Özgür ruhlu olmak güzel, insanın hayallerinin peşinde koşması takdir edilesi ancak bencilikle arasında çok ince bir çizgi var.

Bir de kitapta bir cümle yer alıyordu "...New York'un sorumsuzluktan, boşluktan sapıtan şımarık, zengin hastalarının abuk sabuk sorunlarıyla uğraşmaktan da bıkmıştı". İşte bu cümleyi okuduğumda Aylin hakkında tam da bunu düşünüyordum.

Neyse bu konu hakkında daha fazla ahkam kesmeyeyim, iyisiyle kötüsüyle sıra dışı bir hayat yaşayıp sonra herkes gibi göçüp gitmiş bu dünyadan. Bu kadar da seveni olduğuna göre yukarıda yazdıklarım benim halt yemem oluyor deyip geçiyorum.

Benim asıl derdim şimdi kitapsızlık. Bu akşam serviste yol bitmek bilmedi, öyle boş boş otur dur. Telefonla oyalanmaya çalıştım. Yarın sabah da uyuyup falan idare ederim kendimi, ama akşama bir çare bulmam şart.

26 Kasım 2013 Salı

Oryantiring rehberi

Bir önceki yazımı okuyanlar (ki henüz okumamış olanlar varsa buradan ulaşabilir) ilk oryantiring maceramı tecrübe ettiğimi biliyor. Bu nedenle başlığı okuyup da "hadi canım sen de, bir gün gittin, profesör mü oldun, tavsiye falan nooluyo haddini bil" dediğinizi duyar gibiyim.

Olsun, duymazdan geliyorum.

Zira biz gitmeden önce ön hazırlıklar ve başıma neler geleceğiyle ilgili kafamda bir çok soru vardı. Maalesef internette bu konuda fazla bilgi yok. Bu nedenle bu işe ilgi duyan ve denemek isteyenler varsa tecrübemden faydalanmak isteyebilir diye düşünerek aşağıda tavsiyelerimi sıralıyorum.

Oryantiringe giderken nasıl bir ayakkabı giymeliyim?
İnternette bu konuda bir araştırma yaparsanız şu cevapla karşılaşacaksınız "oryantiring için özel üretilmiş çivili ayakkabılar var ancak kaymayan, zemini iyi kavrayan bir koşu ayakkabısı da yeterli olacaktır" İyi de bu nasıl bir ayakkabı oluyor?

En önemlisi ayakkabının ıslak zeminde kaymaması. Özellikle bu mevsimde. Mevcut spor ayakkabılarınız spor salonunda nemli ortamda kayıyorsa işe yaramayacaktır, salona gitmiyorsanız da evde test edin çünkü bu konu önemli.

Rahat koşmak için de ayakkabının hafif ve boğazsız olması gerekiyor.

Bir de su geçirmeyen bir ayakkabı olmasında fayda var, zira parkur sırasında bir kaç defa dereden geçmek, fark etmeden ya da zorunluluktan su birikintisine girmek durumunda kalabiliyorsunuz. Su geçirmeme konusu çok elzem değil ama ayacıklarınızın ıslanıp üşümesini istemiyorsanız buna dikkat edin derim.

Yaptığım araştırmalar sonucu en fazla tercih edilen ayakkabı markasının Salomon olduğunu öğrendim. Bunun dışında Columbia, New Balance, Adidas, Nike, Merrell markalarının da bu amaca uygun modelleri var. Bu markaların yukarıda bahsedilen özelliklere sahip modellerinin fiyatları ise 270-400 TL aralığında değişiyor. Bu kadar parayı gözden çıkarmadan önce eldeki malzemeyle dikkatli bir şekilde kendini denemekte fayda var.

Peki nasıl bir kıyafet seçmeliyim?
Ben alt olarak pamuklu bir eşofman, üste de yine pamuklu bir sweatshirt giydim. Ancak gözlemlediğim kadarıyla alta sentetik kumaştan spor için imal edilmiş tayt giymek en rahatı. Eğer eşofman giyecekseniz de paçaları çorapların içine sokarak haşere, diken vs girme olasılığı ve takılmalara karşı önlem alın.

Çorapları ise mümkün olduğunca uzun konçlululardan seçmek iyi olacaktır.

Üste çok kalın giyilmemesi gerek zira hareket halinde zaten çok fazla terleyeceksiniz. Üşümeye karşı lahana usulü kat kat giyinme uygulanabilir. Mesela alta uzun kollu spor body'lerinden üstüne de ince bir polar giyebilirsiniz. Terlediğinizde de poları belinize bağlayıp koşmaya devam edebilirsiniz. Yağışlı havada ise ince bir yağmurluk uygun olacaktır.

Bir kaç katılımcının kısa şort ve kısa kollu tişört giydiğini gördüm ama sizlerin giymesini tavsiye etmiyorum. Çalılar, dallar çizebilir. Gerçi ben uzun eşofman giymiş olmama rağmen eve geldiğimde bacaklarımda bir çok çizik gördüm. Tabi bu biraz benim heyecanımdan kaynaklanıyor, hiç düşmedim ama yokuş aşağı kendimi kaptırıp sonra duramadığım için çeşitli çalılardan yardım istemek durumunda kaldım. Bazı çalı grupları o kadar da yardım sever değildi.

Bir de kıyafetinizde fermuarlı bir cep olmasını şiddetle tavsiye ediyorum. Başka bir şey taşımanız gerekmiyor ama eğer ulaşımı arabanızla sağladıysanız anahtarı koyabilecek en emin yer fermuarlı bir cep.

Yanımda ne götürmem gerek?
Kesinlikle su şart. Biz ilk parkura "amaaan nasıl taşıyacağız" diyerek enayi gibi su almadan çıktık, döndüğümüzde dilim damağıma yapışmıştı. İkinci tura çıkarken aldım su şişesini elimde taşıdım, olmadı sweatshirtümün önündeki cep bölgesinde taşıdım. Su şart. Daha deneyimli katılımcılar sırt askısında su şişesi koyma cebi olan küçük çantalar taşıyordu. Halihazırda böyle bir çantanız varsa kullanabilirsiniz, yoksa da bir formül bulup suyu taşıyın işte. Dedim ya su şart.

Koşma işi bittikten sonra acayip bir açlık geliyor. (Yani bana geldi de beyim biyonik adam olduğu için acıkmamıştı yine, üstelik sabah da kahvaltı etmemesine rağmen. Ben sürekli açım zaten.) Yanınızda meyve, küçük sandviçler götürmekte fayda var. Biz bunu akıl edemedik, yanımızda hiç bir şey yoktu ama ders oldu, bir dahaki sefere piknik sepeti hazırlayacağım.

Bunun dışında yedek kıyafet de gerekli. Çünkü hem terliyorsunuz hem de ıslanma ihtimaliniz var. Ancak kıyafetinizi değiştirmek için yer bulmak sorun olabilir.

Bir de her ihtimale karşı boynunuza bir düdük takmakta fayda var. Gerçi parkurlarda bir sürü insanla karşılaşıyorsunuz. Ama yine de tedbirli olmaktan zarar gelmez.

Oryantiring yapmanın bir maliyeti var mı?
Belgrad Ormanlarına otomobil giriş ücreti 10 TL. Oryantiring katılım ücretlerine ise buradan İOG' nin sitesine ulaşarak öğrenebilirsiniz. Bozuk para bulundurmanız tavsiye edilir.

Önceden yapmam gereken hazırlık var mı?
İOG'nin sitesindeki eğitim dokümanlarını okumanızda fayda var. Buradan ulaşabilirsiniz. Özellikle harita işaretlerini dikkatli okuyun.

Başlamadan önce ne yapmalıyım?
Çıkıştan önce tecrübeli katılımcılar harita okuma konusunda eğitim veriyor, iyi dinleyin. Tüm sorularınızı da çekinmeden sorun, sabırla yanıtlıyorlar.

Başladıktan sonra ne yapmalıyım?
İlk defa katılıyorsanız süreden çok haritayı anlamaya öncelik verin. Yani bir hedefe ulaştığınızda hemen bir sonraki hedefe yönelmek yerine bulunduğunuz yeri harita üzerinde iyice çözmeye çalışın. Çevrenize bakın ve haritada yol, patika, tepe, devrilmiş ağaç, yeşillik vs olarak işaretlenmiş yerlerin fiziksel olarak neye benzediğini anlamaya çalışın, buna zaman harcayın. Değecek.

Nasıl koşmalıyım?
Koşma tekniği konusunda tavsiye verecek kadar bilgim yok ama bu konuda söyleyecek iki lafım var. Birincisi koşarken şarkı söylemeyin, illa söyleyecekseniz içinizden söyleyin. Nefes kullanımı açısından daha faydalı. İkincisi nasıl duracağınızı kestiremiyorsanız koşmaya başlamayın. Ciddiyim. İlk başta çok eğlenceli oluyor ama sonunu düşünmekte fayda var.

Şimdi bir düşündüm de amaaaaan boş verin şarkı söylemek istiyorsanız söyleyin, koşmak istiyorsanız koşun. Sonunu düşünen kahraman olamaz.

Sonuç olarak
Keyfini çıkarın, eğlenin. Hem oyun hem spor bir arada, daha ne olsun.

24 Kasım 2013 Pazar

Ormanda hayat var!

Oryantirinig kelimesini ilk defa üniversiteyi kazandığımda duymuştum. Sınav sonuçları açıklanıp da okul belli olduktan sonra kayıt yaptırmaya geldik İstanbul'a. Kayıt sırasında dediler ki "Okul şu tarihte açılıyor, 1 hafta öncesinde ise 3 günlük orienteering programı var".

Liseden aynı okulu kazandığım arkadaşımla bindik otobüse geldik 1 hafta öncesinde "orienteering" e katılmak için.

Okul bittikten sonra da oryantiring diye bir şey duydum. Bizim okul biraz havalıydı, İngilizce yazıp çiziyordu, ama oryantingciler o kadar havalı değildi, Türkçe telaffuzuyla yazıyorlardı. Ama ben kelimeyi görür görmez tanıdım. "Aaaa ben biliyorum bu işi, demek Belgrad Ormanı' nda ormanı tanıtacaklar" dedim. Araştırmaya da devam ettim.

Araştırmalarım sonucu öğrendim ki oryantiring bir hedef bulma oyunuymuş, amaç ormanı tanıtım turu falan değilmiş yani. Özel hazırlanmış bir harita ve bir pusula ile yönünü bulmaya çalışıyorsun, haritada belirtilmiş hedeflere sırasıyla uğrayıp bitiş noktasına varmaya çalışıyorsun. Hedeflere doğru sırada uğraman gerekiyor, aynı zamanda süreye karşı da yarışıyorsun.

Kulağa oldukça eğlenceli ve macera dolu geliyordu. O dönemde çok istedim ancak lojistik problemlerden dolayı mümkün olamadı. Sonra unutmuşum. Taaaa ki geçen pazara kadar.

Pazar akşamı, evde miskinlik yapıyoruz. Ben şeker patlatıyorum, beyimin de elinde kumanda zap yapıyor. Şimdi kumanda benim elimde olsa gideceğim kanallar bellidir, beyim ise spor kanalları ile belgesel kanalları arasında gezinir. Geçen hafta hem liglerin tatil olması hem de kumandanın benim elimde olmamasıyla kader ağlarını örmeye başlamış, haberimiz yok.

İz Tv' yi açtı kendisi. Bir belgesel var, "İstanbul 5 Days". Benim de gözüm takıldı, "oryantiring yapıyorlar galiba" dedim. Beyim de bir çok insan gibi hiç duymamış, kısaca bahsettim. Onun da ilgisini çekti, yapar mıyız yaparız, en azından deneriz dedik. Hemen internette araştırmaya başladık ve İstanbul Orienteering Grubu (İOG) sayfasını bulduk.

Her pazar günü Belgrad Ormanı'nın farklı bir bölgesinde toplanıp antrenman yapıyorlarmış ve yeni başlayanlar da katılabiliyormuş. Hemen kayıt olduk ve pazar gününü beklemeye başladık.

Ben çok heyecanlıydım açıkçası, acaba yapabilecek miyiz, ormanda başımıza bir iş gelir mi diye düşündüm durdum. Cumartesi günü düdük bile aradım, boynuma takayım da kaybolursam çalarım diye, bulamadım. Bu sabah 7'de kalktık, yollara düştük, 8:30'da Kömürcü Bendi'ndeki buluşma yerine vardık. Toplanma 9'da, çıkışlar 9:30'da başlıyordu ama benim ısrarlarım sonucu 1 saat öncesinde vararak, hazır ve nazır, heves ve heyecanla beklemeye başladık.

Beklerken başkaları da gelmeye başladı, herkes o kadar profesyonel görünüyordu ki gözüm korktu doğrusu. Biz ve bizim gibi yeni başlayan 5-6 kişiye bir eğitim verildi, harita okuma konusunda. Sonra kaydımızı yaptırdık ve başlangıç parkurundan ormana daldık. 

Bir gaz başladık koşmaya, haritaya bakıyoruz, "sağda bir patika görmemiz lazım" diyerek koştuk, yürüdük, koştuk. Patika falan yok. En iyisi dönüp baştan başlamak dedik, geri koşmaya başladık. Tekrar başlangıç noktasına döndük, ancak bu arada 15 dakika kadar zaman kaybettik. Bu sefer yoldan değil de ağaçların arasından vurduk kendimizi yukarı doğru, ilk hedefi bulduk.

Hedefin orada haritayı anlamaya çalıştık, meğer biz o patikayı geçmişiz. Çünkü patika denince bir yol aradı gözlerimiz. Fakat yapraklar her yeri kapladığı için yol, patika, yeşil alan vs hiç bir şeyi ayırt edememişiz. İkinci hedefte de zorlandık ama sonra alıştık 3, 4 ve 5. hedefleri daha kolay bulduk.

Finişe vardık, süremizi kaydettirdik. Parkuru 57 dakikada bitirmişiz. Ben sonuçtan memnunum zira finişe varabileceğimizden bile şüpheliydim. Zaten ben parkur boyunca "ay ne güzel çiçek, aaa bu nasıl mantar böyle" modunda olduğum için süreden yana ümidim yoktu. (bu arada bugün hayatımda ilk defa pembe/mor bir mantar gördüm)

kuru yapraklar arasında açmış bir çiçek


Bitiş masasındaki görevli ve diğer katılımcılarla biraz sohbet ettik, önerilerini aldık. Bir üst parkura çıkmak için başlangıç parkurunu 30 dk altında tamamlama  seviyesine gelmemizi tavsiye ettiler. Yine de bize bir üst seviyedeki parkurun haritasını verdiler ve deneme amaçlı bu parkura çıkmamızı önerdiler. Biz de ikinci parkurumuza çıktık, bu sefer daha iyiydik, daha az zorlandık. Bu parkurda 7 hedef vardı, yorulduğumuz için bir tanesine uğramadık. Ama yine de görece daha iyi bir sürede bitirdik.

Sonuç olarak çok keyifli bir gün geçirdik, devam edeceğiz. Başlıkta ormanda hayat var derken şaka yapmıyorum, sabahın o saatinde orman tıklım tıklımdı. Turumuz sırasında koşu yapanlar, bisiklete binenler, mantar toplayanlar gördük. Oryantiring yapan bir de aile gördük, küçük çocuklarını sırtlarında taşıyorlardı. Teeee Küçükçekmece'den bir okulun öğrencileri gelmiş, oryantiring eğitimi alıyordu.

Bu arada oryantiring konusunda internette araştırma yaparken geocaching diye bir oyuna denk geldik. Bunun mantığı da GPS vasıtasıyla çeşitli yerlerde saklanmış kutuları bulmak. Dünya çapında bir oyun, her ülkede oyananabiliyor. Bu da çok ilgimizi çekti, bu oyuna da katılmaya karar verdik. Resmi geocaching sitesine buradan ulaşabilirsiniz ya da bu işe gönül vermiş Özgehan Omağ'ın blogunu buradan inceleyebilirisiniz.

Çok uzattım ama bitirmeden bir de itirafta bulunacağım. Bugün Belgrad Ormanları'ında bir taraftan koşup bir taraftan da "ay akşamdan ışıktır, yaylalar yaylalar....." diye şarkı söyleyen de bendim. :)

bugünkü haritalarımız



23 Kasım 2013 Cumartesi

Let the games begin!

Cuma günü üstümden kamyon geçmiş gibi hissediyordum. Sabah konsolosluğa vize randevuma gittim, detaylara girmeyeceğim ama fotoğraf mafyası burada da peşimi bırakmadı diyeyim, gerisini sizlerin hayal gücüne bırakıyorum.

Bu vize randevusu işi nedeniyle cuma günü arabayla çıkmak zorunda kaldım ve cuma akşamı İstanbul trafiği de "üstümden kamyon geçmiş" hissiyatımı pekiştirmek için elinden geleni ardına koymadı.

Amaaa, tüm bunlara katlandım ve ödülümü akşam aldım. Çünkü Açlık Oyunları serisinin ikinci filmi Ateşi Yakalamak gösterime girmişti.

Açlık Oyunları serisini bilmeyen varsa kısaca özetleyeyim. Seri bir üçleme. Hikaye belirsiz bir gelecekte geçiyor. Kıyamet sonrası Kuzey Amerika'da Panem diye bir ülke kurulmuş; Panem 13 mıntıka ve bir Kapital'den oluşuyor. Yönetim Kapital'de, totaliter bir rejim hüküm sürüyor.

Her bir mıntıkanın Kapital'in ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir varlık nedeni var, bir mıntıka madencilik yapıyor, bir diğeri tarım, başka biri balıkçılık ya da sanayi gibi.

Mıntıkaların birbiriyle iletişime geçmesi, aralarında ulaşım yasak. Bazı mıntıkalar görece daha iyi durumda olsa da genelde hepsi fakir, sefil hayatlar sürüyor.

Kapital'de ise kelimenin tam anlamıyla zevk-ü sefa hüküm sürüyor. Dış görünüm herkesin en önemli derdi. Haa bir de partilerde çok fazla yedikleri için her şeyin tadına bakamamak gibi bir dertleri var ki bunu da yemek sonrası içtikleri bir içkiyle çözmüşler. Kusmalarını sağlayan bir içki, böylece mide fesadı geçirmeden yemeye devam edebiliyorlar.

Hikayenin başlamasından yaklaşık 74 yıl önce bu mıntıkalar Kapital'e karşı ayaklanıyor. Ayaklanma bastırılıyor, 13. mıntıka yok ediliyor. Ve mıntıka halklarına isyanın bedelini unutturmamak için her yıl her mıntıkadan 12-18 yaşları arasındaki gençler arasında kura ile belirlenen  bir kız ve bir erkek olmak üzere 24 genç Açlık Oyunları' na katılıyor. Oyunlardan sadece bir galip çıkıyor, diğer 23 kişi ölüp de sağ kalmayı başaran bu bir kişi oyunun galibi oluyor.

Distopik bir dünya.

Kitabı okumaya başladığımda tam bir bilimkurgu diye düşündüm, fakat ilerleyip de Oyunlar kısımına gelince dedim ki "Allahım, survivor'ın kitabını yazmışlar" Gerçekten de kitapta tasvir edilen her şey survivor'ın bir kıt üstü. Bir kıt diyorum çünkü henüz survivor'da yarışmacılar kavga falan etseler de birbirini öldürmeleri yasak, Açlık Oyunları'nda ise kazanmanın şartı diğer yarışmacıları öldürmek.

Neyse hikaye emin olun ki benim yazdığımdan daha sürükleyici. Fantastik dünyayı seviyorsanız okumanızı tavsiye ederim.

Bu kadar sürükleyici bir kitabın filmi de aynı derecede sürükleyici oluyor elbette. Özellikle benimki gibi yoğun ve yorucu bir gün geçirdiyseniz ilaç gibi geliyor. Ben seviyorum fantastik dünyayı yaaa.


20 Kasım 2013 Çarşamba

Bin Muhteşem Güneş

Hayata küsmeme çok az kaldı.

En son okuduğum kitap (burada) ve gezdiğim sergi (o da şurada) zaten ruh halimi ziyadesiyle etkilemişti. Bir de üstüne son okuduğum kitap tuz biber ekti.

Bahsettiğim Khaled Hosseini, Türkçesi Halit Hüseyni'nin Bin Muhteşem Güneş kitabı. Hikaye farklı geçmişleri olan iki Afgan kadını, Meryem ve Leyla'yı anlatıyor. İki kadının kaderleri talihsiz olaylar sonucunda birleşiyor, içinde bulundukları koşullar aralarında çok özel ve güçlü bir bağ kurulmasını sağlıyor.

Hikaye 1964 yılında başlıyor ve 2003 yılına kadar Afganistan'da olan biteni de Meryem ve Leyla'nın hayatları aracılığıyla arka planda anlatıyor. Maalesef anlatılan mutlu bir hikaye değil, tüm bu yıllarda Afganistan'ın başına gelenler malum.

Bir arkadaşımla kitap hakkında konuşurken yazar hakkında çok acıklı yazıyor diye yorum yapmıştık. Sonradan düşündüm, acıklı olan yazarın yazma şekli değil, yaşananlar. Elbette Hüseyni' nin kalemi etkileyici, tasvirleri, karakterleri çok güçlü ancak yazılanların tamamen hayal ürünü olmadığını bilmek insanı daha da derinden etkiliyor. Tüm kitap boyunca, adeta okuduğum her satırda şükür üstüne şükürler ettim.

İşgaller, iç savaşlar, politik oyunlar, tüm yaşananlar tüm Afgan halkını acılara gömmüş olsa da kadınların her zamanki gibi sırf kadın oldukları için daha da fazlasına maruz kaldığını görmek bir kadın olarak daha da üzdü beni. Bir faydası olur mu bilmem ama, erkek kısmından umudum yok da bugün sahip olduğumuz haklara burun kıvıran, tüm bunları borçlu olduğumuz Atatürk'e dil uzatan, şeriat isteyen bütün kadınlara bu kitap zor kullanarak, gerekirse şiddet kullanarak okutulmalı. Belki gözleri bir nebze olsun açılır.

Çok karamsar yazdım, ancak kitap severlerin bu kitabı okumasını tavsiye ederim. Çok kolay okunuyor, etkileyici, arka planda Afganistan'ın yakın tarihi hakkında bilgi veriyor.

Bir de kadı kızıyım ya, illa her şeyde bir kusur bulacağım, yazmasam olmaz. Kitabın sonunda 11 Eylül sonrası Amerika'nın işgalinden sonraki Afganistan ile ilgili bu kadar pembe bir tablo çizilmiş olması beni rahatsız etti. Tamam yazarımız Amerikan vatandaşı ama bu kadar da Amerikancı olmayaymış keşke dedim içimden.

Son olarak da teknik bir detaya değineyim. Mümkün oldukça kitaplarımı cep boy baskısı olarak almayı tercih ediyorum. Hem fiyatı daha makul oluyor, hem de çantada daha kolay taşınıyor. Tabii, yeni çıkan kitaplarda cep boy baskısı hemen olmuyor ancak bir süre geçtikten sonra bulunabiliyor. İlgilenenlere bu konuda da tavsiyemi ileteyim.

İyi okumalar.




19 Kasım 2013 Salı

Arı kovanına çomak sokan kız - sözlük anlamıyla

Dün bahsettiğim çocukluk doğum günlerinden sonra (bakınız) benim için doğum günü kutlamalarımın ne kadar özel olduğuna değinmezsem olmaz.Bu yaşıma kolay gelmedim sevgili okur, ne badireler atlattım. Hayır büyük trajedilerden, sapıklardan falan bahsetmiyorum. Bildiğin kendi canıma kast ettim.

Bu nedenle aldığım her yaş benim için bir başarı, bir ödüldür.

İlkokul yıllarımda oturduğumuz yere çok kar yağardı, kış akşamları babam beni ve kardeşimi kızak kaymaya çıkarırdı. Tahtadan yapılmış bir kızağımız bile vardı biz küçükken. Tüm mahalle de dışarıda, tam cümbüş.

Yine böyle bir akşam, kızağımızı aldık çıktık. Babam kaymayı beceremediğimizi söyleyerek bize nasıl kayılacağını uygulamalı göstermeye niyetlendi, bindi kızağa vıjjjjt diye kaymaya başladı. Biz kardeşimle kalakaldık, durur muyuz, biz de başladık arkasından koşmaya. Buzun üstünde yokuş aşağı, ben önde kardeşim arkada koşuyoruz, babam da en önde kızağın üstünde. Viraja gelene kadar problem yoktu ama işte o virajı almaya çalışırken artık aerodinamiğim mi bozuldu, ne olduysa yere düştüm, arkamdan gelen kardeşim de üstüme.

Bilanço: kırık bir kol, benim kolum. Şükürler olsun ki kafayı çatlatmadan atlattım.

Daha da küçükken, çocukluğumun büyük kısmının geçtiği ananemin evindeyiz. Annem çalıştığı için okula başlayana kadar sonra da yaz tatillerinde kardeşimle dönüşümlü olarak ananemde kalırdık. Kış olsa gerek ki ananem sokağa salmamış, camdan dışarı bakıyorum. Karşı binada da yaşlı bir çift otururdu, hayal meyal hatırlıyorum. Çok severdim onları ve hatta "cici anne, cici baba" diye hitap ederdim.

Adamın eski bir motosikleti vardı. Ben camdan bakıyorum, bizim mahallenin dışından bir grup çocuk gelmiş motosikleti inceliyor. "Eyvah" dedim "cici babanın motorunu kıracaklar". O hışımla kendimi sokağa atmışım, çocukları kovalayacağım. Evin önünde 6-7 basamaklı bir merdiven vardı, ben pat pat indim basamakları, bir koşu yolun karşısına geçtim, çocuklara bağırdım çağırdım, kovaladım. Sonra koşa koşa eve döndüm, o aceleyle merdivenleri çıkarken ne olduysa ayaklarım birbirine dolandı, pat yüzüstü merdivenlere, dudak yarıldı, dişler kırıldı. Allahtan süt dişlerimmiş de bir de estetik derdiyle uğraşmadık, yenileri çıktı.

Kafayı yine kurtarmıştım ama çatlamadan.

Tamam, çocukluğunda herkes bir yerlerden düşmüş, bir taraflarını kırmıştır. Peki içinizde kendini ağaca asan var mı? Yaaa işte yoktur. Bu biraz daha büyüdüğüm bir anım, ilkokula gidiyorum en azından, ondan eminim. Küçükken o bahçeden erik, bu bahçeden elma, öbüründen şeftali, mevsimine göre ağaçlardan toplar yerdik. Bir arkadaşın evinin bahçesinde şeftali ağacı var. Ağaç bir metre kadar yüksekliğinde bir setin üstünde, alt dallarda hiç meyve kalmamış, üst dallara boyum yetişmiyor. Ağaca çıkmak da faydasız zira meyveler duvardan aşağı doğru sarkan dalların ucunda. Duvardan atlayarak dallara uzanıp havadayken şeftalileri almaya çalışıyorum, olmuyor.

Tam o sırada gözüme bir halat ilişti. Dedim ki "Ben bu halatın bir ucunu ağaca, öbür ucunu kendime bağlar, kendimi de duvardan aşağıya sallandırırım, sallanırken de şeftalileri toplarım." Arkadaşlarım yanımda, yapma etme diyorlar ama kafaya koymuşum bir kere. Operasyona başladım, ipin ucunu bağladım ağaca, öbür ucunu da koltuk altlarımdan göğsümün çevresine bağladım, bıraktım kendimi duvardan aşağıya. Öffff, sakın denemeyin, çocuklarınıza da göz kulak olun yapmasınlar. Bir anda nefesim kesildi. Allahtan hesap kitap zayıfmış da ip uzun geldi, bacaklarımı düz uzatınca yere basabildim. Zaten çevredekiler de yetişti, belimi falan kırmadan yere indim. Şeftaliler kaldı ama.

Hadi ağaç maceranız da olmuştur belki ama eminim arı kovanına çomak sokan az kişiyizdir. Hayır efendim, anlamı güçlendirmek için mecaz yapmıyorum. Bildiğin bal yapan, vızzzzz diye ses çıkartan, iğnesi olan, sarı siyah şeritli, kanatlı böceklerin ikamet edip bal yaptıkları yuvalarına bir adet değnek sokmak suretiyle taciz ettim. Poke'ledim onları ama anlamadılar, onlara saldırdığımı zannedip karşı taarruza geçtiler. Ellerim, bileklerim, kollarım, boyun, ense, surat, saç diplerim, her tarafımı arı soktu. Eğer alerjik bir bünyem olsaydı tam o anda ruhumu teslim ederdim. Bundan da sağ çıkabildim şükür, ama beni sokan arıların hepsi öldü, bense hala buradayım. Bu tecrübeden ne ders çıkardım? Asla kaybedeceğin bir savaşa girme.

Şaka ya şaka, ders mers çıkarmadım. Çıkaracak halim de yoktu zaten, artık arılara pek yaklaşmıyorum ama. Bir de kibritin arı ısırığının panzehri olduğunu öğrendim. Yanmamış kibrit çöpünün ucunu ıslatıp o kahverengi şeyi arı ısırıklarına sürünce zehrini alıyormuş. Tabi bu ilk yardım oluyor, doktora da gitmek gerekiyor da ben o kısımları hatırlamıyorum, bayılmışım herhalde.

Yaa böyle işte, bu kadar badire atlattıktan sonra insan her yaşın kıymetini biliyor.

işte dişimin kırıldığı merdivenler, pek çok anının yer aldığı anane evi. yıkılırken son anlarında yakalamıştım

18 Kasım 2013 Pazartesi

Nostalji

Hafta sonunda, bir çocukluk arkadaşımın annesi feysbuka bir fotoğraf yüklemiş. Seneleeeeeeeer önce, onların evinde bir doğum günü kutlaması.

Eski tip kocaman bir yemek masasının arkasına mahallenin çocukları olarak dizilmişiz, kimimiz sandalyelere oturmuş kimimiz onların arkasında ama sandalyenin üstünde ayaktayız. Doğum günü çocuğu pek tabii ki ortada oturuyor, önünde mumları üflenecek bir pastayla. Masada çeşit çeşit kek, börek, mamalar; bir de cam şişelerde kolaydı, gazozdu, içecekler.

Bu sahne çocukluğumun değişmez doğum günü sahnesidir. Bizim zamanımızda böyle çizgi film karakterli pastalar falan yoktu. Vardıysa da bizim haberimiz, bu pastaları üretecek tesis yoktu. Küçük bir yerde yaşıyorduk. Ondan sonracığıma parti evleri, konseptli partiler, maskotlar, pinyatalar falan da yoktu.

O zamanlarki doğum günü kutlamalarımızın değişmez konsepti evde yapılan mamalar, pastaneye sipariş edilmiş kremalı, mumlu bir pasta, ille de cam şişede içeceklerdi. Mahallenin çocukları anneleri ile birlikte eve davet edilir. Masa kurulur. Bir de eve çağrılan ve bütün çocukları masanın arkasına dizip fotoğraf çeken fotoğrafçı olurdu.

Masanın düzeni bozulmadan önce tüm çocuklarla klasik pozumuzu verip sonra da yeme içme faslına geçerdik. Benim, kardeşimin, arkadaşlarımın doğum günlerinden kalma, her yıl çekilmiş bu model fotoğraflarım vardır. Mizansen asla değişmez, sadece her resimde ortada oturmaya hak kazanan çocuk değişir. Eeee doğum günü çocuğunun o kadar ayrıcalığı olacak elbet.

Yiyecekler de yendikten sonra biz çocuklar kudurmaya başlardık. Tabi o zamanlar televizyonlar böyle 24 saat yayında değil, çocuk kanalları yok, tableti bırak Amiga oyunları bile pek nadir. Kısacası karşısına geçip hipnotize olacağımız hiç bir şey yok, tüm enerji patlamaya hazır bir halde damarlarda dolaşıyor. Evde bizlere daha fazla tahammül edemeyen annelerimiz karnımız da doyduktan sonra bizi sokağa salarlardı. Azgınlıklarımıza sokaklarda devam ederdik.

Yani doğum günlerimizin diğer günlerden tek farkı sokağa çıkmadan önce yenen yiyecekler ve tüm çocukların aynı anda sokağa çıkabilmesiydi. Kimseyi kapısına gidip oyun oynamaya çağırmak zorunda kalmazdık, hep birlikte çıkıp başlardık oynamaya.

Güzel günlerdi

17 Kasım 2013 Pazar

Soykırım

2 ay kadar önce Zülfü Livaneli'nin Serenad kitabından bahsetmiştim, dileyen buradan okuyabilir. İşte bu kitapta Soykırım - Holokost diye bir diziden bahsediyordu romanın kahramanı.

2. Dünya Savaşı sırasında yaşanan Yahudi soykırımı hakkında bir diziymiş. Amerika'da 1978'de 4 bölüm olarak yayınlanmış. Ardından roman olarak basılmış. Dizinin Türkiye'de yayınlanması engellenmiş diye bilgi veriyordu Serenad romanının kahramanı.

Kitabı okuyan beyim dedi ki " bu soykırım kitabı annemlerin evde var". Bayramda gittiğimizde bulduk kitabı, aldık getirdik. Nihayet okuyabildim.


Kitap, Gerald Green tarafından yazılmış. 1935 - 1945 yılları arasında yaşananlar bir Nazi subayı ve bir Yahudi gencin ağzından paralel olarak aktarılıyor. Yahudilerin Alman toplumundan dışlanmasıyla başlayıp Kristallnacht, gettolaştırma, Varşova Gettosu ayaklanması, toplama kampları, toplu infazlarla "nihai çözüm"e giden süreç her iki perspektiften de anlatılıyor.

İtiraf ediyorum, bugüne kadar bu soykırımla ilgili bildiklerim hep olayın trajik boyutuyla ilgiliydi. Bu kitapta ise trajedi yine vardı ama aynı zamanda apolitik bir avukatın savaş suçlusu bir Nazi subayına dönüşürken geçtiği süreci ve bu subayın verdiği / uyguladığı emirleri hangi gerekçelere dayandırdığı, nasıl rasyonalize ettiği ve yaptığı işin haklılığına kendini nasıl ikna ettiğini de okudum.

Aynı zamanda Nazi hükümetinin "nihai çözüm"e giden süreçte geçtiği aşamalar, dış dünyaya karşı takındığı tutuma da yer yer değinilmiş.

Kitabın diğer anlatıcısı Yahudi genç hikayeyi 1952 yılında İsrail'de anlatıyor. Tüm hikaye boyunca sık sık Avrupalı Yahudiler'in hiç direnmeden ölüme gitmelerinden dem vuruyor. Kendisinin ise savaştığını, ve gerekirse yine savaşacağını söylüyor.

Tam bu noktada, bu kitabı okumaya niyetlenirseniz şayet, peşinden de Sandy Tolan'ın Limon Ağacı kitabını okumanızı tavsiye edeceğim.Çekilen acıların nasıl başka acılara neden olduğunu göreceksiniz.

14 Kasım 2013 Perşembe

Fotoğraf mafyası

Ülkemizde bürokrasinin tüm katmanlarına kök salmış fotoğraf mafyasından haberiniz var mı?

Muhtemelen yoktur, ama ben burada ifşa ediyor, bu tezgahı ortaya çıkarıyorum işte. Siz vefakar ve cefakar okurlarıma bu hizmeti sunmak boynumun borcudur.

Şimdi efendim, eğer becerebilirsem bu ayın sonunda bir yurt dışı seyahatine gideceğim, iş nedeniyle. Ancak sanki evrenin tüm güçleri beni bu seyahate göndermemek için tam bir iş birliği içerisinde. Aslında evrene haksızlık etmemem lazım, bilirim ki kendisi beni sever. Ben de onu severim. Birleşenler bürokrasinin güçleri.

Öncelikle pasaportumu değiştirmem gerekiyordu. Burada en çok kendime kızdım, zira uzun zamandır yapmam gereken ancak ihmal ettiğim bir işti. Neyse yumurta kapıya dayanınca ben de düştüm pasaport yollarına.

Belgelerimi hazırladım, randevumu aldım, sabahın köründe emniyetin kapısına dayandım. Evrakları görevli memura verdim. "Getirdiğiniz fotoğraflar mevcut pasaportunuzdaki ile aynı, ancak pasaportunuzu 2,5 yıl önce almışsınız, fotoğrafın 6 ay içinde çekilmiş olması gerekiyor." Aman Allahım hiç bunu hesaba katmamıştım. İçimi sıcacık bir panik duygusu kaplamaya başladı. Böyle anlarda genelde ağzımdan çıkan ilk cümle saçma sapan, işimi hiç de kolaylaştırmayan bir şey olur. Nasıl olduysa sakin bir şekilde "Bu civarda bildiğiniz fotoğrafçı var mı?" şeklinde anlamlı ve kurallı bir cümle kurmayı becerebildim.

Merkezde varmış bir de foto-kabin koymuşlar emniyet müdürlüklerine, bir kabinin içine giriyorsun, banttan bir kadın sesi talimatları okuyor, bu talimatları uygulayarak biyometrik fotoğrafını çekiyorsun. Yalnız ufak bir detay var ki, foto-kabin civarına bir sürü uyarılar asılmış burada çekilen fotoğraflar merkezde kabul edilmeyebilir, sorumluluk kabul etmiyoruz diye. Haydeee, buyur buradan yak.

Ya o trafikte merkeze geri dönüp açık fotoğrafçı bulmaya çalışacağım (park derdinden hiç bahsetmiyorum), ya da kabinle şansımı deneyeceğim. Risk almayı severim, girdim kabine.

İşim bitti, çekilen fotoğraflar kabin dışında bir bölmeden basılıp veriliyor. Baktım orada duran bir resimler var, aldım elime, herhalde birisi unutmuş diye düşündüm, bekliyorum ki yeni fotoğraflar çıksın. I-ıh, hiç bir şey çıkmıyor. Meğer o benim bir şeye benzetemediğim fotoğraflardaki nur yüzlü zat-ı muhterem benmişim.

Vallahi en çok beyime acıdım, ben gerçekten böyleysem, bu adam sabah akşam bu suratı görmek zorunda kalıyor diye. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, bir önceki pasaport fotoğrafımı E.T.'ye benzetiyordum, uzaylı olana. Ama o fotoğrafın bir karakteri vardı en azından. Neyse, işlemleri tamamladım, heyecanlı bekleyişe başladım, kabul olacak mı olmayacak mı diye. Bir gün sonra sms geldi, kabul edilmiş ki pasaport kargoya verilmiş. Rahatladım.

Şimdi de başka stres başladı, fotoğraf o kadar kötü ki, seyahat ettiğim gün yüzümde azıcık makyaj, saçımda fön olursa pasaport polisi resmi bana benzetemediği için ülkeye giriş çıkışım engellenir mi, evrakta sahtecilik nedeniyle başım belaya girer mi diye endişeleniyorum. Gördüğünüz gibi bende dert çooooook.

Bir arkadaşım da geçenlerde benzer durum yaşamış. Tapuda işi varmış, fotoğraf götürmesi gerekiyor tabii ki. Nüfus cüzdanındaki fotoğraftan götürmüş. Oradaki görevli de nüfus cüzdanının veriliş tarihini görüp eski diye fotoğrafı geri çevirmiş.

Şimdi ben şu son 6 ayda çekilmiş fotoğraf olayına takıldım. Ergenlik döneminde olmayan bir yetişkin 1 yılda, 2 yılda, 5 yılda ne kadar değişebilir ki? Hem ben pasaportumu değiştirmeseydim ve de o pasaportla yurt dışına çıkmaya kalksaydım "buradaki fotoğraf eski" diye geri mi çevrilecektim?

Yani siz siz olun, resmi bir başvuru yapmanız gerekiyorsa ve üstünde veriliş tarihi olan bir fotoğraflı bir belgeyle başvuru yapıyorsanız belgede bulunandan farklı bir fotoğraf verin aksi takdirde geri çevriliyorsunuz.

İşte komplo teorisi de burada devreye giriyor. Bence ülkede bir fotoğraf mafyası var ve bürokrasiyi ele geçirmişler. Sırf biz daha çok fotoğraf çekinelim, onlar da daha çok para kazansın diye şu "son 6 ay" kriterini getirmişler ve ajanları da hangi fotoğrafın ne zaman çekildiğini sıkı bir şekilde takip ediyor.

Canım pahasına bu komployu ortaya çıkarıp okuyucularımla paylaşmayı görev bilirim. Eğer bundan sonra benden haber alamazsanız benim için endişelenin, kayıp ilanı verin, tüm tanıdıklarınızı devreye sokun. Mafyanın eline düşmüş olabilirim.