29 Eylül 2013 Pazar

Dikkat spoiler içerir!

Tam sonbahar geliyor artık yavaştan sinemaya gitmek, evde miskinlik yapmak gibi kış programlarına geçiş yapalım derken hafta sonu yine yaz günleri yaşattı bize. Tabi biz de fırsatı değerlendirdik, dün sabah boğaza kahvaltıya gittik. Sonrasında Sakıp Sabancı Müzesi'ne gideceğimiz için seçimimizi Emirgan'dan yana kullandık.

Emirgan denince tabi Sütiş geliyor akıllara birinci seçenek olarak. Ancak Sütiş'e da sabah 8'de falan gitmezsen yer bulmak imkansız, yer bulsan da sıkışık nizam masalar çok rahatsız edici. Bu nedenle biz hemen bitişiğindeki Orga Muhallebicisi'ni tercih ediyoruz Emirgan kahvaltıları için. Manzara aynı manzara, yediğin içtiği şeyler de aynı. Hal böyleyken hala Sütiş'e girebilmek için kapının önünde kuyruk bekleyenlere şaşıyorum.

Orga'da da zaman zaman servis aksayabiliyor ama garsonlar kibar, dolayısıyla problem olmuyor. Neyse isteyen istediği yere gitsin ama biz kahvaltımızı bitirip müzeye yollandığımızda, yani saat 11'e gelirken Sütiş'in önünde kuyruk vardı içeriye girebilmek için. Yaklaşık 1 saat sonra müze turumuzu bitirip dönerken de kuyruk daha da uzamıştı. Güneşli bir İstanbul sabahında boğazda sıra beklemek bekleyenleri rahatsız etmiyorsa beni neden etsin.

Neyse, dediğim gibi SSM'de Anish Kapoor'un sergisini gezdik. Kapoor, Hint asıllı İngiliz bir heykeltıraş. Ama klasik heykeller değil de soyut heykeller yapıyor. Kendisi çağdaş sanatın efsanesi diye isim yapmış. Genelde eserleri pigmentle renklendirilmiş ve devasa büyüklükte. Ama gerçekten devasa, bir eserinin ağırlığı 12 tondu mesela.Sergiyle ilgili detaylı bilgiyi www.anishkapooristanbulda.com adresinde bulabilirsiniz.

Baştan uyarıyorum, aşağıda okuyacaklarınız kesinlikle sanatsal bir eleştiri değeri taşımamakta, tamamen benim çağdaş sanatla imtihanıma dair maceralarımı içermektedir. Bu sergiyle ilgili daha ciddi bir şeyler okumak istiyorsanız, internette çok daha iyi yazılar bulabilirsiniz, hatta gidin sergiyi gezin.

Öncelikle şu pigment olayından bahsetmek istiyorum. Ben ilk defa gördüm, bu pigment boyası denen şey insanda feci bir dokunma isteği yaratıyor. Bende yarattı yani. Ama dokunmak yasaktı tabi ki de. Boyanın uygulandığı yüzeyler mermer, granit gibi sert malzemeler olsa da insanda kadife kaplı hissi uyandırıyor. Bir de pigment boyasının uygulanması bir yüzeye derinlik kazandırıyor. Bunun sebebi de pigmentin ışığı hiç yansıtmamasıymış. Bunlar da bu sergiden öğrendiğim iki bilgiydi.

Sanatı anlamak benim için zaten zor bir şey hele bir de işin içine çağdaşlık girdi mi tamamen ambole oluyorum. Biz sergiyi rehberle gezdik. Rehberimiz gencecik bir üniversite öğrencisiydi. Heyecanlıydı sanırım, çok hızlı konuşuyordu. Ama güzel bilgiler verdi, sorularmızı güzelce yanıtladı.Yalnız anlattığı şeylerin büyük kısmı bende "hımmmmm demek öyle, bak sen" hissiyatı yarattı. Sanatta bağlam ve içerik tartışmasına girdikten sonra kopmuşum zaten.

Dedim ya anlamakta zorluk çekiyorum diye, mesela bir eserini gördüm bana kulağı çağrıştırdı, acaba burada sanatçı ne ifade etmek istemiş olabilir diye düşündüm, heykelle ilgili akustik ve ses ilişkisi bağlamında kendimce bazı anlamlar çıkarmaya çalıştım falan, sonra yanına yaklaştım ve etiketi okudum, eserin adı "Dil" miş. Hadi buyrun bakalım kulak nireeee, dil nire.

Bir başka eseri ise görür görmez dedim ki "bu yüzeye düşmekte olan bir su damlası, başka bir şey olamaz". Sonra bundan yola çıkarak heykele çeşitli anlamlar yüklemeye çalıştım falan. Yaklaştım etiketi okudum, adı "Erdem". Rehberimiz eserle ilgili bilgi verirken "ana rahmi, feminenlik" gibi laflar söylerken usulca bir sonraki heykele doğru kaçtım.

"Sarı" isimli eseri sanırım serginin en dikkat çekici, insanı en etki altına alan parçası. Beni bir de "Fil" isimli eseri etkiledi, 5 kere falan önünden geçtim. Bir orasından baktım, bir burasından. Güvenlik görevlisini bir hayli tedirgin ettim. Ama neden adı "Fil" olmuş kesinlikle anlamadım. Bence eserin adı girdap falan olmalı. Çünkü gerçekten içine çekiliverecekmişim gibi geldi.

Şu pigment olayı hayli ilgimi çekti. Uygulandığı nesnenin dokusunu değiştiriyor harbiden. Mesela "Çiçek" diye bir eser var. Taştan yapılmış, sarıya boyanmış, duvarın içine yerleştirilmiş. Heykel demek zor yani, o yüzden eser diyorum. Dokusu sünger gibi. Gibi fazla sünger o bence, ama rehber ısrarla taş olduğunu iddia etti. Enteresandı.

Bir de "Ejderha" diye bir eser grubu vardı, 8-10 tane büyük kaya kütlesi mavi pigmentle renklendirilmiş. Aralarında boşluklarla zemine yerleştirilmiş. Kesinlikle lacivert pamuk kütlelerini anımsatıyor ve insanda üstüne atlama isteği uyandırıyor. Ama onlar da taşmış. İyi ki cup diye üstüne atlamaya kalkmamışım.

Ayrıca bu taşların aralıklı bir şekilde yerleştirilmesinin bir anlamı varmış. İşte pamuk gibi göründüğü için cennetten düşme hissiyatı veriyormuş ve dinsel bir bağlamı varmış falan filan. Ziyaretçilerin kayaların arasından yürümesi planlanmış, ancak aralarda yürüyen ziyaretçiler kayalara oturma teşebbüsünde falan bulununca bu bölümün önü camla kapatılmış, sadece uzaktan bakabiliyorsunuz. Türk'ün sanatla imtihanı. Ama hak veriyorum müteşebbis ziyaretçilere, ben de kesinlikle bir punduna getirip, güvenlik görevlilerinin bakmadığı bir anda  kayaların üstüne tırmanmaya falan çalışabilirdim. Ben sanata sanat demem, sanata dokunamadıkça.

Sergi çıkışı aklımda iki düşünce vardı. Birincisi, böyle bir serginin açılması için çok emek harcanmış, belli. Lojistik bile büyük iş, parçalar çok hacimli ve ağır. Bazı eserlerin duvarların içine yerleştirilebilmesi için alçı duvarlar yapılmış. Bunun için sponsor Akbank'ı tebrik etmek gerek.

İkinci olarak, biz normal insanlar hayat gailesi peşinde oradan oraya sürüklenip dururken, bazı insanlar başka şeylerin peşinden koşuyor. Sonra biz avam insanlar da "ay pamuk sandım, süngerdi o sünger, içine çekiyor sanki beni" falan diye debeleniyoruz. Sonra eve gelip ev kadını ayarlarına dönüp yemek yap, çamaşır yıka falan hayata devam ediyoruz.

İyisi mi bir fırsatını yaratıp bu sergiyi gezin. Çok güzel, kesinlikle görülmesi gerek gibi tavsiyelerde bulunmayacağım ama görgünüz, bilginiz artar. Hafta sonları saat 11 ve 14'te Sabancı Üniversitesi öğrencileri rehberlik yapıyor. Biz 11 senasına gittik, tenhaydı, rahat rahat gezdik. 1 saat ayırmanız yeter, sonrasında da boğaz kenarında güzel bir yürüyüş yaparsınız.

O değil de, bugün masaja gittim, asıl sanat budur abicim.

26 Eylül 2013 Perşembe

Beyim tarih yazdı

Temmuz ayında başladım bu blog'a yazmaya. Bir heyecan, bir heyecan sormayın. Eşime dostuma sürekli baskı, "okuyun da okuyun, okumak yetmez geri bildirim verin, önerilerde bulunun".

Dostlar bir yana da eş kısmını ikna edemedim bir türlü. Her akşam soruyorum "Okudun mu yazdıklarımı?" El cevap: "yok". Bahanesi çok: "çok işi vardı, telefonu sayfayı açmıyordu, tableti yoktu, olsaydı ne güzel okurdu."

Bir de bu bahaneleri akşam bilgisayarın karşısında otururken sıralamıyor mu, ölür müsün öldürür müsün.

Ne öldüm ne öldürdüm, ikimiz da sağız çok şükür. Ama tepem attı. "Yasak" dedim, "blog'umu okumanı kesinlikle yasaklıyorum". Tabi azıcık duygu sömürüsü de kattım "benim için bu kadar önemli bir şeye sen hiç değer vermiyorsun." Çok pis de trip atarım. Direnebilen çok azdır.

Netekim beyim de direnemedi.

Bir kaç gün sonra "Okudum" dedi. "Ne düşünüyorsun?" diye sordum. Başladı sıralamaya "Şurası olmamış, burası eksik, orası daha iyi olabilir."

Şöyle bir durdum, gözlerimi kıstım ve dedim ki "Bir gün çok ünlü bir blog yazarı olacağım, sadece blog'la kalmayacağım, kitaplarım yayınlanacak, gazetede köşem olacak, millet peşimden koşacak, benimle röportaj yapmak için gazeteciler sıraya girecek. Bana bu başarımı neye borçlu olduğumu soracaklar. Bense kesinlikle beyime değil cevabı vereceğim."

O gün bugündür blog'umla mesafeli bir ilişkisi var kendisinin. Ben de zorlamıyorum. Herhalde okumuyor, okuyorsa da bir şey demiyor.

Ta ki düne kadar...

Dün tarihi bir olay gerçekleşti ve sevgili beyim son yazımı feysbukundan paylaştı. Görünce gözlerim doldu vallahi. Unutulmasın, tarihe not düşülsün diye yazdım ben de.

Meğer ilgi alanına giren bir şeyler yazmamı bekliyormuş adam. Ama söylemedi ki...

Bu arada o tarihi yazıyı okumak isteyen de aramasın, tıklayıversin.

24 Eylül 2013 Salı

Bir kitabın düşündürdükleri

Bu hafta Zülfü Livaneli'nin Serenad kitabını okudum.

Kitapla ilgili yorumlar çok olumluydu. Kayınpederim de kitap okumayı çok sever, sohbet esnasında bana okuyup okumadığımı sormuştu, ben de okumadığımı ama hakkındaki yorumlar çok iyi olduğu için en kısa sürede alıp okuyacağımı söylemiştim.

İki gün sonra telefon geldi "kızım" dedi "dışarıdaydım ben sana aldım Serenad'ı, haber vereyim dedim, sen de alma". Ne kadar şeker değil mi, çok sevindim. Kitap elime ulaşır ulaşmaz başladım okumaya, resmen elimden bırakamadım. Ve neden bu kitabı daha önce okumadım diye kendime çok kızdım.


Hikaye II. Dünya Savaşı'nda Yahudiler'in yaşadıklarını bir aşk hikayesi etrafında anlatıyor. II. Dünya Savaşı'nı konu alan bir çok kitap okumuş, bir çok film seyretmişimdir ama her seferinde insan doğasında var olan kötülüğün güçlülüğü karşısında hayrete düşüyorum. Ve hep korkarak şunu düşünüyorum; yeterince ikna edilen herkes cani olabilir mi?

Bu konuda bir hocam, II. Dünya Savaşı sırasında sıradan Alman vatandaşlarının komşuları, dostları olan Yahudilere reva görülen zulme neden başkaldırmadıklarını açıklamak için 1970'lerde yapılan Milgram deneylerinden  bahsetmişti. Çalışmaya katılan deneklere cezanın öğrenme üzerine etkisi hakkında yapılan bir deneyin parçası oldukları söylenerek, yanlış cevap verilen her soru için yan odadaki "öğrenciye" artan şiddete elektrik verecek bir düğmeye basmaları istenmiş.

Aslında bahsedilen öğrenci bir tiyatro oyuncusu ve düğmeye basıldığında gerçekten elektrik verilmiyor. Ancak denekler güçlü bir akıma maruz kalan kişinin tepkilerini görüyorlar ve buna rağmen deneklerin yarısından fazlası 450 volta kadar düğmeye basıyor. (450 volt!!! koca koca buzdolabı, televizyon vs taktığımız prizlerde 220 volt akım var)

Deneklerin içinde çok yüksek eğitime sahip profiller de var ve araştırmacı rolündeki kişi elektrik vermenin bu araştırma için gerekli olduğunu söylemek dışında hiç ikna yöntemi (korku, tehdit, ceza vb) kullanmıyor. Sonuçlar gerçekten çok korkutucu. Deneyin tamamının gelişimini buradan okuyabilirsiniz. Aynı yerde, bir lise öğretmeninin sınıfındaki öğrencileri nasıl "Nazi"leştirdiğinin anlatıldığı bir deney de var.

İnsan doğası gerçekten çok korkutucu.

Neyse, kitaba geri döneyim. Hikaye sadece Almanya'daki Yahudilerin hikayesini değil, o dönemde Türkiye'ye sığınan Yahudi bilim insanlarının eğitim ve kültür hayatımıza katkılarından da bahsediyor. Ayrıca bir gemi dolusu insanın kurtuluş umudu olarak başlayıp katledilmeleriyle sonuçlanan Struma felaketi ve kurşuna dizilmek için Rusya'ya yollanan, bu kaderden kaçmak için intiharı seçen Kırım Türkler'inden oluşan Mavi Alay'ın hikayesi de yer alıyor.

Kitabın bazı bölümleri ders verir tarzda ama genelinde kesinlikle okunması gereken bir kitap. Eğer hala bu kitabı okuma fırsatı bulamadıysanız en kısa zamanda fırsat yaratıp okumanızı tavsiye ediyorum.


23 Eylül 2013 Pazartesi

Güzelliğin on para etmez, bu bendeki haset olmasa

Oldum olası estetikten ziyade fonksiyonelliğe önem veren bir insan olmuşumdur. Hayır, en doğrusu bu demiyorum, bunula gurur da duymuyorum ama böyle biriyim işte.

Giyim kuşam konusunda mesela, dünyanın en güzel giysisi de olsa rahat rahat oturup kalkamıyorsam, ancak sopa gibi durarak elbiseyi taşıyabiliyorsam - ki duramam- bu parça asla benim tarzım değildir.

Ayakkabı konusunda keza, daha önce de bahsettiğim gibi "eğer bir köpek beni kovalamaya karar verirse koşarak kaçabilmeliyim" kriteri modelden önce gelir.

Güzel yemek yapmayı zaten beceremem ama sunumu hiç beceremem. Çok özenirim böyle şık sofralara ama sadece özenirim, icraat yok.

Dekorasyon zira. 21 yaşımdan beri kendi evlerimde oturdum. Bu evlerin her bir eşyasını kendim seçtim.  Ama 13 senedir hiç bir evimin dekorasyonunu beğenmemişimdir.

Belki zamansızlıktan belki sabırsızlıktan belki imkansızlıktan belki de yeteneksizlikten şu estetik konusunu hiç beceremiyorum. Bu saatten sonra da becerebileceğimi sanmıyorum. Yani sefil bir hayat sürmüyorum elbette ama görselliğe pek de önem vermiyorum.

Halbuki ne kadınlar var, her zaman şık bakımlı. Makyajı hep düzgün, saçının bir teli bile ayrık durmuyor, giyim kuşam desen o biçim. O ayakkabılarla yürüyemiyor belki ama durdu mu sülün gibi duruyor.

Ama bacım, sen güzel görüncem diye spor salonuna da pür makyaj, saçlar kuaförden yeni çıkmışçasına geliyorsan ben de böyle sanal ortamda dedikodunu yaparım. Sanal ortamla yetinmem gerçek hayatta da arkadan konuşurum. Belki sana yakalanırım, biraz utanırım ama dalgamı da geçerim.

Bizim salonda bir hanım kızımız var, maşallah çok güzel bir hatun kişi. Ama güzelliği yeterli gelmiyor olmalı ki, bilumum kozmetik ürününden de tam destek alıyor. Hem de spora gelirken. Makyaja asla karşı değilim, ben de yaparım, güzel yapana da hayran kalırım, ama spora gelirken makyajlı gelinir mi? Sen suratında o kat kat fondötendi, pudraydı nasıl ter atacaksın bacım?

Hee sana dert mi oldu derseniz oldu valla. Koşu bandında deli danalar gibi tepinirken aynada bir onun pürüzsüz cildini, bir de benim pancardan hallice suratımı görünce depresyona girdim. Hızımı da alamadım, geldim burada içimi döktüm.

Oh be rahatladım biraz.

22 Eylül 2013 Pazar

Memleket meseleleri

Biz Bursa'lıyız. Hem anne tarafından, hem de baba tarafından.

Annemin dedesi Bulgar göçmeni, annemin babası dedem ise, ki ben kendisine büyükbaba derim, Edirne'li. Bunun dışında ailemizin takip edilebilen tüm kökleri Bursa'da.

Baba tarafım Bursa'nın bir köyünden. Babamdan öğrendiğime göre köyün iki kurucu ailesinden biriyiz. Şimdi böyle söyleyince çok havalı oldu.

Bir arkadaşımla bu konu hakkında sohbet ederken bir hışımla "eee yeter ulan herkeste bir asalet, bir biz miyiz halk" diye isyan etmişti. Noooluyor ki derken kurucu diyince ben ağalık falan gelmiş onun aklına. Bizimki öyle bir durum değil. Henüz ortada köy falan yokken yer gösterilmiş ve büyük dedemiz yerleşmiş, zamanla başkaları da gelince köy olmuş.

Ortada bir asalet nişanı falan yok yani. Zaten pek asil bir aile olmadığımızdan daha evvel bahsetmiştim. Merak edenler tıklayabilir. 

Tüm hikayeyi babama anlattırmıştım mesela babamın ninesi köyde at binen tek genç kızmış ama insan hafızası çok nankör. En kısa zamanda babamdan tekrar hikayeyi dinleyip burada yazacağım, kayıt altına alınsın.

Ananemin annesi ise Bursa'da büyümüş. Babası Çanakkale Savaşı'ında şehit düştükten sonra abileri tarafından sağ olan ninesinin yanına gönderilmiş. Ninesi tarafından da küçük yaşta evlendirilmiş. Büyükdedem her şeyini Bulgarisatan'da bırakıp gelmiş. Ben çok küçükken vefat etmiş ama ben hayal meyal hatırlıyorum. Benim hatırladığım zamanlar hastaydı, bakıma ihtiyaç duyuyordu ama mesleği berberlikmiş 

Büyükbabam ise 70 yıldan eski tarihi olan dükkanda berberlik mesleğini 4o yılı aşkın süredir devam ettiriyor. İlçenin 4 numaralı elektrik abonesi.

Peki tüm bunları neden anlattım? Bence aile tarihimizle ilgili benden gizlenen bazı sırlar var. Çok eminim ki geçmişimizde bir Alman var. Bu Alman geni nesillerce gizlenmiş ve bende baskın olarak ortaya çıkmış.

Disiplin, düzen, intizama bayılırım. Randevu saatleri konusunda aşırı hassasım, bir yerlere geç kalmaktan feci korkarım. Her işim planlı programlıdır. Almanya'da yaşarsam çok mutlu olacağımı hissediyorum.

Evet evet eminim ki ben Alman'ım.

18 Eylül 2013 Çarşamba

Değerli bir insan olmak

Bir kaç ay önce kişisel liderlik konulu bir eğitime katılmıştım. Tabii ki de işverenime sağlık.

Eğitim kapsamında çeşitli uygulamalar vardı. Bir egzersiz de değerlerle ilgiliydi. Eğitmen hepimizden olmazsa olmaz 10 değerimizi küçük not kağıtlarına yazmamızı istedi.

Enteresan bir tecrübeydi. 4-5 tane yazdıktan sonra tıkandım, geri kalanları tamamlamak için düşünmek zorunda kaldım. Utandım da, çünkü besbelli ki o güne kadar hiç oturup düşünmemişim bu konuyu. Çok korktum, "Allahım, yoksa ben değersiz bir insan mıyım" dedim. Çaktırmadan sınıfı gözledim. Herkes aynı durumdaydı. "En azından yalnız değilmişim" diye düşündüm.

Eğitmen de bu konuda bir açıklama yaptı. Kendini anlamaya, keşfetmeye, öz-farkındalığını arttırmaya ciddi anlamda enerji ve vakit ayıran insanlarda bile böyle bir tıkanıklık yaşandığını gözlemlediğini, bunda anormal bir durum olmadığını söyledi. Yani insanın aklına bir anda gelmemesi normalmiş böyle önemli mevzuların.

Artık bizleri avutmak için mi söyledi, ciddi miydi bilemiycem, günahı boynuna.

Benim ilk aklıma gelenler ahlak, vicdan, adalet ve sorumluluk olmuştu.

Dünyanın ahlaklı, vicdan sahibi, başkalarına olduğu kadar kendine karşı da adil, davranışlarının yol açtığı sonuçların sorumluluğunu alabilecek insanlara ihtiyacı var.

Hem dünya barışı hem de ofiste mutluluk için şart!

15 Eylül 2013 Pazar

Macera dolu bir hafta sonu

Bu hafta sonu İzmir'deydim, malum sebep ten ötürü. Ancak bu sefer herkese sürpriz yaptım. Hafta içi anneme ve kardeşime gelemeyeceğimizi, bilet bulamadığımızı söyledim.

Beyimin hafta sonu şehir dışında bir düğüne katılması gerekiyordu ama ben çoktan biletimi hazırlamış gün sayıyordum. Kimsenin haberi yoktu. Fakat geçen hafta çok stresli geçti benim için. Ağzımdan kaçırıcam diye çok korktum ammavelakin kimseye bir şey hissettirmeden cuma akşamını ettim.

Uçağım cumartesi sabah 6:30' da idi. Yalnız ufak bir problem vardı. Bugüne kadarki tüm İzmir seyahatlerimizde kardeşimin beyi tarafından özenle havaalanından alınıp transferimiz yapılmıştı. Bu seferse iş başa düşmüştü.

Hafta içinde çeşitli internet araştırmaları ve İzmir'li arkadaşlarımla yaptığım istişareler sonucu güzergahı belirlemiştim. Havaalanından metroya binilecek, metrodan kardeşimin evine en yakın durakta inilecek ve taksi ile devam edilecekti. Araştırmalarım sonucu ineceğim durağı da tespit ettim ve cumartesi sabahı yola koyuldum.

Trene bindiğimde ineceğim durağı doğru belirlediğimden emin olmak istedim. Pek muhterem İzmir'liler bana yardımcı oldular, sağ olsunlar. Bir kişi bana yardımcı olmak için sabahın köründe arkadaşını arayıp adres sordu, arkadaşı uyuyormuş. Başka bir kızla da arkadaş olduk.

Hanım kızımız, İstanbul'a gelin gelecekmiş, ama daha önce İstanbul'u hiç görmemiş. Kurban bayramında kayınvalideleri İzmir'e gelecekmiş, beyaz eşyaları alacaklarmış, bayram dönüşünde ise birlikte döneceklermiş, hem de eşya getireceklermiş. İstanbul'u da böylece ilk defa görmüş olacakmış. Bu arada hanım kızımız İzmir'i seviyormuş ama bıkmış artık. İnsanları pek kötüymüş.

Yalnız belirtmek istiyorum. Tüm bu bilgi akışının öncesinde yol sormak dışında aramızda geçen tek konuşma şundan ibaretti:

hanım kız: Nereden geliyorsunuz?
ben: İstanbul.

Bazı insanların gerçekten dinlenilmeye ihtiyacı var.

Dönüşüm daha maceralıydı. Buradan yaşadığı şehrin metro sistemi, yolculuk süreleri hakkında bilgi sahibi olmayan bağzı İzmir vatandaşlarına seslenmek istiyorum: boş boş gezmeyin, bazen de keşif falan yapın.

Eğer tanıdığınız, torpiliniz varsa İzmir havaalanında bugüne ait güvenlik kayıtlarını bulun ve izleyin. Çok eğleneceksiniz. Beni fark etmemeniz mümkün değil.

Sonunda yıllardır yaptığım sporun somut bir faydasını gördüm. Trenden iner inmez bir depara başladım ki sormayın. Girişte güvenlik kuyruğunun en önüne geçmek için kullandığım ikna yeteneğimden benim bile haberim yoktu. Terminalin içinde deparım engelli koşuya dönüştü. İnsanlardan izin isteyecek ya da yolumu değiştirecek vaktim olmadığı için çantaların üstünden atlayarak koşuma devam ettim. Ama başardım. Boarding başladığında ben kapıdaydım.

Valla yazarken o anları baştan yaşadım, düşünmek bile beni yordu. İstirahate çekiliyorum.

14 Eylül 2013 Cumartesi

Teyze olmak bu kadar mı güzeldir

Canım. Bugün tam 1. yaşını doldurdun.

Tam 1 yıldır bizim neşe kaynağımız oldun.

Tam 1 yıldır ben bir teyzeyim.

Eskiden ne çok kızardım yolda sokakta bana teyze diyen çocuklara. Şimdi sana teyze dedirtebilmek için kendimi paralıyorum. İnsan ne oldum dememeli ne olacam demeli.

Annen haberi ilk verdiğinde soğuk ve yağmurlu bir gündü. Enişten ve ben dışarıdaydık. Telefon çaldı, hattın öbür ucunda annen, müjdeyi verdi. O kadar heyecanlanmıştım ki bir anda bağırmaya başladım "gerçekten miiii, inanmıyoruuuummm" Sayende çok dikkat çekmiş, ilgi odağı olmuştum.

Sonra sen daha annenin karnındayken benim düğünüme geldin, hayatımın bu en mutlu gününde de teyzeni yalnız bırakmadın.

Senin için en güzel ismi bulma sürecinde önerdiğim bütün isimler hain annen ve baban tarafından ret edildi. Tamam adaş olamayacağımızın farkındaydım ama fonetik  olarak yakın isimlerimiz olsa fena mı olurdu? Senin de aynı fikirde olduğuna neredeyse eminim, bu yüzden 18 yaşına gelip de isim değiştirmek için mahkemeye gittiğinde tüm desteğimle yanında olacağım.

Doktor doğum için tarih verdiğinde, "Hayır" dedim, "olamaz. Benim yeğenim ayın 14'ünden önce doğmayacak." Ve sen benim canım, gerçekten de söz dinleyip dünyaya gözlerini açmak için beni bekledin. Hastaneden çıktığın gün ben de seni evde bekliyordum.

Ve ilk karşılaşmamız... Kıpkırmızı, buruşuk, minicik bir şeydin. Ama o kadar güzeldin ki... Küçücüktün, o kadar küçük ki seni kucağıma almaya korkuyordum. Fakat, o bir damlacık cüssenle çıkardığın sese inanmak çok zordu. Aynı ben. Bu da yetmez gibi benim gibi az ama sık yiyordun. Adaş olamamıştık belki ama hiç şüphe yok ki ruh ikiziydik.

Maalesef seni çoğunlukla uzaktan sevebiliyorum, ama çok seviyorum.

Dilerim ki çok çok mutlu, çok sevilip çok da seveceğin, uzun bir ömrün olsun. Şans her zaman senin yanında, iyilikler hep senin tarafında olsun. Karşına hep iyi insanlar, bahtına hep güzel yazlar çıksın.

Sakın unutma, sen bizim biricik Can'ımızsın.

11 Eylül 2013 Çarşamba

Ne meslekler beni istedi de varmadım

Bu sabah bir iş arkadaşım akşam izlediği bir programla ilgili mail atmış. Bir psikolog hanım 10 yaş üstü çocukların ilgi ve yeteneklerine göre doğru bir rehberlikle doğru meslek seçimine yönlendirilmesi hakkında konuşmuş. Ayrıca kitabı ve internet sitesi de varmış. Yetişkinler için de çalışmaları varmış. Arkadaşım da ilgimizi çekebileceğini düşünerek ben ve başka bir arkadaşımla paylaşmış.

Psikolog hanımın adı Tülay Demir Oktay. Kitabının adı Çocukken Ne Olmak İsterdin. Google'dan kitabın tanıtım bültenini buldum, gerçekten ilgi çekici duruyor. Ana fikri aldınız sanırım.

Öncelikle şunu belirteyim, arkadaşıma imrendim. Düşünsenize, kendisi akşam oturup böyle faydalı programlar izliyor. Üstelik bunları aklında tutup ertesi gün bizlerle paylaşabiliyor. Kendisine de ilettim bu düşüncelerimi. Ben mesela akşamları dizi falan izlerim. Hadi dizi izlemedim diyelim o zaman banko Home Tv'deyimdir. En en en fazla film seyrederim. Ama öyle tartışma programı, açık oturum, sohbet programı falan anında zaplarım. Eee benim bu seyrettiklerimde de böyle faydalı bilgiler yok.

Haa sorsan bir cinayeti çözmek için hangi laboratuar analizleri gerekir tak tak sayarım, hukuk eğitimim yok ama bayağı fiyakalı avukat laflarını ardarda sıralayabilirim. Bunlar pek açmadıysa Hürrem'in hayatını anlatabilirim. Dizi dünyası konusunda bilgi birikimim engin bir okyanus gibidir yani. Diziler açmazsa seyrettiğim yemek tariflerini paylaşabilirim. Ama uygulamanızı önermem o ayrı. Ben uyguluyorum, felaketle neticeleniyor maalesef.

Neyse yine dağıldım, toplanıyorum. Bu maili okuduktan sonra küçüklükteki meslek hayallerim geçti aklımdan.

Çok çok küçükken astronot olmayı aklımdan geçirdiğimi hatırlıyorum. Neden bilmiyorum, zaten çok da uzun sürmemişti.

Sonra biraz büyüyünce bilgisayar mühendisi olmak istemiştim. Sebebini çok iyi hatırlıyorum. Bir büyüğüm "ne güzel uzun parmakların var, bilgisayar mühendisi olsana" demişti. Kritere bak, uzun parmaklar!!! Şükürler olsun ki annem babam bundan daha bilinçliymiş. Ayrıca belirteyim ki maalesef öyle uzun, ince parmaklarım da yok. Genetik olarak uygun değilmişim yani bilgisayar mühendisliğine.

Ortaokul yıllarımda Körfez Savaşı patlak vermişti. CNN'in falan canlı yayınlarının Türk televizyonlarında yayınlanması ile hayatımıza simultane çeviri girmişti. Ben de mütercim tercümanlık diye bir şeyin varlığını öğrenmiştim. Sınıf arkadaşlarım tercüman ne demek anlayabiliyorlardı ama mütercim kelimesini muhtemelen ilk defa duyuyorlardı. Ben de havalı mesleğimi bulmuştum işte! Ayrıca mütercim tercüman kelimelerini telaffuz etmek de çok hoşuma gidiyordu.

Lise yıllarıma geldiğimde ise, en yakın arkadaşımın üniversite öğrencisi olan kuzeni sayesinde reklamcı olmayı kafaya takmıştım. Reklamcı ne iş yapar bilmiyordum, reklam senaryolarını yazıp filme çeker diye düşünüyordum herhalde, eh fena bir iş değil, ben de yapabilirdim.

Sonra üniversiteyi kazandığımda da kurumsal hayatın büyüsüne kapılıp, sanki bir meslekmiş gibi, kurumsal pazarlamacı olmaya karar vermiştim. Hakkatten çekilmez, cahil bir ukala idim.

Sonuçta ne iş yaptığımla ilgili buradan, aslında ne iş yapmak istediğimle ilgili de şuradan bilgi alabilirsiniz.

Benim öğrencilik yıllarımda bir uzman çıkıp yeteneklerimi, ilgi alanlarımı falan analiz edip bana uygun mesleğin ne olduğunu tespit etseydi ve ben bilinçli olarak bu alana yönlendirilmiş olsaydım bugün daha mutlu bir çalışan olur muydum acaba? Teoride evet ama pratikte hiç bir zaman gerçekleşemezdi herhalde.

Bu gibi girişimler iş gücünün değerli olduğu gelişmiş ülkelerde faydalı araçlar olabilir. Ama yeteneği ne olursa olsun herkesin en yüksek puanı almak için aynı sorularla yarıştığı bu ülkede değil.

Karamsar bir son oldu ama iş söz konusu olduğunda sıkı sıkıya bağlı olduğum 2 prensibim vardır:
1. çalışmak o kadar güzel bir şey olsa üstüne para vermezler
2. gerçekten sevdiğimiz şeyleri yapmak için para istemediğimize göre karşılığında para aldığımız hiç bir şeyi sevmemiz mümkün değil, o zaman iş sevilecek bir şey değildir.

9 Eylül 2013 Pazartesi

Bye bye Kezban, hoşgeldin Kelly

Dün yaklaşık 7 sene aradan sonra yeniden kısa saçlara döndüm. Benim kısa dediğim saç bazıları için uzun olabilir ama benim için kısa.

Şöyle ifade edeyim, saçımı kestirmeden önce tepemden çıkan bir saç telinin uzunluğu yaklaşık 51 cm idi. Şu anda yaklaşık 20 cm. Siz değerli okuyucularım için hiç bir şeye üşenmiyorum. Saçlarımı yolup ölçüp biçiyorum.

Tabii ki de kuaförden çıkıp eve gelir gelmez hemen beyime foto çektirdim, sosyal medyaya koymak için. O çekiyor ben beğenmiyorum, o çekiyor "yok bu olmadı diyorum". Sonunda dayanamadı garibim "hayır yani ekranda ne görmeyi bekliyorsun?" dedi.

Hakkaten yaaa, malzeme ortada. Fotoğrafı çekilen benim, ekranda Adriana Lima falan bekliyorum. Sevgili beyime bana bir aydınlatma daha yaşattığı için buradan teşekkür ederim. Neyse, baktım kaç tane çekilirsem çekileyim ben yine benim. Saçın kesilmesi bir mucize yaratmamış - henüz, hala umudum var yani. Aldım fotolardan 2 tanesini yükledim feysbuka.

Aman Allahım, ortalık yıkıldı. Bunca yıllık sosyal medya kullanıcısıyım, henüz bir fenomen olamasam da benim de kendime göre bir tarzım, kendi çapımda ufak bir hayran kitlem vardır. Hadi gerçekçi olayım, hayran kitlesi falan yok ortada ama ne yaparsam yapayım illa beğenecek kadar nazik ya da sosyal ilişkiler yumağı nedeniyle beğenmek zorunda hisseden bir grup diyelim. 

Bugüne kadar çok daha güzel fotolar yüklemişim, çok akıllıca olduğunu düşündüğüm tespitler paylaşmışım, oldukça komik yorumlar yapmışımdır. Hiç biri bu fotoğraf kadar beğeni almadı.

Ne bu şimdi? Neden bir Allah'ın kulu eski saçlarımın bu kadar kötü olduğunu söylemedi o zaman bana?  Bu mu dostluk, bu mu kardeşlik. Şimdi hiç kimse bana "ama ben sana hep söylüyordum kestir saçını diye" demesin. Onlar kesinlikle benim süper uzun, gür, parlak, yumuşacık saçlarımı kıskanan kısa saçlılar grubunun hezeyanlardı. Ben öyle anladım. Kimse bana "ıyyy tam bir Kezban'sın, şu saçlarına bir çekidüzen ver" demedi.

Her şeyi illa ben düşünücem, siz hiç bana yardımcı olmayın, hiç yol göstermeyin e mi!

Hayat gerçekten çok zor.

Haa, bana sorarsanız ben pek beğenmedim saçlarımı. İstediğim gibi kesemedi kuaför, koca kafalı gibi oldum biraz. Dur bakalım, en kısa zamanda gidip biraz daha düzelttireceğim inşallah.

Artık bana kısaca Kelly diyebilirsiniz.

8 Eylül 2013 Pazar

Batsın bu dünya

Bugün, şimdi buradan açıklamak istemediğim bazı gizli nedenlerden dolayı, çeşitli oyuncak mağazalarını gezdim. Kardeşim burayı okumuyor olsaydı açıklardım. Hele önümüzdeki hafta yakışıklı yeğenim 1. yaşını dolduruyor olmasaydı kesinlikle açıklayabilirdim. Ama bu şartlar altında mümkün diil.

Neyse konuyu dağıtmayayım. Bugün oyuncak mağazalarını gezdim ve de sinirlerim zıpladı. Oyuncakları kız ve erkek çocuklarına göre gruplamışlar. Tamam, kızları bebeklere; erkekleri arabalara yönlendirmeyle mücadele etmenin beyhude bir çaba olduğunu uzun yıllar önce fark ettim. Ama bebek bezlerini oyuncak yapıp, kız çocukları bölümüne koymanın anlamı nedir yahu!!!  Küçücük kız çocuklarının kafasına kazınıyor "görev"leri bu yaşta. Erkeklere de sunsunlar böyle oyuncaklar o zaman.

Mesela hiç bir erkek çocuk oyuncak reyonunda tencere, tava takımı görmedim. Daha bu yaştan cinsiyet ayrımcılığı o taze beyinlere ince ince işleniyor.

Bir kaç sene önce çevre mi, enerji mi hatırlamıyorum bir bakanlığın reklamları dönüyordu tv'de. Su tasarrufuna dikkat çeken bir reklam. Amaç güzel, ama ben reklamı ilk gördüğüm anda çıldırmıştım. Akışta, baba ve herhalde 5-6 yaşlarında oğlu diş fırçalarken görüntüleniyor, anne ve benzer yaşlarda kızı mutfakta bulaşık yıkarken. Neden baba-oğul mutfakta değil? İşte devlet eliyle cinsiyet ayrımcılığı.

Reyonun önünden hızla geçmek zorunda kaldım, acelem vardı, bir daha da dönemedim. Ama en kısa zamanda tekrar dükkana gidip kontrol edeceğim, umarım yanlış görmüşümdür. Fakat eğer doğru gördüysem vallahi billahi bir kampanya başlatmayı düşünüyorum sosyal medyada falan. Sesimi duyurabilir miyim, kim ne kadar ilgilenir bilemiyorum ama deneyeceğim. Belki birilerinin kahramanı olurum.

Gerçekten hepimizin bilinçaltına öyle mesajlar işlenmiş ki, hiç ummadığım kişilerden duyduğum bazı laflar beni hayretlere düşürüyor. Bütün gün dışarıda deli gibi çalışıp, akşam kocasıyla aynı anda eve giren bir hemcinsimin "eve ne kadar geç gelirsem geleyim ertesi güne 3 kap yemeğimi hazır etmeden yatmam, mutlaka tatlım da her zaman hazırdır, kocam tatlısız yemeği beğenmez" dediğini duydu bu kulaklar. Bu esnada koca hazretleri ayaklarını uzatıp tv seyrediyormuş tabi.

Başka bir arkadaşımdan da akşamları spora gidiyorum diye "aaa o saatte gelinir mi eve, beyin akşam çay kahve içmek ister, meyve yemek ister ama sen evde yoksun kim hizmet edecek" yorumunu işitip basiretim bağlandı da "giderken mutfağı kilitlemiyorum" diyemedim, öyle bön bön baktım sadece.

Atomu da parçalasan, kansere çare de bulsan eğer kadınsan "ocağa bir kap yemek koyabildin mi" kriterinden geçemezsen yandın.

Ben bu konudaki şanslı azınlıktanım. Hiç erkek kardeşim olmadı, olsaydı annem-babam ona farklı davranırlar mıydı bilemiyorum. Ama babamın bu konuda kendi jenerasyonundan ne kadar farklı olduğunu gözümle gördüm/görüyorum. Keza beyimle de "birlikte tüketiyorsak birlikte üretiyoruz" anlaşmamız tıkır tıkır işler.

Analar, bacılar kurban olayım oğullarınızı kadınlar tarafından hizmet edilmesi gereken uzaylı yaratıklarmış gibi yetiştirmeyin. Kızlarınıza da ortak yaşamın hiç bir sorumluluğunu tek başına almak zorunda olmadıklarını iyice öğretin.

6 Eylül 2013 Cuma

Moda moda demektir, moda kendini bilmektir, sen kendini bilmezsen, ya nice rezil olmaktır

Başlıktan da anlaşılacağı üzere bugün moda hakkında ukelalık yapacağım.

Beni tanıyanlar bilir, giyinmek uzmanlık alanım değildir. Nerdeyse 35 oldum, hala oğlan çocuğu gibi giyinirim. Bol pantolonlar, eşofmanlar, kapüşonlu sweatshirt' ler göz bebeğimdir. Ayakkabı seçerken birinci kriterim, yolda yürürken aniden bir köpek beni kovalamaya karar verirse koşarak kaçabilmektir. Sanırım modaya yaklaşımım konusunda fikir verebilmişimdir: modaya pek yaklaşmam.

Ama bu gazete ve dergilerin moda bölümlerini okumama engel değil.

Hem de bayıla bayıla okurum, belki bir parça bir şeyler kaparım umuduyla. En büyük hayallerimden biri bir gün giydiklerimi gören birinin hakkımda "bilmem neyle bilmem neyi kombinleyerek; zarif ve elegan bir şıklık yakalamış" cümlesini kurdurmaktır. Şu anda bu cümleye çok uzağım, bırak elegan olmayı, elegan kelimesini cümle içinde bile kullanamam.

Tabii kendim beceremesem de her kadın gibi başkaları ne giymiş, yakışmış mı gibi konularda ahkam kesmekten da asla geri kalmam.

Giyen çok az kişiye yakıştırabildiğim iki parça var.

Birincisi hani böyle göğüsün altından birden bollaşıveren elbiseler. Azıcık internet araştırması yaptım, sanırım bunlara robadan elbiseler deniyormuş. Gerçekten minyon yapısı olan kadınlar, hamileler ve küçük bebeler dışında bu elbiseler giyen herkesi adeta bir deve dönüştürüyor. "Şöyle bir salınayım da enim boyum çıksın ortaya, hükümet gibi kadın desinler" gibi bir amacı olmayan her kadın bu elbiselerden uzak durmalı bence.

Kadınlara çok zor yakışan ikinci parça ise skinny pantolonlar. Eğer gerçekten incecik değilseniz ve fidan gibi bir boyunuz yoksa bu pantolonlar insanı bodur tavuk gibi gösteriyor. Bodur tavuk her dem piliç tadında değil ama, paytak paytak yürüyüş şeklinde. Kabul edelim, biz Türk kadınlarının basen konusunda pek iyi bir sicili de yok. Uzun bir tunikle durum kurtarılabilir belki ama ne gerek var risk almaya, giyilebilecek bir sürü başka bir şey varken. Buna rağmen bu pantolonları giymek konusundaki ısrar neden? Bi de bu skinny'lerin altına giyilecek ayakkabı da önemli. Öyle her ayakkabı uymuyor bunların altına. Şöyle yüksek topuklu bir ayakkabı giyeceksin ki hakkını ver pantolonun. Bu patolonları kendine çok yakıştıran kızlarımız da var elbette, maşallah onlara Allah nazarlardan saklasın kendilerini.

Heee ben bunları beğenmiyorum da nooluyor, bir şey mi oluyor sanki? Yoo hiç bir şey olmuyor. E ben de  bir Esmod, Naba ya da Istituto Marangoni rahle-i tedrisatından geçmedim netekim, hoş geçsem ne fark eder. Ama benim de moda konusunda yumurtlayacak fikirlerim vardı elbet, bunları kendime saklayamazdım.

5 Eylül 2013 Perşembe

Akşamlar olmasıııınnnnnnn amaaaaannnnn

Hafta içi sabahları 7'de kalkarım. Tartılır tartılmaz iki bardak su, evden çıkmadan da muhakkak bir bardak yeşil çayımı içerim. Saat 8:30'da kahvaltımı yaparım. Menü genelde aynıdır: iki dilim tam buğday ekmeği, peynir, 5 zeytin ve domates.

Bazen değişiklik olsun diye iş yerindeki kafede kepekli sandviç yaptırırım. Bu  aslında büyük bir sınavdır benim için. Sandviçimi, fırından yeni çıkmış, mis kokulu simitlerin yanında yaptırırım. O simitler, isteyene arasına konmuş peynirlerle mis gibi kokarak gözümün önünden diğer müşterilere gitse de asla baştan çıkmam. En fazla önümden geçen simitleri koklar yine de sandviçimi alır çıkarım.

Saat 11 civarları bir bardak yeşil çay içer ara öğünümü yerim. Ara öğünüm kimi zaman bir porsiyon meyve, kimi zaman da 2 kuru erik/kayısı eşliğinde 2 ceviz içi ya da 10 fındık falandır.

Öğle yemeğinde bir tabak sebze ya da etli yemek yanında 1 kase yoğurt, bir kase de marul salatası yerim. Salatamı kim zaman kırmızı lahana, bazen havuç, çok nadir olarak da 1 kaşık kısır ya da patates salatasıyla çeşnilendirir bol limonla yağsız yerim. Asitli içecekler, meyve suyu asla içmem. Yemeğin yanında illa bir şey içeceksem ayran, maden suyu çok nadir de şalgam suyu tercih ederim. Tatlıya elimi sürmem.

Öğleden sonra 3 civarı bir bardak limonlu çay eşliğinde biraz hovardalık yapıp 4 tane light bisküvi yerim. 5 civarı da son bardak yeşil çayımı içerim. Sabah 9'dan itibaren her saat başı bir bardak suyumu muhakkak içerim. Gün içinde kahve içmem.

Hafta sonları yemek konusunda daha esneğimdir. Hele ki tatildeysem ne istersem yer içerim. Özellikle hamur işini asla kaçırmam. Maksat metabolizmayı şaşırtmak. Son tatilimizde koca bir tabağın yarısını pilav yarısını makarnayla doldurup yemişliğim de vardır. Midem "noooluyor bana?" demiştir eminim.

Hafta sonu ve tatil kaçamaklarını çıkartırsak, çok çok nadir kaytarsam da yukarıdaki yemek programına sıkı sıkıya uyarım.  Ammmaaaaa saat 5' ten sonra içimden başka biri çıkıyor. Asla doymayan bir canavar. Resmen midem gurulduyor yahu.

Gün içinde yediklerim yetmiyor diycem ama bilim diyor ki benim yaşımda, kilomda ve hareket düzenimde birinin bu şekilde doyması lazım. Zaten gün içinde açlık çektiğim olmuyor. Ama saat 5 oldu muydu bir ben çıkıyor benden dışarı. Açlık ama zararlı şeylere açlık duyuyorum. Mesela cips, kraker, bisküvi tarzı aburcubur yemek istiyorum.

"Şöyle bir paket kraker alayım 3-5 tane ağzıma atayım, açlığımı bastırsın" olayını da beceremiyorum. Bir paket varsa onu bitirene kadar rahat edemiyorum. Paketi açıyorum, 3-5 tane yiyorum, sonra yemeyeyim diye paketi her tarafından sıkı sıkı zımbalayıp çekmeceye kilitliyorum. En fazla 7 dakika durabiliyorum. Evet ölçtüm. O paket orada durduğu sürece bana huzur yok. "Yesem mi, yemesem mi, yesem noolur ki" diye düşünmekten hiç bir şeye konsantre olamıyorum. Sonunda "amaaaaan bir daha mı gelecem dünyaya" deyip (böyle de rasyonalize ederim) paketin tamamını bitirmeden huzur bulamıyorum.

Bu krizi atlatırsam akşam 10'a kadar rahatım. Benzer bir kriz saat 10-11 arası da geliyor. Halbuki akşamları saat 7'de yemeğimi yiyor, eğer spora gitmiyorsam 2 saat kadar sonra bir porsiyon meyvemi de yiyorum. Ama saat 10 oldu mu başlıyorum mutfak kedisi gibi dolanıp yiyecek bir şeyler aranmaya. Bu saatlerde irademe yenik düşersem gelsin tırım tırım vicdan azapları. Sırf yemek yememek için saat 10'da uyumaya gittiğimi bilirim.

Ben olmak çoğu zaman eğlenceli olsa da bazı zamanlar çok zor gerçekten.

2 Eylül 2013 Pazartesi

Sonbahar

Bir çok şeyi "çok severim" diye etiketlemek benim için çok kolaydır. Mesela radyoda çalan 10 şarkıdan 8'i için rahatlıkla "ay ben bu şarkıyı çok seviyorum" diyebilirim. Yediğim, içtiğim bir çok şey için de çok kolay bir şekilde "ne güzelmiş, çok severim" lafı çıkıverir ağzımdan.

Belki de çok rafine zevklerim yok, ya da pek seçici bir insan değilim. Ondandır. Ama bence sebebi başka: içimdeki törpülenemeyen adalet duygusu.

"Hoppala ne alakası var" diyenlere durumu şöyle izah edeyim: ben "en sevdiğim" demekten çok korkarım. Mesela ya bir meyve için "en sevdiğim meyve budur" desem, ama dünyanın bir yerinde henüz tadına bakamadığım daha güzel bir meyve varsa bu haksızlık olmayacak mı? Tamam bu sorunu "şu ana kadar yediğim meyveler arasında en sevdiğim meyve bu" diyerek aşabilirim. Ama bu kadar lafı ardarda sıralamak beni yorar. Hem ya o anki heyecanım nedeniyle aklıma gelmemiş bir meyve varsa, bu haksızlığın alası olmayacak mı?

Yoo, hiç bir meyveye haksızlık yapamam. "Çok severim" der geçerim; kafam rahat, vicdanım rahat, gönlüm rahat.

Şimdi sonbahar diye başlık attık, "meyve bahçesine nerden düştük" diye soran sevgili okur. Durum şu: uzun yıllardır düşünüp durmuşumdur acaba benim en sevdiğim mevsim hangisi diye. Evet, ben sürekli saçma sapan şeyler düşünürüm. Nihayet bu yaz bir karar verebildim. Sanırım en sevdiğim mevsim sonbahar. Hala da emin olamıyorum gerçi, her an fikir değiştirebilirim.

Oldum olası sonbahara hep haksızlık yapıldığını düşünmüşümdür. Adında son var ya ondan belki de. Halbuki, soğuk kış günlerinden önce "son" bir bahardır aslında. Ayrıca son olmasına rağmen bir çok da başlangıca vesile olur. Mesela okullar sonbaharda açılır, yeni yayın dönemi sonbaharda başlar, güzel filmler sonbaharda vizyona girer.

Tabii okulların açılmasını benim kadar hevesle bekleyen öğrenci çok yoktur. Kabul, biraz inektim. Ayrıca Hürrem'in maceralarını benim kadar hevesle bekleyen de azdır. (bu arada Hürrem 18 eylül'de başlıyormuş) Yağmurlu bir sonbahar günü evde, sıcak ve limonlu çay yanında kek, kurabiyeyle kitap okumak, televizyon seyretmek ya da camdan öyle boş boş dışarı bakmayı da benim kadar seven olmayabilir. Olsun ben severim. Hem sarı rengi de çok severim.

Bir mevsime bu kadar haksızlık yapılmaz ki canım. Sırf bu haksızlığa karşı içimdeki törpülenemeyen adalet duygusu nedeniyle bile seviyor olabilirim sonbaharı.

Ve bu güzel mevsime en yakışan şarkı da Faure'den Pavene'dir derim. Hüzünlü ama salya sümük değil, umut dolu bir hüzün. Dinlemek isteyenler buraya tıklayabilir.

Herkese iyi sonbaharlar.

1 Eylül 2013 Pazar

Hain domatesler

Bugün döndük. Her yaz tatili dönüşünde olduğu gibi neden geldim İstanbul'a kıvamındayım. Aslında bugün sonbaharın gelişi şerefine yazmayı planlıyordum ama dönüş bütün planlarımı alt üst etti.

Sabah 10:45'te çıktık, Bandırma'dan feribota bindik. Yol çok kalabalıktı. Ama sorunsuz bir şekilde Bandırma'ya varıp feribota bindik, planladığımız gibi akşam 7 civarı evimize vardık.

2 hafta aradan sonra evimizi özlemişiz. Gitmeden saksılara yaptığımız şişe saplama operasyonu sayesinde çiçeklerin çoğu 2 haftayı çıkarmış ama iki sardunyayı becerememişiz sanırım. Bunun dışında evde bir vukuat yok şükür.

Geçen seneki tatil dönüşümüzde sigorta problemi nedeniyle iki hafta çalışmayan buzdolabı karşılamıştı bizi. 1 hafta boyunca mutfağı kullanamamamız ve bir buzdolabına mal olan tatilden sonra, çiçekseverler kusura bakmasın ama iki saksı sardunya hiç bir şey değil.

Eve gelince annemi arayıp sağ salim vardığımızı haber verdim. "Napıyorsunuz?" sorumu yanıtlarkenki ses tonu zaten bir kötü yaptı beni. Yazlıkta Can'ımızla beraber 7 kişiydik, bugün hepimiz ayrılınca ev boşaldı, annem ve babam yalnız kaldı.

Bunun üzerine yiyecek bir şeyler hazırlamak için mutfağa girdim. Bir çay demleyip, yoldan getirdiğimiz erzaklarla kahvaltı edelim dedik. Domatesleri dolaptan çıkardım. Poşeti açtım. Poşetin içinden melul melul bakan hain domateslerle göz göze geldik. Bunlar, babamın elleriyle yetiştirdiği, sabah da bizim için bahçeden elleriyle topladığı domateslerdi. Sinirlerim boşaldı, başladım ağlamaya. Özlem, her zaman ilk akşam ağır oluyor.

Yazlığı düşündüğüm her zaman ilk aklıma gelen anı hep aynıdır. 6-7 sene önce. Aylardan Eylül. Ben yazlıktayım ama kardeşim yok. Annem, babam ve ben kumsaldayız. Akşama yakın saatler. Onlar balık tutmayı çok sever, yine oltalarla boğuşuyorlar. Balıklara da yem olarak o zamanlar solucan kullanıyorlar. Evet pek asil bir aile değiliz. Solucanlarla falan uğraşırız. Şimdi tavuk ve kalamara geçmişler gerçi.

Solucanlar kıyıda tam dalganın kırıldığı çizgide kumu kazıyınca bulunuyor. Ben dokunamıyorum. Ama kumu kazma ve kazılan kumu elimde bir sopayla karıştırma işine destek veriyorum.

Annem ve babam oltalarını hazırlıyor, ben de kumlara uzanıp kitabımı okumaya devam ediyorum. Okuduğum kitabı bile hatırlıyorum, Nick Hornby - İyi de Nasıl. Güneş iyice alçalmış. Sonra üçümüz toparlanıp eve dönüyoruz.

İşte bu anı benim en mutlu anlarımdan biridir. Her düşündüğümde içimi bir huzur ve mutluluk kaplar. Bazen anne babama kızsam, bazen onları kırsam da, bu ve bunun gibi bir sürü güzel anı biriktirmemi sağladıkları için her gün şükrediyorum.

Allah ana babalarımızı başımızdan eksik etmesin.