25 Şubat 2015 Çarşamba

Paris İzlenimlerim

Paris'te restoran ve alışveriş önerilerinden sonra izlenimlerim ile yazı dizimi sonlandırıyorum.

Her zamanki gibi serbest çağrışım usulü:

* Bir kere "Fransızlar çok soğuk, hiç İngilizce konuşmuyorlar, İngilizce sorduğun sorulara bilerek cevap vermiyorlar" efsanesi efsaneymiş. Tüm seyahatimiz boyunca soru sorup da yanıt alamadığım bir Fransız vatandaşına denk gelmedim. Hatta çok az ingilizce konuşanlar bile yardımcı olabilmek için adeta çırpındı. Belki bunun sebebi benim karşı konulamaz sempatikliğimdir, bilemiyorum.

* Ama dil konusunda oldukça inatçılar. Mesela 3 günlük gezi programı yazısında bahsettiğim Carnavelet Müzesi'nde sergilenen eserlerin açıklama tabelaları sadece Fransızca'ydı. Bu nedenle gördüğüm bir çok şeyde aslında neye baktığımı anlamadım.

* Fransızlar nam saldıkları üzere çok kibarlar. Mesela bisiklet yolundasın, adam üzerine geliyor. Biz vatanımızdan alışmışız, hayatta kalma güdüsüyle ezilmemek için yoldan kaçıyoruz. Adam yavaşlayıp "Merci" diyor.

* Meşhuuuur Şanzelize'yi de dünya gözüyle gördüm. Ne görmeyi bekliyordum bilmiyorum ama bana dünyanın herhangi bir şehrinde olabilecek bir cadde kadar sıradan geldi. Evet, bendeniz çok bilmiş turist.

* Bak Montmartre'a öyle diyemiycem ama, çok kendine münhasır bir ruhu var. Bütün gün sokaklarında avare avare dolanıp kafelerinde lıkır lıkır şarabımı yudumlayabilirim.

güneşli montmartre sokakları

* İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nden bir ekibin acilen Eyfel Kulesi'ne gidip "şehir simgelerine aydınlatma nasıl uygulanır" dersi almasını öneriyorum. Bizim pavyondan hallice ışıklandırılan caaaanım köprülerimize bir kere daha yandım.

* Daha önceden Paris'i ziyaret etmiş eş dost "aman hiç metroya falan binmeye kalkmayın, taksiye binin" diye önerdi. "Hııı tamam" dedim demesine de Paris'e kadar gitmişim, meşhuuuur metrosunu teftiş etmeyecek miydim yani? Mümkün değil. 2 kere taksi kullandık, bunun dışında tüm ulaşımımızı metro ile sağladık. Kalabalık, sıkışıklık, kaybolma vb hiç bir zorlukla karşılaşmadık. Özellikle kaybolmama kısmında yapmış olduğum ön çalışma ve hazırlıkların payı büyük.


* Havaalanı, metro ve sokaklarda güvenlik had safhadaydı. Silahlı jandarmalar sürekli devriye halindeydi.

* Normalde Avrupa ülkelerinin pasaport kontrolünde AB vatandaşlarının kontrolü için ayrı gişeler vardır ya hani, EU Citizens, Other Passports diye. Bizim İstanbul uçağından inen herkesi ayrım yapmadan Other Passports bölümüne yönlendirdiler.

* Ülkeden çıkışta ise öyle bir güvenlik kontrolü vardı ki vatandaş ayrımı gözetmeksizin herkese ayağındaki ayakkabıları, boyunlardaki şalları çıkarttırdılar. Ancak bu kadar sıkı kontrole rağmen önemli bir güvenlik zafiyeti vardı. Kendimi ihbar ediyorum: ben o kadar sıkı güvenlik önlemlerine rağmen 200ml'lik bir kutu meyve suyunu uçağa kadar getirdim. Elbette kasıtlı yapmadım, çantamda unutmuşum ve  o çanta bütün o x-ray'lerden falan geçti, kimse de bana "bunu içeri sokamazsın" demedi. Ben de meyve suyunu uçağın kapısına kadar sokup sonra da lıkır lıkır içtim.

* Son tahlilde Paris'i beğendim, a bientot Paris! İnşallah!

24 Şubat 2015 Salı

Paris'te nerede yenir? Peki alışveriş?

Paris'te hangi otelde kalınır ve o otele nasıl gidilir bahsettim.

Otele yerleştikten sonra 3 günde ne yapılır onu da yazdım.

E peki yeme içme nasıl olacak, Paris'e kadar gitmişim parfüm almayacak mıyım diyenler üzülmesin, okumaya devam etsin.

Programda da göreceksiniz, pek ünlü Cafe de Paris soslu bir antrikotçu var, Le Relais de l'Entrecôte. Efendim, burası o kadar ünlüymüş ki, taklitleri bile çıkmış. Ama orijinal 3 şubesi varmış. Biz buraya gidemedik maalesef, o yüzden hakkında atıp tutamayacağım. Siz giderseniz bana anlatırsınız artık.

Bir de Monrmartre'ta fondücü bulmuştum, çok lezizmiş, biberonda şarap ikram ediyorlarmış. Allem ettim, kallem ettim, buraya gideceğiz dedim. Bir elimde harita, bir elimde navigasyon, taktım annemle kardeşimi peşime, başladım aramaya.

Buldum! Refuge des Fondus!

Maalesef Pazar günü kapalıydı.

Üzüldüm üzülmesine de aç mı kalacağız yani, asla olmaz! Yolumuza devam edip karşımıza çıkan başka bir restorana girdik. Resimden de göreceğiniz üzere Rue Tardieu üzerinde yer alan Cafe Chappe diye bir yer. Biz soğan çorbası, kaz ciğeri, antrikot, makarnadan oluşan menümüzü ve eşlik eden şarabımızı pek beğendik, hele garson kızın sempatikliğine bayıldık.

Buranın dışında bir de önermek istediğim bir başka kafe var ki garsonları, dekorasyonu, müziği ve havasıyla tam kafamdaki Fransız kafelerinin canlanmış haliydi: Les Deux Palais. İle de la Cite'te Sainte Chapelle'in tam karşısında, köşede konuşlanmış bu kafe teeee 1920'den beri hizmet vermekteymiş. Çok güzeldi yaaa, umarım Paris'e gidip burada bir kahve içip tatlı yersiniz.


Ve tabiii ki de Laduree. Ay tamam, görgüsüz turistiz, napalım. Paris'e kadar gidip makaron yemeyecek miydik? Şu ambiyansı yaşamayacak mıydık? Olmazzzzz!

Benim favorim Caramel a la Fleur de Sel oldu. Halbuki karamel sevmem ben, ama böyle hafif tuzlu pek hoşuma gitti. Anneminki limonluydu, bak kardeşiminkini unuttum, bi zahmet buraya yazıversin.

Yeme içmede aklımda kalanlar bunlar. Ama bir de parfüm olayı var, atlamamam lazım.

Eğer Paris'e gidiyorsanız, yakınlarınıza güzel hediyeler almak istiyorsanız, kendinize de mis kokulu bir kıyak çekmek istiyorsanız adresi veriyorum: Fragonard.

Bu iyiliği az kişi yapar size, değerimi bilin. Girin Fragonard'ın sitesine, değişik yerlerdeki dükkanlarının adresleri var. Muhakkak uğrayın bir şubesine. Mis kokulu sabunlar, duş jelleri, vücut losyonları, parfümler içinde kendinizi kaybetmezseniz para yok!

Bir şubesi de yukarıda bahsettiğim Cafe Chappe'nin bulunduğu Rue Tardieu'de. Zaten bu sokağı iyi not alın, bayılacaksınız. Bir sürü şirin şirin tasarım dükkanları, butikler ve Fragonard'la pek keyifli.

Yaşasın Dolce Vita!

23 Şubat 2015 Pazartesi

3 Günlük Paris Gezi Programı

Dün Orly'den metro senin RER benim derken Paris merkeze ve otelimize vardık. Önümüzde 3 gün var ve Paris bizim. Ne yapacağız peki? İşte size örnek bir 3 günlük Paris programı, Roma'dan sonra Paris de internet alemlerine hediyem olsun:


Her ne kadar bu seyahatin planlayıcısı, tur operatörü ve rehberi olsam da annem ne derse o olur. Ben de gitmeden önce sözümü vermişim, yorulduğumuz anda programı keseceğiz diye. Doğruyu söylemek gerekirse bu program bana light'tı ama yine de biz hepsini yapamadık. Ama siz uygulamak isterseniz, buyrun keyfini çıkarın.

Eyfel'i gece bir kere görmenizi, yukarı çıkmak isterseniz de biletleri önceden internetten almanızı tavsiye ediyorum. Elinizde önceden alınmış biletleriniz varsa, sırtınızı information kulübesine döndüğünüzde tam karşınızda kalan yeşil bayraklı kapıdan asansörlere ulaşabilirsiniz. Yalnız bayrak kısmına dikkat, yeşil başka bir şey değil bayrak arayın. Yoksa bizim gibi boşuna vakit kaybedebilirsiniz.

eyfel gece

eyfelden gündüz
Pazar günü gerçekten bir çok yer kapalı Paris'te ancak bizim gittiğimiz ressamlar tepesi, Montmartre, ve Marais bölgeleri gayet hareketliydi. Pazar gününüzün tamamını buralara ayırabilirsiniz. Bu arada ben Montmartre'a bayıldım. İçimdeki sanatçı ruhumdan zağar.

montmartre
Marais bölgesinde yer alan Carnavalet Müzesi, Paris şehrinin tarihini anlatan bir müze, giriş ücretsiz ve Pazar günleri açık. Yalnız biz gittiğimizde üzülerek Fransız Devrimi bölümünün kapalı olduğunu gördük. Halbuki en çok o dönemi görmek isterdim. Hatırladığım kadarıylan Mart sonuna kadar kapalıymış, bilginiz olsun.

Louvre içinse önceden bilet almayı düşündüm ancak, biletleri internetten de alsanız basılı hallerini çeşitli noktalardan gidip almanız gerekiyor. Denk gelir - gelmez diye endişe ettiğimden risk almak istemedim ve ziyaret günü kapıdan almayı tercih ettik. Maalesef sıra beklemek durumunda kaldık.

Hemen söyliim Paris kart olanlar sıra beklemiyordu, bu karta hem ulaşım hem çeşitli müze girişleri dahil ancak bizim programımızda fiyat avantajı sağlamayacağından tercih etmedik. Paris kartı incelemek isterseniz buradan detaylı bilgilere ulaşabilirsiniz.

Yarın, yeme - içme ve alışveriş önerileri (çok havalı oldu). Israrla okuyunuz.

22 Şubat 2015 Pazar

Oh la la!

Paris seyahat planlarımdan bahsetmiştim. Sağ salim gittik geldik, ammavelakin kimsenin merak edip sorduğu yok, ne yaptın ne ettin diye.

Olsun, ben yine de yazarım.

Annem ve kardeşimle 4 gecelik bir seyahat planladık. Türkiye'nin dört bir köşesinden yollara dökülüp Sabiha Gökçen'de buluştuk ve ver elini Orly.

Elbette seyahat organizatörü, tur operatörü ve de rehber bendeniz. İyi hazırlandım ama.

Önce otel.

Biz Eyfel kulesine çok yakın, nispeten makul fiyatlı, temiz, merkezi bir otelde kaldık: Hotel Eiffel Turenne. Otelimiz Ecole Militaire metro istasyonunun dibinde, çevresine bir çok kafe restoran bulunan ve yürüyerek kolaylıkla Eyfel Kulesi'ne ulaşılabilecek bir lokasyonda idi. Çalışanların çok kibar olduğu otelden pek memnun kaldık, tavsiye ederiz.

Orly havaalanından merkeze ulaşım için taksi, Orlybus, Air France'ın bizim Havataş'lar gibi Les Cars Airfrance isimli otobüs seçenekleri var. Ama ben gitmeden önce oturmuş Paris raylı sistem haritasını ezberlemişim, boşa mı gitsin? Elbette hayır. Biz üç kafadar, tam bir Parizyen edasında bu toplu ulaşımın hakkından geliriz diyerek vurduk kendimizi Paris raylarına.

Şaka bir yana, Orly'den T7 tramvayına binerek, Paris merkeze sefer yapan ve Pontoise yönüne giden RER-C hattına bağlantı yapacağımız Rungis La Fraternelle durağında indik. Burasının biraz fazla sakin olması sizi şaşırtmasın, Paris yönünü gösteren platformdan doğru trene bindiğinizde yaklaşık yarım saatlik bir yolculuktan sonra Invalides durağında inip 8 no'lu metro hattına aktarma yapabilirsiniz. Elbette metro haritasını yeteri kadar çalışırsanız, başka duraklardan başka hatlara da aktarma yapabileceğinizi göreceksiniz.

Bienvenue a Paris!

Biz metro biletlerimizi havaalanındaki T7 durağındaki makinelerden aldık. Avrupa'nın çoğunda olduğu gibi burada da trene binerken herhangi bir bilet kontrolü yok ancak trenin içinde bileti valide edebileceğiniz makineler var. Ben prensip olarak toplu taşıma araçlarında kaçak yolcu olmaya karşıyım, ancak bu yazıyı okuyanlar arasında "bilet kontrolü yoksa biletimi valide etmem, bedava seyahat ederim" diyenler varsa kulağınıza küpe olsun, bu hattın kaçak turist avlamak için sık kontrole tabi tutulduğunu okumuştum internet araştırmalarımda.

RER'de ise durum farklı, trene binerken ya da tren içinde bir bilet kontrolü yok ancak istasyondan çıkmak için bilet okutmanız gerekiyor ve bu bilet T7'ye bindiğiniz bilet olamıyor. Sonrasında aktarma yapacağınız metro hattı için de yeni bir bilet kullanmanız gerekiyor.

Yani 3 tane metro bileti ile havaalanından Paris merkezde istediğiniz noktaya gelebiliyorsunuz. Biletlerinizi 10'lu "carnet" şeklinde satın alırsanız bir bilet 1,37 euro'ya geliyor.

Eveet uçaktan indik, otele geldik, peki şimdi ne yapacağız? Elbette gezi programımızı uygulamaya başlayacağız.

Amaaaaa tabii ki de arkası yarın.

19 Şubat 2015 Perşembe

Yüzyıllık Yalnızlık

Kırmızı Pazartesi ve Kolera Günlerinde Aşk tan sonra Gabriel Garcia Marquez seferberliğimde sıra Yüzyıllık Yalnızlık'taydı.


Bir taraftan Buenida Ailesi'nin 7 nesillik lanetli hikayesi yer alırken; diğer yandan da Güney Amerika'nın tarihi, modernleşmesi, toplumsal ilişkileri, devlet ve kilise eleştirisi resmi geçit yapıyor.

Hikayede bol miktarda bulunan Aureliano (tam 22 tane) ve Arcadio (5 tane) karakterleri ve çifter çifter arz-ı endam eyleyen Ursula, Amaranta ve Remedios'lar sayesinde sıklıkla ilk sayfada yer alan soy ağacı şemasına başvurmak zorunda kaldım. Kaldım kalmasına da tüm karakterler o kadar kendilerine has yaratılmış ki, her seferinde hangisinin hangisi olduğunu tüm detaylarıyla gözümde canlandırabildim.

Bir taraftan baktığınızda ise, soy ağacına takılmaya gerek de olmayabilir çünkü kitapta da yer aldığı gibi "zaman geçip gitmiyor, bir çember içinde dönüp duruyor", ve aslında tüm Aureliano, Arcadio, Ursula ve Amaranta'ların kaderi tekerrür ediyor.

Huyum kurusun, her okuduğum kitapta en favori, kendimi en yakın bulduğum karakteri bulma takıntım vardır. Bu kitaptaki favorim Jose Arcadio Buenida'ydı kesinlikle. Hani şu soy ağacının en tepesindeki, Melquiades sayesinde gördüğü her şeyden büyülenip icat çıkarmaya çalışan baba. "...bakalım tutuşacak mı diyerek" Melquiades'ten aldığı büyüteçle kendi evini yakmaya kalktığı bölümde sesli güldüm.

Marquez yine her bir ayrıntıyı o kadar canlı kaleme almış ki, sanki kitap okumuyor da film izliyormuşuz gibi 100 yıl su gibi akıp geçiveriyor. Rahmetli, her biri nev-i şahsına münhasır karakterlerden oluşan hikayeyi değil de, benim bir günümü 461 sayfa boyunca anlatsaymış bile bayıla bayıla okurdunuz. Valla diyorum.

Aslında dümdüz anlatıyor her şeyi, ama bir bakıyorsunuz hop onlarca yıl öncesine atlamış hikaye. Tam onu okurken, bir bakmışsınız kendi zamanına gelmiş. Böyle büyük zaman sıçramaları bile su gibi okunuyor.

Kolera Günlerinde Aşk da çok güzeldi güzel olmasına ama Marquez'in hangi kitabı filme alınsın diye fikrimi soran olsaydı, şu ana kadar okuduklarım arasında oyum Yüzyıllık Yalnızlığa giderdi. Lakin, her zaman olduğu gibi kimse benim fikrimi sormadı. Gerçi karşılaştırmak zorunda da değilim aslında, ikisinin de tadı ayrı.

Neyse beni daha fazla yormayın, alın okuyun kitabı, ne demek istediğimi anlayaksınız. Pişman olmazsınız.

18 Şubat 2015 Çarşamba

Kadın kadındır, çiçek babandır!

Bazen ne kadar saf salak olduğuma inanamıyorum. Yaklaşık 1 ay önce buralarda ahkam kesmişim kadınlarla erkekler eşittir diye. Hangi çöplüğün horozu olduğumu unutmuşum.

Bırak eşitliği, bu ülkede bir kadın olarak nefes alabilmek, hayatta kalabilmek bile bir lütuf adeta. Şans eseri yaşıyoruz resmen.

Gün geçmiyor ki pos bıyıklı, kıt akıllı bir zat-ı muhterem çıkıp "kadının toplumdaki rolü ve görevleri" konusunda çok değerli fikirlerinden birini s.çmasın. "Kadının yeri evidir, işi çocuklarına analık kocasına hizmetçilik yapmaktır, vır vır, dır dır"

Benim hayatım üzerinde tasarrufta bulunma hakkını sen kendinde nasıl buluyorsun bre densiz! Bu kendini bilmezler bunca kadın cinayetinin, şiddetinin azmettiricisi değil de nedir.

Bir de son günlerde, güya kadına karşı şiddeti protesto adı altında saçma sapan söylemler çıkmadı mı ortaya, benim sinirler iyice zıpladı. Neymiş efendim, kadınlar peygamberin emanetiymiş. Neymiş, beyler dolmuştaki son yolcu bayansa inmiyorlarmış da yalnız bırakmıyorlarmış da, bik bik.

Hala olayı anlamamışın sen be taş kafalım. Biz kadınlar, kimseye emanet olmadan, kimsenin kanatları altına girmeden, kafamıza göre, canımızın çektiğince yaşamak istiyoruz.

Beyler, gölge etmeyin başka ihsan istemez! Ayrıca bana bayan diyenin de alnını karışlarım.

Mini etek giyen kadınlar hakkında atıp tutan dangalaklar konusuna ise hiç girmiyorum. Kendilerine dangalak diyip geçiyorum. Dangalak!

Feysbuk'ta gördüğüm çok güzel bir alıntı ile kapatmak istiyorum: ben erkeklere emanet edilmiş bir şey değilim, kemiğinizden de yaratılmadım, ayağımın altına cennetini koyma un ufak ederim, çiçek de babandır.

6 Şubat 2015 Cuma

Zumbada level atladım

Çooook uzun zaman olmuş spor hayatımla ilgili rapor vermeyeli.

Bi sor neden diye, cevabım hazır: utancımdan.

Ben ki senelerce "aaaa dünya yıkılsa 3 gün spora giderim" diye övünen zat-ı muhterem 2014-2015 sezonunda resmen su koyverdim gitti.

Önce, geçtiğimiz yazki mikemmmel tatilden sonra yaklaşık 1 hafta toparlanıp kendime gelip de spora başlayamadım. Adaptasyon sorunu dedim geçtim.

Sonra yavaş yavaş silkinip kendime geldim ancak rahata kolay alışan her insan gibi ben de alıştım ve sporsal aktivitelerimi zumba üzerinde uzmanlaşmaya odakladım. Böylelikle benim meşhur "haftada 3 gün spor" porogramım "haftada 2 zumba şart" a döndü.

Amaaaa bu işi de çok iyi kıvırdığımı övünerek söylemek isterim. Zaten bana kıvırmak olsun. Başarımın ödülünü de bu hafta aldım şükürler olsun. Zumba dersi yaptırma teklifi aldım! Yaaaa, yaklaşık 1,5 sene önce çıktığım zumba yolculuğumda zirveye ulaşmış sayarım kendimi.

Efendim olaylar şöyle cereyan etti: malum herkesin olduğu gibi bizim sevgili zumba hocamızın da tatile ihtiyacı olabiliyor. Netekim kendisi bu hafta bir seyahate çıktığı için bizim dersler de iptal oldu. Benim için de isabet oldu, zira bu hafta çok işim vardı ve zumbaya gidip işlerimi yetiştiremememin vicdan azabıyla, zumbaya gitmemenin vicdan azabı arasında bir seçim yapmaktan yırttım.

Salı akşamı tam ofisten çıkmak üzereyim telefonum çaldı. Tanımadığım bir numara, açtım bizim salondan arıyorlar. "Bu hafta hocamız gelemiyor, zumba dersi yapılamayacak, ancak siz hocanın yerine dersi yaptırabilir misiniz?"

Sanki telefonun öbür ucunda konuşan bir insan değil, melekti. Allahım, dedim, rüya mı görüyorum. Bana bugünleri gösterdiğin için şükürler olsun.

Tamam daha önce bir kere vekillik yapmıştım ama bu başka bir şey yahu! Zumbacılık mesleğinde level atladım resmen!

Neyse, çok sevindim sevinmesine de ben bu hafta spora gidemeyeceğim düşünerek plan yapmıştım ve Salı akşamı salona gitmem imkansızdı. Dolayısıyla ayacıklarıma kadar gelen bu teklifi üzülerek geri çevirmek zorunda kaldım. Ama olsun, ben bu teklifi aldım ya, övüne övüne herkeslere anlatırım artık.

4 Şubat 2015 Çarşamba

İzmir'i sevmek için 254.695inci sebep

Sevgili kardeşim ve pek sevgili beyi sağ olsunlar ne zaman İzmir'e gitsek bizi İzmir civarındaki çeşitli güzel sayfiye yerlerine götürürler. Geçtiğimiz hafta sonundaki ziyaretimiz için de biz daha gitmeden sorular başladı: "Nereye gitmek istersiniz?"

Bugüne kadar sayelerinde Şirince, Urla, Foça, Seferihisar gibi bilumum mükemmel yerleri gördük; görgümüz, bilgimiz, kültürümüz arttı. Lakin bu son seyahatte ben bayrak kaldırım. Dedim ki: "Biz İzmir'e o kadar geliyoruz, sayenizde geziyoruz ama İzmir'i hiç gezemiyoruz. Mesela hep duyuyorum ama Kemeraltı'na hiç gitmedim. İzmir içi tur istiyorum bu sefer!"

Sağ olsunlar, biricik ablalarını kırmadılar. Cumartesi günü döküldük cümbür cemaat güzel İzmir sokaklarına.

Allahım o Kemeraltı ne kadddar güzel bir yermiş, tam benlik. Ne ararsan var! Ev dekorasyonundan incik boncuğa, kuru yemişten giyime, oyuncaktan hırdavata gerçekten ne ararsan... Çeşit çeşit dükkanlar. Teee 1900'lü yılların başından kalma asırlık dükkanlar bile vardı yahu, daha ne olsun.

Çarşının içinde avare avare dolandıktan sonra kahvelerimizi içmek üzere Kızlarağası Hanı'na girdik. Burası adeta başka bir dünya. Hele üst kata çıktığınızda zaman makinesine girmiş gibi oluyorsunuz. İncecik porselenden kahve fincanları, zarif camlardan şerbet takımları, minicik biblolarla dolu vitrinler, eski radyolar, üç tekerlekli bisikletler, gramofonlar, daha neler neler, çeşit çeşit antikalar.

Yahu "toptan gramofon iğnesi" satışı yapan dükkan var, daha ne olsun!

Buradan çıkışta meşhur Konak Meydanı' na gidip İzmir'i ziyaret eden 1.276.859 kişi gibi saat kulesi ve palmiye ağacını kendimizle aynı kadraja sığdırmaya çalışarak çeşitli açılardan selfie çekme görevimizi de ifa ettik.

Pek tabii ki güvercinleri yemleme, peşlerinden koşturma aktivitelerini de ihmal etmedik.

İzmir'i sevmek için bir sebep daha keşfetmemizi sağlayan sevgili kardeşim ve pek sevgili eşine bir kez daha şükranlarımı sunmayı borç bilirim.


3 Şubat 2015 Salı

Lodos bize vız gelir

Geçtiğimiz hafta sonu yurdu etkisi altına alan lodos bize vız geldi tırıs geçti, atladık uçağımıza, vıjjjjt diye gittik İzmir'imize, Can'ımızla hasret giderdik, pazar akşamı da İstanbul semalarına arz-ı endam eyledik.

Aynen böyle, göz açıp kapayana kadar geçti hafta sonu.

İşte Can'ın yeni maceraları:

* Sürekli bir soru sorma hali. En favori iki cümlesinden biri "sen ne yapıyorsun?" diğer "bu ne?"

* Saklambaç oynarken masanın altına giriyor, aramaya başlayınca "neredeymiş Can, yoksa masanın altına mı girmiş" demeye gör, anında cevap "eveeeet"

* Sevgili Barış Manço'yu bir kez daha rahmetle anıyorum, bütün şarkılarını ezbere söylüyoruz.

* Yatağının korkuluğunu çıkartmış babası, öğlen uykusundan uyanınca odasından çıkıp pıtır pıtır salona gelip "ben uyandııım" diye haber veriyor.

* Jonglörlere bayılıyor, karşımıza geçip elinde top varmış da onları havaya atıp çeviriyormuş gibi taklit yapıyor.

* Dikdörtgen, üçgen, kare, daire şekillerini öğrenmiş, bunları ayırt edip isimlendirebiliyor. Ama dikdörtgen prizma, üçgen prizmaya falan girince henüz tıssss.

Tabi bir de kelimelerimiz var, her daim hastasıyım:

incinci: ingilizce
amubu: ambulans
tave matisini: kahve makinesi
mema: meyve
hühüü: flüt, kaval, zurna, üflemeli ne varsa