31 Ağustos 2013 Cumartesi

Can'ımız - ikinci bölüm

Bugün resmi olarak 2013 yazının son gününü idrak ediyoruz. Bizim de tatilimiz artık bitiyor, yarın İstanbul yolcusuyuz maalesef.

Bu yıl da güzel bir yaz geçirdik, darısı önümüzdeki yıla. Bu seneki tatilimizin en güzel yanı yeğenim Can'la geçirdiğimiz bir haftaydı. Kuzucuk o kadar tatlı ki, çok özleyeceğim.

En son iki hafta önce bayramda görmüştüm, günden güne değişiyor gerçekten, iki haftada o kadar değişmiş ki.

Bir su içişi var bayılıyorum. Kuş gibi kafasını bardağın içine sokmaya çalışıyor. Bir taraftan da yan gözle çevresini inceliyor. Zaten o kadar meraklı ve çevresiyle ilgili bir bebek ki, dolaşırken sürekli sağı solu inceliyor. Kafası bir o yana bir bu yana dönüyor. İlgisini çeken bir şey gördüğünde "aaaaa" diye bir ses çıkarıyor ki duysanız ölürsünüz.

Mesela eline bir meyve veriyoruz, yemeye başlamadan önce her tarafını inceliyor. Çocuk ne yiyeceğini bilmek istiyor. Yiyeceğinin tetkik ederken çıkardığı sesler başka alem. Meyve, inceleme aşamasını geçtikten sonra da bir yumuluyor, her tarafı batıyor. Ama izlemesi çok keyifli. Mesela karpuz çok seviyor. Geçen akşam babası karpuz yedirirken öyle keyifliydi ki, tabakta karpuz bitip de babası almaya gittiğinde arkasından ağladı yavrum. Bir başka sevdiği meyve de armut. Armut ne kadar büyük olursa olsun, mücadeleden vazgeçmiyor. Teyzesine çekmiş. :)

Can'ın armutla savaşı, armut kaybetti elbette

Meyveler dışında çok sevdiği bir başka şeyse bulaşık makinesi. Bulaşık makinesinin kapağının açıldığını görür görmez, hatta görmesine de gerek yok, sesini duyduğu anda motor takılmışçasına makineye doğru bir emekleyişi var ki görmek lazım. Bıraksak makinenin içine girecek.

Bir de öpücük olayı var, "Öpücük ver Can" diyoruz, kafasını uzatıyor. Daha öpmeyi öğrenememiş, ama ısırmayı çok iyi biliyor. Altı tane dişiyle bir asılıyor, valla yarışmaya katsak dişleri ile araba çekebilir bence.

Ce-e yapmayı öğrenmiş. "Can nerde?" diyoruz. Peçete, tişört artık ne bulursa arkasına saklanıyor. Sonra da kafayı çıkartıp "a-aaa" diyor. Eğer arkasına saklanacak bir şey bulamazsa da eliyle suratını kapatıyor. Ama elleri bütün suratını kapatamıyor, sadece gözlerini kapatıyor yavru.

Henüz konuşamıyor ama ne söylersek aynı tonlamayala "aaaaa" yapıyor. Tehlikeli eşyalara yaklaştığında ananesi işaret parmağını sallayıp "hayır hayır,olmaz olmaz" diyor, bizimki hemen işaret parmağını sallamaya başlayıp aynı tonlamayla "a-a-a-aaaaa" diyor. Diğer zamanlarda da işaret paramağı hep havada. Nereye gitmek istiyorsa, neye bakmak istiyorsa işaret parmağı emrine amade.

"Bay bay" lafını duyar duymazsa el sallamaya başlıyor. Bay bay'ın kendisine söylenmesi şart değil, sen başkasına söyle, ya da iki kişi aralarında konuşuyor olsun, fark etmez. Biz lafı duyduğumuz anda el sallamaya başlarız. Geçen gün plajdayız, deniz kenarına oturduk kum oynuyoruz. Yanımızdan bir bebekle annesi geçti. Kardeşim bebeğe "bay bay" dedi, bizimki kumları bırakıp el sallamaya başladı. Öbür bebek de tık yok, annesi çok bozuldu bu duruma. "Bizimki de bir kaç ay önce bay bay yapıyordu, ama bıraktı" diye açıklama yapıyor. Bu anneler bir alem.

Her bebek gibi telefon ve kumandalara özel ilgisi var. Daha konuşamayan bebek, akıllı telefonların tuş kilidini açmayı öğrenmiş. Ekrandaki resimleri de meşhur işaret parmağı vasıtasıyla kaydırarak değiştirebiliyor. 

"Ya ya ya, şa şa şa Can Can çok yaşa" diye tezahürat yaptığımızda ise hemen koluyla tempo tutmaya başlıyor. Müzik duyduğu anda ise sağ sola sallanmaya başlıyor. Kucağına alıp dans ettiğinde ise ondan mutlusu yok. Müzik sevgisi teyzesine çekmiş kuzumun ama umarım müzik kulağı annesi ve teyzesine benzemez :)

Kimin kucağında olursa olsun, dedesini görür görmez kendini ona fırlatıyor adeta. Sesini duyar duyma dikkat kesiliyor, bekliyor, dedesin görüş alanına girer girmez de kanatlanıp uçacak adeta. Ananesiyle muhabbetleri ise insanı kıskandırır. Ananesine bakıp kahkaha atmaya başlıyor, ananesi kahkaha atınca çıldırıyor. "Hep siz mi beni güldüreceksiniz, işte ben de sizi güldürüyorum" der gibi.

Her şey tozpembe değil tabii ki. Alt temizleme konusu bildiğiniz gibi değil. Bu kadar tatlı çocuktan böyle bir koku nasıl çıkabiliyor inanılır gibi değil. Annesine tavrımı koydum, "Bu çocuğun fiziksel ihtiyaçlarını karşılamak için annesi ve babası var, ben psikolojik ihtiyaçlarından sorumluyum" diye. Ben severim, öperim, oyun oynarım ama karnını doyurmak, altını temizlemek uzmanlık alanım değil maalesef. Onu hayata hazırlamak için bazı parlak fikirlerim de var ama annesi şiddetle karşı çıkıyor. Halbuki ben her şeyi Can'ın iyiliği için düşünüyorum. Napalım, annesi babası izin verene kadar benim planlar rafa kalkar.

Geçen gün feysbukta bir şey gördüm, kardeşlerin yaptığı en güzel şey yeğenlerdir diye. Çok doğru.


29 Ağustos 2013 Perşembe

Dikili - Pissa Koyu

Bugün sabah kahvaltımızdan sonra Dikili'ye amcam ve yengemi ziyarete gittik. Hem sabah kahvelerimizi beraber içtik hem de bahçelerindeki üzümlere bağ bozumu yaptık. Bazılarında hastalık gibi bir şey var, yanlarından çürümeye başlamışlar ama üzümler bu sene çok güzel.

amcamın bahçesindeki üzümlerden iki salkım. fotonun copyright mopyright'ı kardeşime ait

Öğleden sonra ise hep beraber denize girmek üzere yola koyulduk. Hedefimiz Bademli, Killik taraflarıydı, kendimizi Pissa Koyu'nda bulduk. Yol tarifini şöyle vereyim, Dikili'yi Denziköy istikametine doğru boydan boya kat edip Pissa Plajı tabelalarını takip ediyorsunuz. Bir yerden sonra yol oldukça bozuk. Zeytin tarlalarının içinden geçiliyor. Kaybolursanız sorumluluk kabul etmem.

Koy çok güzel. Denizin görüntüsü fotoğraflarda gördüğümüz Maldivler ve benzeri yerlerinin görüntüsü gibiydi. Su sıcaklığı da çok iyiydi. Aşağıda koyun bir fotoğrafı yer alıyor. Copyright yine kardeşimin.

Pissa koyu
Maalesef bu güzel koy işgal edilmiş. Güya tesis konmuş. Girişte araç başına ücret tahsil ediliyor. Bu ücretin duş, kabin, wc hizmeti için olduğunu söylediler. Ancak maalesef sıfır hijyen, kabin diye iki duvarın üstüne ve önüne gerilmiş, düşen brandalar.

Eğer gölgede oturmak istiyorsanız, bir gölgeliğin altında yer alan masa ve sandalyeler için ekstra ücret ödemeniz gerekiyor. Oturulan bölge toz toprak içinde. Kafeden bozma bir şey var; tost, köfte ve meşrubatlar ve biradan oluşan bir menüsü var. Kredi kartı geçmiyor. Harcadığınız hiç bir kuruş için fiş/fatura almanız mümkün değil.Yani harcadığınız her kuruş kayıt dışı ekonominin çarklarına giriyor.

Belki bu gibi yerlerin imara açılmaması doğal güzelliklerin korunmasına yardımcı oluyor. Ancak her türlü işini bilen yolunu buluyor. Bizler de yine bir sürü para verip bu paranın karşılığını alamadan kazıklanma hissini derin bir şekilde yaşıyoruz. Keşke ahlaklı girişimciler olsa da temiz, kaliteli tesislerden adam gibi hizmet alabilsek.

Altınova


Bu sabaha Altınova pazarında başladık. Sabah 9:30'da pazara gitmek için yola çıktık. Erken gittiğimizi sanırken, bizden de erkenciler işlerini bitirmiş dönüyorlardı. Pazar bol, bereketli ve rengarenkti. 

Blogum için fotoğraf çekimi ve pazar esnafı ile röportajlarımı yaptım. Eve dönünce sevgili kardeşimin "biz kahvaltı için sizi beklerken sen röportaj mı yaptın" sitemlerine göğüs gerdim. Her şey siz sevgili okuyucularım için.


pazardan sizler için seçtiğim çeşitli tezgahlar
Sol alt karenin üst kısmında görünenler bizim sarı fasulye diye bildiğimiz fasulye çeşidi. Bizim oralarda bu fasulyeye oturak fasulyesi denir. (bizim oralar = Bursa) Kuru fasulyenin kurumadan önceki hali. Dış kabuğu kuru gibidir ama taneleri tazedir, her ikisinin de rengi beyaza yakın bir sarı renktedir. Çok lezzetli olur, şimdi de tam mevsimi. Benim pek yemek yapma becerilerim olmadığı için özel bir tarif veremeyeceğim. Ama şöyle söyleyeyim, benim gibi bir beceriksizin elinden bile çok lezzetli bir yemeğe dönüşebiliyor. Sihirli fasulyeler.

Bu tezgahın fotoğrafını çekerken pazarcı yanıma yaklaşıp "Adını biliyor musun onun?" dedi. "Sarı fasulye" dedim. Değilmiş. Adı badalanmış. Bizde meyve sebze, özellikle de fasulye konusunda uzman babamdır. Hemen babama sordum, sarı fasulyenin adının badalan olduğunu biliyor muymuş diye, burada öğrendiğini söyledi. Sanırım Ege Bölgesi'nde kullanılan ismi bu. Bana yeni bir şey öğreterek günümü kurtarıp boş bir gün olarak geçmesini engelleyen pazarcı kardeşe teşekkürlerimi sunarım.

Öğleden sonra da denize girmek için Altınova'da kalmayı tercih ettik. Altınova, sıklıkla Altınoluk'la karıştırılan, ancak Altınoluk'tan uzakta, Ayvalık - Dikili arasına konuşlanmış bir emekli kasabasıdır. Uzuuuun bir kumsala sahiptir. Ve de bizim yazlığımız Altınova'dadır. Maalesef, tüm Kuzey Ege hattında olduğu gibi kötü yönetilmektedir. Bu kadar güzel bir sahil bu nedenle pek bilinmez kanımca.

Önceki yazılarımdan dolayı merak edenler için hemen bilgi vereyim, Altınova sahilindeki tüm duşlar ücretsiz ve sınırsızdır. Umarım böyle de devam eder.

Bugün deniz enfes, hava rüzgarsızdı. Denize girmek tam bir keyifti yani. Yalnız bugün ufak bir boğulma tehlikesi atlattım. Olaylar şöyle gelişti:

Sevgili kardeşimle birlikte yüzüyorduk, sonra kurbağalama yüzme yarışı yapalım dedik. Başladık yüzmeye. Baştan belirteyim, ben ne stil yüzersem yüzeyim olaya kendi stilimi katarım. Ben kurbağa kurbağa yüzüp kardeşimi geçtiğimde kendisinin kahkahalarını duydum. Kahkaha bulaşıcı. Ben de gülmeye başladım, sebebini bilmeden. Ama yüzme yarışını kazanacağım diye yüzmeye de devam ederek güldüğümden her ağız açık yüzme deneyiminde olacağı gibi mebzul miktarda su yuttum. O kadar fazla yutmuşum ki öksürmeye başladım. Ve maalesef denizin ortasında az miktarda kustum. Evet iğrencim. Napiim, kontrol edemedim.

Neyse, kısa süre sonra kendime geldim, ve tekrar gülmeye devam ettik. Meğer sevgili kardeşim benim stilize yüzmeme gülüyormuş. Çünkü benimki kurbağalama değil köpekleme yüzüşmüş. Problem diil, ben yaptığım her işe tarzımı katarım.

Altınova'dan selamlar!

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Cunda - Çataltepe

Bugün Cunda Adası'nda konaklayan arkadaşlarımızı görmek için Cunda'ya gittik ve hep beraber denize girmek için Çataltepe'ye yollandık.

Çataltepe'ye, Cunda Adası 15 Eylül Caddesi'nden - nam-ı diğer üst yoldan - aşağı köye inerken sağ tarafta görülecek yel değirmeninin yanından girip yolu ve tabelaları takip ederek ulaşılabiliyor. Bakir bir koy, deniz çok temiz ve berrak. Ama çok bakir. Denize girmek için yaklaşık bir 5 metrelik yosun bölgesini yürüyerek geçmek gerekiyor. Benim gibi yosundan huylanan hassas kişilikler için zorlu bir parkur.

Bugün su soğuk geldi, fazla kalamadım. Bir süre şnorkelle yüzdüm, bir kaç balık gördüm. Koyun ucundaki kısımlara gitseydim çok daha fazla balık görebilirdim sanırım ama suda fazla kalamadım.

Çataltepe'de çeşitli siteler var. Biz Dersal Sitesi'ne ait Burcu Gazinosu'nda oturduk. Tavsiye ederim. Temiz bir restoran. Ayrıca ismini öğrenemedim ancak bizimle ilgilenen görevli çok güleryüzlü şeker bir kızdı.

Yalnız ben bu civardaki duş olayına taktım. Burada da duş paralı. Oyun makineleri gibi slot'a 1 TL atıyorsun, 20 saniye su akıyor. Bu sürede suyun altına girdin girdin, yoksa su kesiliveriyor. İki senedir Cunda Adası'nda ciddi bir su problemi olduğunu bildiğim için ve restorandaki güleryüzlü hizmetin hatrına takılmadım. Ama gözünü sevdiğimin Altınova'sı, duşlar ücretsiz ve sınırsız. Umarım bu paralı duş olayı bu tarafa da sirayet etmez.

Dönüşte yağ almak üzere adadaki köyün içindeki zeytincilerden birine uğradık. Yağı kendime almıyorum, sipariş için alıyorum. Senelerdir hep aynı yerden alırım. Has Ada Zeytincilik. Özellikle buradan almam rica edilir. İsteyen kişinin zevkine güveniyorum, buna dayanarak Cunda Adası'ndan yağ, zeytin, sabun almak isteyenlere burayı tavsiye edebilirim.


Maalesef bir günü daha bitirdik, günler hızla geçiyor :(

27 Ağustos 2013 Salı

Badavut - bir anti-tavsiye

Bugün Badavut tarafına gidelim dedik. Sahilde bir sürü yanyana sıkışık nizam "beach" ler yer alıyordu. Bir tanesinde karar kıldık.

Biz daha yerleşir yerleşmez , hemen yanımızda biten delikanlı "4 minder bir büyük şemsiye 20, 2 şezlong bir küçük şemsiye 10 tl, ücret peşin tahsil edilir" diyerek yanımızda bitiverdi. Bu durumdan pek hoşnut olmasak da raconu budur dedik, ücreti ödedik.

Oturduk, içecek bir şeyler söyledik. Bir süre sonra denize girmeye karar verdik. Haliyle tuzlu su, çıktıktan sonra duş almak gerekiyor. Duşa gittim, çeşmenin vanası yok. Görevli kıza "duş çalışmıyor mu?" diye sordum, bana bir vana getirdi. Açtık, duşun altına girdim, ilk delikanlı nefes nefese yanımızda bitti: "Yalnız duş ücretli"

Nasıl yani diye hayretler içerisinde kaldık hepimiz birden. Zaten ilk başta bir ücret ödemişiz, sonra her duş alışımızda kişi başı yine ücret ödememiz gerekiyormuş. Kızdık tabi. Hemen sosyal medyaya bağlandık, öğrendik ki o bölgenin raconu buymuş. Tüm "beach"lerde her duş ücrete tabi.

Genel olarak belli bir hizmet karşılığında ücret ödemek konusunda liberal düşüncelere sahibimdir. Yani ilk başta ödediğim ücrete takılmayabilirdim, bu ücret karşılığında bir hizmet alsaydım eğer. Bu türlüsüne çok kızdım. Küçükköy Belediyesi' ne mesaj attım, cevap alabileceğimi zannetmiyorum ama telefon ile de rahatsız edeceğim.

Ayrıca bizim seçtiğimiz "beach" de ekstra kötüymüş. "Oh ne güzel burada bol yer var, geniş geniş otururuz" demiştik ama neden diğerlerinin hepsi tıklım tıkışken, orada bol yer olduğunu sorgulasak iyi edermişiz. Gözümüzün önünde bir müşteriyle atışıp "bir daha gelmeyin o zaman" diye posta koydular. Soyunma kabini yoktu, tuvaleti kullanabileceğimizi söylediler, neyse ki bu da ekstra ücrete tabi değildi ancak kullanılabilecek durumda da değildi. Biz yandık, siz yanmayın. Badavut'taki Ciddi Motel'den uzak durun. Hiç de ciddi bir işletme değil keza.

Adamlara daha fazla para kazandırmamak için eşyalarımızı kiraladığımız şemsiyenin altında bırakıp yan taraftaki otelin restoranında yemeğimizi yedik.

Nitekim demem o ki yolunuzu Badavut' a düşürmeyin, sadece kazıklanıyorsunuz. Bakir doğa, güzel deniz falan başka yerlerde de var, oralara gidin. Olur da yolunuz Badavut'a düşerse Ciddi Motel'in yanından dahi geçmeyin.

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Geri döndüm

Tatilimizin ilk bölümünü geride bıraktık. İkinci haftadayız. Ama maalesef zaman su gibi hızlı geçiyor. İlk hafta nasıl geçti anlamadık bile. Einstein'ın izafiyet teorisine selam olsun.

İlk hafta Antalya'daydık. İşte izlenimlerim, tecrübelerim:

* Antalya' ya her gidişimde Rus'ların sıcak denizlere inme isteiğini daha iyi anlıyorum. Adamlar haklı, sıcacık deniz, oh ne güzel.

* Ecnebilerin çocuk yetiştirme tarzları ile bizim çocuk yetiştirme tarzımızın ne kadar farklı olduğunu bir kez daha yakinen gözlemleme fırsatı buldum.

* Çocuk demişken, bir kere daha ifade etmek istiyorum, insan yapabileceği kadar değil, bakabileceği kadar çocuk yapmalı. Hem gidiş hem dönüş uçağımızda çevremizdeki çocuklar bunu bir kez daha kanıtladı.

* Beyim ve ben (bu beyim lafına çok gülen insanlar olduğunu biliyorum, onlara selam olsun; öpüyorum) şnorkelle yüzmeyi severiz. Denize girince de 1 saatten önce zor çıkarız. Bu sene deniz altında yine enteresan balıklar gördüm. Sadece Akdenizde gördüğüm yeşil ağırlıklı, renkli bir balık cinsi var, adını bilmiyorum. Hayatımda bunlardan daha saf herhangi bir canlı görmedim. Bunun dışında karagöz balığı sürüsü vardı, bir sürü bir sürü, içinde yüzdük. Aşağıda çok net olmayan bir resim var. Bu sene ilk defa bir kılıç balığı sürüsü gördüm. Ne kadar hızlı yüzebildiğimi de görmüş oldum. Ayrıca kocaman bir kılıç balığı gördüğümü sandım ama kılıç değilmiş galiba, çok büyüktü. Resmini çekemedik, çok hızlı geçti. Onun dışında bir sürü değişik balık gördüm ama cehalet işte isimlerini bilmiyorum.

karagöz sürüsü


* Kaldığımız otelde Rus ve eski Rusya topluluğundan çok sayıda müşteri vardı. Özellikle Azeri, Türkmen ve Ukraynalı. Herkes Rusça konuşuyor. Kadınlar çok güzeldi. Gururla itiraf ediyorum ki tam 3 ayrı otel çalışanı beni Rus zanneti. Bunlardan biri spor hocasıydı. Ders sırasında Hoca ile aramızda şöyle bir diyalog geçti:

Hoca - Ruski?
Ben - Da
Hoca - Dubrovski, mubrovski, dobrovoçki, vs......
Ben - No russian
Hoca - Ruski?!?!?
Ben - Hehehehehe

* Bu seneki deniz ganimetlerim pek fazla değildi. 3 tane demir para (bir ukrayna, 2 rus parası), bir deniz yatağı, bir toka buldum. Bulduğum demir paraları biriktiriyorum. Şu ana kadar birikmiş paralarımla Rusya' ya gitsem aç kalmam herhalde.

* Deniz yatağı demişken... Oteli balayı çiftiyiz diye kafaladık ve balayı paketinden faydalandık. Ama otel görevlileri beyimle aramızda geçen konuşmaları duymuş olsaydı balayı çifti olmadığımızı şıp diye anlardı. Hele ki havuzdaki deniz yatağı maceramıza tanık olsalardı hiç şüpheleri kalmazdı eminim. Oteldeki havuzda beyler eşlerini deniz yatağına bindirip havuzun bir ucundan bir ucuna gezdiriyorlardı. Ben de özendim, sandım ki beyim de beni gezdirir. Nerdeeee.... Beyim beni yataktan düşürdü, sonra yatağa kendi binip bir de yetişemeyim diye hızla kollarını çırparak beni de peşinden koşturdu. Balayı çiftiymiş, pehhh!

* Tatilde bayağı da hırpalandım. Kollarım, bacaklarım, ellerim çizik içinde. Balık kovalayacağım diye kayalara sürttüm, en büyük darbeyi deniz yatağını kayalıklardan kurtarmaya çalışırken ve amuda kalkmaya çalışırken aldım. Sol avcumun içi yarıldı resmen. Olsun, ben ganimetlerimi topladım yine de.

Antalya tatilimizden güzel bir kareyle noktalıyorum, şimdi tatilimize yazlıkta devam ediyoruz. Buradaki maceralarımı ve Can' ımızı daha sonra yazacağım.


17 Ağustos 2013 Cumartesi

Lay lay lom

Yarın (teknik olarak bugün) iki haftalık tatilimize çıkıyoruz. O yüzden bugün (teknik olarak dün) bütün gün suratımda şapşal bir gülümseme ile gezdim. Hiç kimse, hiç bir şey keyfimi bozamadı. Her şeye gülüp geçtim. Süper pozitif bir insan, bir mutluluk kelebeği, bir sevgi böceği oldum.

Tatilin olumlama etkisi büyük kuşkusuz ama benim çabalarımı da yabana atmamak gerek. Bu akşam itibarıyla Daniel Goleman'ın "İş Yaşamında Duygusal Zeka" kitabını da bitirmiş durumdayım. Öncelikle belirteyim ki "Duygusal Zeka" kitabı okunmadan bu kitap okunabilir. Zira bu kitabın içeriği çok daha hedefe yönelik, somut, rehberlik eden ve yol gösterici.

Ben de işimi ciddiye aldım ama. Resmen ders çalışır gibi okudum kitabı.

kitap okumak ciddi iştir
 
Kitap iş yaşamında gerekli olan duygusal yetkinliklerin neler olduğu, nasıl kullanılabileceği, bunları geliştirme yollarını örneklerle anlatıyor. Bu yetkinliklere sahip olmama ya da kullanamamanın etkilerini ibretlik örneklerle sunarken doz aşımının neden olabileceği problemlere de değiniyor.

Daha önce de bu tarz kitaplarla ilgili yorumlarımda belirtmiştim, yine belirteyim. Kitapta bahsedilen hiç bir şey yeni değil. Hepsi de herkesin bildiği şeyler. Ancak bazen kendimizi kaptırıp önemini unuttuğumuz konuları böyle metodolojik olarak okuyunca insanın farkındalığı artıyor.

İçerikte katılmadığım bazı bölümler de oldu ama genel olarak hizmet ettiği amaç açısından okumaktan memnun kaldım. Kitabı okurken kendimi eleştirdiğim bölümler de oldu. Umarım okuyup öğrendiklerimi başarıyla uygulayabilirim.

Son okuduğum üç kitap benzer konularda olunca biraz ara vermeyi uygun buldum. Şimdi tatilde sevdiğim şeyleri okuyacağım.

işte tatili bekleyen kitaplar

Tatil kitaplarımı bir ay önceden sipariş verdim. Bütün bu süre boyunca sevgili kitaplarım kuzu kuzu sıralarını beklediler. Ben de büyük bir irade örneği gösterdim doğrusu, kendimi kutlarım. "Tatile çıkana kadar bunların kapağını açmayacağım" dedim ve zor da olsa sözümü tuttum.

Uçakta bile başlamayacağım bu kitaplara. Gazete okurum, bulmaca çözerim, kendimi oyalarım. Ama yarından (teknik olarak bugün) itibaren şezlonga uzanıp elimde içeceğimle okumaya başlayacağım.

Zaten ben bir çok kişi gibi "aman tatilde orayı da göreyim, buraya da gideyim" tarzı bir insan değilim. Daha doğrusu gezip görmeyi sevsem de senede bir hafta iyi bir otelde bir şezlonga konuşlanıp sadece yiyip içmek, oyun oynamak, hizmet edilmek ve eğlenceli kitaplar okumak istiyorum.

Bu satırları okuyan bir çok kişinin suratında küçümseyen "ıııyyyy" ifadesini görür gibiyim. "Bir hafta boyunca hiç bir şey yapmadan otele mi tıkılınır?" diyorlar.

Ben tıkılırım arkadaş! Zaten 51 hafta boyunca oradan oraya koş, onu yetiştir, bunu memnun et, evin şu eksiğini tamamla diye harala gürele geçiyor. Bir hafta da bir duralım, hiç bir şey yapmayalım, biraz şımartılalım. Çok mu?

Şimdilik kaçıyorum, bana müsaade. Mümkün olduğunca buraları boş bırakmamaya çalışacağım, ama benden haber alamazsanız da endişelenmeyin. Çok iyi olacağım.

15 Ağustos 2013 Perşembe

Bir an evvel icat edilmesi gereken şeyler

21. yy'dayız, teknoloji çok ilerledi, ama mucitlerin hala bazı temel ihtiyaçlarımıza çare olacak çözümleri icat etmemiş olmamasına inanamıyorum. Laboratuarlar yan gelip yatma yeri değildir!

Bilim adamları boş işlerle uğraşacaklarına aşağıdaki konulara kafa yorsa ne güzel olur. İşte hasretle beklediğim listem:

* Senelerdir büyük bir umutla beklediğim "ışınlanma makinesi". Bence dünyanın en büyük ihtiyacı bu. Işınlanmanın hayatımızı ne kadar kolaylaştıracağını bir düşünün. 2 gün önce gazetelere çıkan Hyperloop haberini nasıl bir heyecanla okudum tahmin edemezsiniz. Bu loop şeysi saatte yaklaşık 1.200 km hıza ulaşabilen ve bir tüpün içinde hareket eden kapsüllerle ulaşım sağlayacakmış. İyi haberler: tanıtım modeli 4 yıl içinde tamamlanabilecekmiş ve bugünün koşulları ile bir yolculuk 20$'a mal olacakmış. Kötü haberler: ulaşım sisteminin San Fransisco ve Los Angeles arasına kurulması planlanıyormuş ve projenin sahibi şu anda ticari uzay yolculuğu projesi ile meşgul olduğundan Hyperloop'un ilk örneğini hemen hazırlayamayacakmış. Sanki dünyanın bütün problemlerini çözdük de uzay eksik kaldı. Evet küçük düşünüyorum, napiim benim ihtiyacım uzaya gitmek değil.

* "Aklından geçenleri konuşmaya gerek kalmadan karşısındakinin gözünde canlandırma makinesi". Bazen istediğim şeyleri tam olarak anlatamıyorum. Yoksa " günlük kullanabileceğim, alçak topuklu iş ayakkabısı" arıyorum dediğim mağaza görevlisinin bana stiletto tarzı ayakkabı önermesinin başka bir açıklaması olamaz. Bu makine öyle bir şey olacak ki benim düşündüğüm ayakkabı/elbise/saç modeli vs neyse kafamın üstünde oluşan bir konuşma balonunun içinde beliriverecek. Bir çok kadının bu makineye ihtiyacı olduğuna adım gibi eminim.

* "Bulaşık makinesini boşlatma makinesi." Bence bu bulaşık makinesinden bile daha büyük bir ihtiyaç. Bu derdi yaşayan herkes ne demek istediğimi anlayacaktır, fazla uzatmıyorum.

* "Bir yerlerde duyduğun, hoşuna giden ama adını ya da söyleyeni bilmediğin bir şarkıyı dı dı dım dı dım şeklinde mırıldanma kelimeleri ile internette arattığında bulma makinesi". Bu makinenin faydası da adından belli zaten, uzun uzun anlatmama gerek yok. Ama benim çok ihtiyacım var.

* "Undo tuşu". Şu hayatta en azından bir kere olsun yazı yazmak dışında da "ah bir undo yapabilsem" demeyen yoktur herhalde. Bu konuda da çok destekçim olacağıma eminim.

* "Söylediklerini anlayan ve itaat eden eşyalar". Bir düşünsenize, "atıl kumanda" diyeceksiniz kumanda hooop kucağınızda. Ya da "gel bardak" diyeceksiniz bardak gidip içine su doldurup elinize geliverecek. Muhteşem olmaz mıydı?

Şimdilik parlak fikirlerim bunlar. Liste geliştirilebilir elbette. Umarım yetkili, bilgili birileri sesimi duyar. Ben, başka fikirler geliştirme konusunda da üstüme düşeni yapmaya hazırım.

Sihirli yazı

TRT pazartesi gününden beri Harry Potter serisini yayınlıyor. Pazartesi günü serinin ilk filmi olan Felsefe Taşı vardı, ortasında yakaladım, seyrettim. Dün akşam Sırlar Odası'nı dışarıda olduğum için seyredemedim. Bu akşam da Azkaban Tutsağını yine ortasından yakaladım, izledim. Yarın akşam Ateş Kadehi varmış. Serinin 5 ve 6 filmleri Melez Prens ve Ölüm Yadigarları (ki 6. kitap iki ayrı film olarak çekildi) henüz ulusal kanallara düşmediği için TRT'de şu anda yok.

Hem filmlere rastlamak hem de şu anda Londra'da bulunan can arkadaşımın dün King Cross İstasyonu Platform 9 3/4'ten yer bildirimi yapması beni eski günlere götürdü.

Benim Harry ile tanışmam Sırlar Odası filminin Türkiye'de gösterime girdiği 2002 yılının sonuna rastlar. Hatırladığım kadarıyla film gösterime girdiği zaman filmde kullanılan araba da Türkiye'ye getirilmişti. Gazetelerde, haberlerde çok konu olmuştu. Fan'lar çeşitli etkinlikler düzenlemiş, İstiklal'de kostümlü yürüyüş yapmıştı.

Bu kadar insanın bu kadar çılgınca sevdiği şey ne ola ki, asla kusur kalamam diyerek soluğu kitapçıda almıştım. Serinin o ana kadar yayınlanmış ilk dört kitabını alıp eve gelmiştim.

Bu arada bende böyle de bir hastalık vardır, eğer bir kitabı okumaya karar verdiysem, o kitap da bir seri ise hepsinin elimin altında olması gerekir. Maazallah, hikaye beni çok sarar, gecenin bir yarısı birinci kitap bitiverirse o saatte nereden bulacağım kalanları. Tedbirli olmak lazım.

Neyse Harry'e dönelim. Kitapları aldım eve geldim. Okumaya başladım, asla elimden bırakamıyorum. Nasıl sardı beni anlatamam. Uykusuzluğa hiç dayanamam, yine de gece 3-4'e kadar okuyorum, sabah işe ruh gibi gidiyorum, iş çıkışı koşa koşa eve gelmek istiyorum Harry'e kavuşmak için. Hatta o dönem kardeşim İstanbul'a gelmişti kısa bir süre için. Haliyle çıkıp gezmek istiyor, ben kitaplardan ayrılamıyorum.

Tabi kitaplar bitti, ondan sonra acılı sancılı serinin yeni kitaplarını bekleme süreci başladı. Rowling Teyze de pek gaddar çıktı, biz kitap bekliyoruz o çocuk doğuruyor. Nasıl geçecek zaman? Seriyi bir daha baştan oku, her kitap çıkmadan önce havaya girmek için son kitabı bir daha oku, filmleri tekrar tekrar seyret. Bu şekilde seriyi 4 defa falan okumuşumdur, filmleri kaç kere izlediğimi ise hatırlamıyorum bile. Canım sıkıldıkça izlerim.

Böyle bir azimle girişmiş olsaydım kesin Meydan Larousse'u falan ezberlerdim. Ondan sonra gelsin kim milyoner olsun, gitsin kelime oyunu rekoru, bir işe yaradı en azından. Kaçtı o tren de.

Tabii ki de her güzel şey gibi Harry'nin de sonu geldi. Ondan sonra okuduğum hiç bir fantastik seride o tadı alamadım. Ne vampirler, ne Taht Oyunları beni o kadar sarmadı.

Londra'ya giden müze falan gezer, ben 1 tam günümü filmlerin çekildiği mekanları gezmeye ayırmıştım. Naapıcan işte cins cins insan var, ben de bu cinsim. 

Bu yaşıma geldim, hala bir gün bana da bir baykuşun bir mektup getirmesini bekliyorum. Herkesin çeşit çeşit yeteneği var, belki benim de sihir yeteneğim vardır. Böyle bir mektubu almaya çok yaklaştığım iki anım var.

Birincisinde, evde oturuyorum, perde açık dışarı bakıyorum. Kim bilir neler düşünüyorum. Karşıdan cama doğru gelen bir kuş gördüm, ben bakıyorum kuş geliyor. Allah dedim, işte benim baykuş. Ama o da ne, kuş geldi geldi benim cama çarptı, vıjjjt diye aşağıya kaydı. Ben koşa koşa camın önüne gittim bir mektup arıyorum. Sükut-u hayale uğradım, mektup falan yoktu.

İkincisi ise 30. yaşıma girmeme bir kaç gün kala kargoyla aldığım bir sepetti. Sepette bir büyü kitabı, ucunda yıldız olan bir asa ve bir mektup vardı. Büyü kitabı aşağıda. Asıl mektubun resmini koymak isterdim buraya ama beyim içeride uyuyor, şimdi onu çıkarmaya kalksam uyanır. Ama bu da bana not olsun, o mektubu tiz zamanda çerçeveletip duvara asayım. Geç bile kaldım.



Mektup sadece 30 yaşına giren ve özel güçlere sahip kimselerin katılabildiği "büyüccia" isimli seçkin bir gruba katılmaya hak kazandığımı bildiriyordu. Çok heyecanlanmıştım. Ayrıca mektupta bana bazı direktifler verilmişti. Bir nevi yemin töreni de olan kabul toplantısının yeri, saati vb bilgiler yer alıyordu. Adresin İstiklal Caddesinde bir meyhane olması beni biraz şüphelendirse de sabırla o güne kadar bekledim. Belirtilen gün ve saatte bana söylenen yerde oldum: sürpriz doğum günü partim. Bunu da organize eden, yukarıda bahsettiğim  can dostumdu. (çok teşekkür ediyorum tekrardan)

Sürpriz partim için gerçekten çok sevinmiştim ama itiraf ediyorum, oraya giderken bile hala içimde ufak bir umut vardı, anlayın işte inanmak istiyorum.

Tamam rasyonel bir insanım, sihir, büyü falan inanmam. Ama şunu da belirtmeden geçemiycem; eğer ben bu kadar istiyorken, bir yerlerde benden habersiz bir sihir okulu, büyücü topluluğu falan varsa valla çok bozulurum.

12 Ağustos 2013 Pazartesi

İzmir vs İstanbul

Dün akşam itibarı ile tatilimizi bitirip İstanbul'a geri döndük. Öncelikle belirteyim ki, bu sefer havaalanına girer girmez telefonlarımı kapattım. Kapıda, koltuğa yerleşince, uçak taksiye başlayınca ve havalanınca olmak üzere 4 defa da kontrol ettim. İnsanlar böyle paranoyak oluyor işe.

GS-FB süper kupa maçının dün akşam olması bizim şansımızdı. Eğer maç olmasaydı uçağımızı kaçırabilirdik. Ne alaka diyorsanız hemen açıklayayım. Uçak 23:30'da idi. Hasta FB'li olan beyim ve kardeşimin beyi maçı izlemek istedikleri için yazlıktan erken çıkıp İzmir'e gitmek istediler. Bu nedenle saat 7'de hareket ettik. Ve iyi ki de çıkmışız, havaalanına ucu ucuna yetiştik.

Şimdi, kabul edelim ben de dahil olmak üzere çevremdeki bir çok kişinin en büyük hayali İzmir'dir. İzmir'e sevgimiz, saygımız sonsuzdur. İzmir dendiğinde şöyle bir silkinip kendimize gelir, toparlanıp önümüzü ilikleriz. İzmir'de yaşayanlara imrenir, gıpta eder biraz da kıskanırız. En bunaldığımız zamanlarda bir gün İzmir'e yerleşme hayaliyle kendimizi sakinleştirir avuturuz.

Çünkü buradan bakıldığında görünen manzarada İzmir, her daim sayfiye hayatı sürebileceğin bir büyük şehirdir. Orada yaşamak rahatlıktır. Ne tasa ne dert vardır. Yaşam kalitelidir. Hayat pahallı değildir. Yazları eğlenceli ve sıcak, kışları eğlenceli ve ılıktır, baharlarından bahsetmiyorum bile.

Kordonu vardır, saat kulesi vardır, Kemeraltı vardır, yakında Foça, Çeşme, Alaçatı, Özdere vardır. İzmirli Taylan'ı vardır. Kim bilir İzmirlilerin bildiği daha neleri vardır.

Hele insanları yok mu insanları, adeta kanatsız birer melektir. Hepsi medeni, saygılı, kültürlü ve yardımseverdir. Tamam biraz da gariptirler, halihazırda bir ismi olan şeylere başka isimler takarlar. Üniversite yurdunda İzmir'li bir oda arkadaşım vardı "biz çamaşır suyuna klorak, simide gevrek, çekirdeğe çiğdem deriz" dediğinde çok şaşırmıştım. "Bu saydıklarının hepsinin bir ismi var zaten, neden başka isimler koyuyorsun?" diye sorduğumda o daha çok şaşırmıştı. Ama şaka bir yana, şu ahir ömrümde tanıdığım İzmirli arkadaşlarımın hepsini çok sevmişimdir. Sadece bir tanesiyle yıldızımız barışmamıştı ama onun da sebebi uzun hikaye şimdi girmeyelim.

Benim hayalimdeki İzmir böyledir, eğer gerçekler böyle değilse de anlatamayın, bilmeyeyim, hayallerim yıkılmasın.

Ama kardeşim insaf. Bu İzmir'in trafik olayı nedir. İçini bilmem ama İzmir'e giden yolların trafiğini görünce dedim ki hey gözünü sevdiğimin İstanbul'u. Tamam İstanbul'da trafiğin feriştahı vardır. En yakın mesafe bile olsa bir yerden bir yere gitmek için en az 1 saat önce yola çıkmak gerekir. Hele ki işin içine köprü geçmek giriyorsa kafadan 3 saat ayırırız yola. Mesela eski ofisimle evin arası kapıdan kapıya 7 km idi. İş çıkış saatinde o yolu 30 dakikadan erken gittiğim olmadı hiç.

Yağmur yağar yollarda perişan oluruz, kar yağar yola bile çıkamayız. Güneşli havalar trafiğe engel olamasa da sabırsız sürücüler hemen bu açığı kapatır, bir kazayla trafiği tıkar. Yani İstanbul'da yaşayan birinin trafikte kalması için her türlü imkan mevcuttur.

Ama biz burada delikanlı gibi kalabalık nedeniyle trafik derdi yaşarız. Arabalar çok, yollar yetersizdir çünkü. Bizim dün yaşadığımız gibi şehirler arası güzergaha konmuş ve ana yola 15 saniye yanan yeşil ışık nedeniyle değil.

Buradan yetkililere sesleniyorum. Aklıselim sahibi birisi Bergama İzmir yolundaki sinyalizasyona bir el atsın. Hayır duaları garanti.

11 Ağustos 2013 Pazar

Canımız

Kısa tatilimizin sonuna geldik, bu akşam İstanbul'a dönüyoruz. Birazdan son kez denize girip yolculuk için hazırlanmaya başlayacağız.

Şu anda çok üzülmüyorum çünkü önümüzdeki hafta çalışıp sonra iki haftalık tatile çıkacağız. Ama o tatilin dönüşü kötü olacak. Neyse, o tatilin bitişine o zaman üzülürüm.

Bu tatilimizin en güzel yanı 11 aylık yeğenim Can'dı. O sadece annesinin babasının değil, hepimizin canı. Bu küçücük adam evde imparatorluğunu ilan etti, biz de onu mutlu etmek için çevresinde dört dönen gönüllü köleleri olduk.Bütün yeme içme, uyuma, denize girme, her türlü programımızı kendileri belirliyor.

Annesi duymasın ama dedesine çıldırıyor. Başka odadayken sesini bile duysa hemen kuş gibi çırpınmaya başlıyor. Dedesini gördüğü zaman bir an evvel kucağına gitmek için herkesi ezip geçecek neredeyse. Eee dedesini araba gibi kullanıyor çocuk. Bütün gün dedesinin kucağında siteyi tavaf ediyorlar. Titanik gibi, avuçlarına basıyor, kollarını açıyor; hangi istikamete gitmek istediğini işaret parmağı vasıtası ve "ı-ı-ı" sesleriyle belirledikten sonra kaptan köşkünden dedesini idare ediyor.

torun kaptan köşküne kuruldu
 
Dedesi de ona çıldırıyor. Geçen akşam tam yemek saati biraz huzursuzlandı, biz de salıncağını yanımıza çekip oyalamaya çalışıyoruz. Dedesi "verin gezdireyim torunumu" dedi. "Baba sen otur çorbanı iç en azından, biz oyalarız" dedik. "Ben 60 küsür senedir çorba içiyorum, şimdi bir tane torun buldum, değmeyin keyfime" diyor.

En güzel oyunu ananesiyle oynuyor. Daha doğrusu en güzel oyunları ananesi uyduruyor. Yemek yediremediğimiz zamanlarda ananesi ne yapıyor ediyor, oyalamayı başarıyor. Ananesiyle oyun oynarken attığı kahkahaları duymanız lazım, adeta kendinden geçiyor.

Bir de denize girmeyi çok seviyor. Kıyıya oturtuyoruz, babası karşıdan gel oğlum diyor. Bizimki hop kendini öne atıp, cuuup denize. Tutmasak, yüzerek Midilli'ye gidecek. Denizde bu kadar mutlu başka bir çocuk görmedim.

Yemek yerken çok numaracı. Sevmediği bir şey varsa eğer, ağzına bir lokma verildikten sonra dudaklarını büzüp yanaklarını şişiriyor, sanki ağzında yemek varmış gibi. Başka vermeyelim diye.

Benimle sohbet etmeye de bayılıyor. Oturtuyorum kucağıma, başlıyorum "sen Can, ben teyze". Hemen gülücükler atıp, aaaa, uuuu diye memnuniyet dolu sesler çıkartmaya başlıyor. Ben mest.

Kendisi henüz farkında olmasa da eniştesi onunla rekabete girmiş durumda. Can uyuyor, bizimki "ay ben de uyuyayım" diyor. "Bana neden Can'ın güneş yağından sürmüyorsunuz" diye sitem ediyor. Ama Can'ın da üstüne titriyor.


Canımız çok sevilen, bu sevgiyi yansıtan, mutlu, neşeli bir böcek. Her zaman böyle kal kuzum.


9 Ağustos 2013 Cuma

Sevgili günlük


Bayram nedeniyle yazlığa geldik, hem bayram ziyareti hem kısa bir tatil bize iyi geliyor. Yoğun yeme içme, sohbet, denize girme programından yazmaya fırsat bulamadım.

Buraya gelirken neredeyse büyük bir felakete sebep oluyordum. İstanbul'dan uçakla İzmir'e geldik. Uçakta çantam kucağımda kitabımı okuyorum, bir anda çantada bir titreme başladı. O anda havaalanında yaşadıklarım film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Lounge'dan çıkarken telefonumu kapatayım dedim, o sırada beyim gazete almaya gitti, ben de onu beklerken ekrandan kapımızı kontrol ettim. Sonra kapıya gittik, kapıda aklıma geldi, iş telefonumu da kapattım.

Meğer kendi telefonumu kapatayım demişim ama kapamamışım. Ve bizim havada olduğumuz süre boyunca benim telefon açık, sms'ler gelmiş falan. Uçakta telefon titremeye başladığında dondum kaldım, bekliyorum ki karşı taraf telefonu kapatsın ben de cihazı kapatayım. Ama benim inatçı kardeşim ısrarla sonuna kadar çaldırmaya devam etti. O kapatır kapatmaz da ben çantanın içinden çaktırmadan telefonu kapattım ama soğuk terleri de boşalttım. Allahtan sorunsuz bir şekilde indik, ama çok korktum.

Neyse uçak yolculuğumuzun heyecanından sonra buraya geldik. Her şey çok güzel. Babam emekli olduktan sonra balıkçılık ve tarım işçiliğine başladı. Balıkçılık yaklaşık 10 senedir balıkları beslemek şeklinde gelişiyor, bir gün o beslediği balıkları yakalayacak da inşallah. Tarım işçiliği ise yazlığın ufacık bahçesindeki faaliyetleri ile devam ediyor. Bizlerse bu durumdan oldukça memnunuz. Bu sene her zamanki domates biber faaliyetlerine karpuz eklenmiş, oldukça başarılı. Bir de mısır girişimi var ama az önce kopardığı koçandan gördük ki başarısızlıkla sonuçlanmış. Tohum iyi değilmiş. Bu sene salatalıklar da başarısız.

Bir de bu sene burada bir köpek bir de kedi peydah olmuş. Köpek sitenin köpeği, her ev besliyor. Bir tane sokak köpeğini evlat edinmiş bizim site. Bir de tasma falan takmışlar. İlginç olan kedi.

Efendim bu kedi, hamile kalmış ve doğurmak için bizim bahçeyi seçmiş. Kedi doğum yapıp iki gün boyunca yerinden kımıldamamış. Bunu gören bizimkiler bahçede onun için hemen bir köşe hazırlamış, yerinden kalkamıyor diye kasaptan ciğer, sütçüden süt alıp özenle beslemişler. İki gün sonra kedi 4 yavrusunu başka bir yere taşımış. Fakat şimdi her gün bizim bahçede. Benim de hayvanlarla aram pek iyi değildir, her türlü münasebetten kaçınırım, herhangi bir hayvana dokunamam, bana değerlerse çok yüksek desibellere çıkabilirim. Bu kedi benden korkmuyor arkadaş, ne zaman yemeğe otursak hemen yanımızda bitiveriyor. Pist falan diyoruz takmıyor, bu sefer ben ayaklanıyorum, hani şöyle boyumdan posumdan bir etkilensin bir kaçsın falan. I-ıh bana mısın demiyor, öyle gözlerini dikip bana bakıyor. Bu güne kadar benden korkmayan ilk kediyle karşı karşıyayım, şaşkın durumdayım. Otoriterimi sarsıyor. Hortumla su sıkmak gibi daha ciddi önlemlere başvurmak zorunda kalmadan kimin patron olduğunu anlar umarım.

Beyimin de kediyle arası pek iyi. "Bayram kedisi" adını taktı kendisine, "bayram kedilerini yazsana" dedi bana, "ben kedi bile sevemem, ne yazcam" dedim, "hayal gücünü kullan" diye buyurdu kendileri.

Bugünler böyle işte,kalabalık, bahçe mahsulleri, kediler, köpekler, deniz günlerimizi dolduruyor. Herkese sevdikleriyle beraber, sevdikleri şeylerle dolu, mutlu, tadı yerinde nice bayramlar dilerim.



6 Ağustos 2013 Salı

Bu kişi gelişecek başka yolu yok

Kitap okumayı çok severim. İşe giderken servis kullanmamın faydası ayda 3-4 kitap bitirebilmem. Haa, bu kadar çok kitap okuyorum da alim oldum sanmayın. Ben kafamı boşlatmak için okurum. Bu yüzden seçtiğim kitaplar roman türüdür. Özellikle de tarihi, polisiye, macera romanları bir de "chick-lit" diye tabir edilen hafif romanları severim.

Hayalimde bir meslek var. Adını bilmiyorum, aslında gerçekte böyle bir işin var olduğundan bile şüpheliyim. İş tanımı, çeşitli ülkeleri gezip, o ülkelerdeki best seller kitapları okuyup Türkiye'de yayınlanıp yayınlanmamalarına karar vermek. Bu konuda çok başarılı olacağıma inanıyorum zira ortalama bir okuyucunun zevklerine sahibim. Ben beğenirsem çoğunluk da beğenecektir. Böylece seçtiğim kitaplar Türkiye'de de çok satıp yayınevini zengin edecek. Tam bir kazan-kazan ilişkisi.

Tabii ki bazı koşullarım var. Hangi şehirlere gideceğimi, hangi otellerde konaklayacağımı, ne kadar süre kalacağımı ben seçeceğim. Tüm masraflar şirkete ait olacak. Maaş konusunda anlaşabiliriz, çok talepkar bir insan değilim. İngilizcem iyidir, çat pat Fransızcamı geliştirebilirim, işimi layıkıyla yapmak adına İtalyanca ve İspanyolca da öğrenirim. Sorumluluklarımı yerine getirmek için hiç bir fedakarlıktan kaçınmam.

Eğer bu satırları okuyan bir yayınevi yetkilisi varsa bana mail atabilir, anlaşabileceğimizi umuyorum.

Eveeeet, iş başvurusunu da tamamladıktan sonra kitaplara geri dönelim.

Roman okumayı severim dedim ama bu aralar kafayı taktığım bir konu var. Bu kişi gelişecek, başka yolu yok! Bu nedenle okuduğum kitaplarda biraz değişiklik oldu. Duygusal Zeka kitabından bahsetmiştim, bu akşam da Stephen R. Covey'in Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı kitabını bitirdim, ondan bahsetmek istiyorum.



Bu zamana kadar "herhangi bir şeyi başarmanın X yolu" konulu tüm kitaplara mesafeli yaklaşmışımdır. Burada X'in yerine istediğiniz rakamı koyabilirsiniz. Bir işi başarmanın bir formülü olabileceğine inanmıyorum çünkü, herkesin farklı yöntemleri olabilir. Ancak bu kitabın farklı olduğunu gördüm.

Kitap, kişisel liderlikte ilke merkezli bir yaklaşımın benimsenmesi gerektiğinden bahsediyor. Kişilik etiği ve karakter etiği ayrımını yapıyor. Kişilik etiğine göre başarının kaynağı pozitif tutum ve davranışlar, düşünmek ve inanmak, toplumsal imaj kaygısı iken karakter etiğine göre ise başarının kaynağı dürüstlük, sadakat, cesaret, adalet, sabır, çalışkanlık gibi ilkeler. Bir insan ne kadar kişilik sahibi olursa olsun bu ilkeler üzerine inşa edilmiş sağlam bir karakteri yoksa başarılı olması mümkün değildir diyor yazarımız.

Kitaba adını veren 7 kural da bu ilkeler üzerine kurulmuş. Kurallar şunlar:

1. proaktif ol
2. sonunu düşünerek işe başla (hani sonunu düşünen kahraman olamazdı?)
3. önemli işlere öncelik ver
4. kazan/kazan diye düşün
5. önce anlamaya çalış, sonra anlaşılmaya
6. sinerji yarat
7. baltayı bile

İlk 3 kuralı Özel Zaferler (karakter gelişiminin özü), ikinci 3 kuralı ise Genel Zaferler (ekip çalışmaları, iş birliği ve iletişim) olarak tanımlayan yazar ilk grubu "bir söz ver ve sözünü tut" ikinci grubu ise "başkalarını da dahil ederek çözüme ulaş" olarak özetlemiş.

7. alışkanlık ise başkalarıyla sorunu çözemiyorsan bilenmiş baltayı kullanarak sorun çıkaranları nasıl ortadan kaldıracağını öğretiyor.

Şaka şaka. İnanmadınız değil mi? Kitapta kesinlikle vahşet yok, yazar adeta bir sevgi pıtırcığı. Gerçekten okuyup okumadığınızı test etmek için yazdım o cümleyi.

7. alışkanlık kendinizi sürekli geliştirmek gereğinden bahsediyor.

Gerçi ben yazarın dindarlığı nedeniyle 7. alışkanlığı ekleme gereği duyduğunu düşünüyorum ama bu tamamen benim fesatlığım. Kendisi kitabın sonunda neden 7 alışkanlık yazdığını açıklamış. (dindar olduğunu kendisi söylüyor ve kitapta Hristiyanlığa çeşitli atıflar var)

Sonuç olarak bence faydalı bilgiler içeren bir kitap. Kişisel gelişim konularına ilgi duyan ve nereden başlayacağını bilemeyenler varsa okumalarını tavsiye ederim. Ancak yazarın kendisinin de söylediği gibi okuyup bir kenara bırakılmamalı. Kitapta bahsedilen her şeyi gerçekten alışkanlık haline getirmek gerek.

5 Ağustos 2013 Pazartesi

Bugünler ve Persepolis

Ufak bir hafta sonu seyahati için İstanbul dışına gittiğimizden dolayı bir kaç gündür buralarda yoktum, yazamadım. Yolculukla ilgili bir çok konu birikmişti aklımda; kamyon arkası yazılarından, Karadeniz'de yüzmeyi ne kadar özlediğimden, lezzetli domateslerden, taze fındıklardan falan bahsedecektim.

Sonra bugün Ergenekon davası haberlerini okudum, yazmayı düşündüğüm her şey uçtu gitti. Kararlara şaşırdım mı? Hayır. Ben umudumu uzun zaman önce yitirmişim belli ki. Persepolis yüzünden hepsi.

Persepolis, Fransa'da yaşayan İran asıllı çizgi roman sanatçısı ve çocuk kitabı yazarı Marjane Satrapi'nin otobiyografik romanı. Çocukluk yıllarını Şah dönemi ve İslam Devrimi sonrasında İran'da geçiren küçük Marji'nin ilk gençlik yıllarında lise eğitimini tamamlamak için Avusturya'ya uzanan hikayesi.Vatan ve aile özlemine dayanamayarak İran'a dönse de baskılara dayanamayıp sonunda Fransa'ya yerleşmeye karar verir.

Çizgi roman 2007 yılında animasyon olarak filme alınmış. Film, 2007 yılında Cannes Film Festivali'nde "Jüri Özel Ödülü" almış. 2008'de de "En İyi Animasyon Filmi" dalında Oscar adayı olup ödülü Ratatouille' a kaptırmış. Kazandığı bir sürü başka ödül de var.

Film siyah beyaz. Marjane Satrapi bunu şöyle açıklamış: "filmin izlendiği herhangi bir ülkede karakterlerin yabancılanmaması, böylelikle herhangi bir ülkenin ne kadar kolaylıkla İran olabileceğinin anlaşılması için"

İran olmak. Bir dönem dillendirilen en büyük korkumuzdu. "Türkiye İran mı oluyor?" Hatta bir dönem "Türkiye Malezya mı oluyor?" tartışmaları almıştı İran'ın yerini. Hala kafasında böyle soru işaretleri olan varsa filmi izledikten sonra anlayacak ki çoktan İran olmuşuz.

Ben filmi 2008 ya da 2009 yılında sinemada izlemiştim. Uzun yıllar görüşmediğim bir lise arkadaşımla geçirmiştik günü. Sabah kahvaltısı için Anadolukavağı'na gitmiştik. Bütün gün sohbet, muhabbet, anıları yad ederek geçmişti. Akşam olduğunda bir de sinema yapalım demiştik. Bu filme girmemiz için arkadaşım ısrar etmişti. Kara cahil ben "çizgi film mi seyredeceğiz" diye biraz atarlanıp sonunda ona uymuştum.

Filmden çıktıktan sonra kendimden utanmıştım. Seneler önce bir üniversite öğrencisiyken afişine bakıp da gençlik filmi diye girdiğim filmin korku filmi çıkmasından beri "afişe göre film değerlendirmesi yapmama" konusunda bir adım yol kat edemediğimi görmüştüm.

Film afişi
 
Filmin çekim tekniğini, sinemasal değerini eleştirecek bilgim yok. Zaten bu konuda söyleyecek sözü olanlar da gerekli değerlendirmeleri yapmışlar.

Persepolis filmi ülkemizin yaklaşık son 10 yılda geçtiği süreci 95 dakikada paketleyip önünüze koyuyor. Filmi izleyip sonra benim gibi umutsuzluğa kapılacak olanları baştan uyarayım, sonuç maalesef hiç iç açıcı değil. Şah'ın devrilmesinden sonra gücü ele geçiren radikal İslamcı kesimin uygulamaları ile kişisel özgürlüklerin kısıtlanması, muhaliflerin susturulması ve her zamanki gibi kadınlara hayatın yasaklanması küçük bir kız çocuğunun gözünden anlatılıyor.

Çok korkutucu.

Film beni gerçekten depresyona sokmuştu. Filmin tek "güzel" yanı kendime kahraman olarak seçtiğim büyükanne idi.

Çok iç karartıcı bir yazı oldu. Beni bu kadar olumsuz etkileyen bir film hakkında neden yazıyorum, hatta bu filmi neden tavsiye ediyorum diye merak ediyorsunuzdur.

Olur da yaşadığımız tüm bu adaletsizlik, baskı, ben yaptım oldu, benden olmayan var olmasın ortamında hala "ama adamlar çalışıyor, sivilleşiyoruz, vb" düşüncede olan bir kişi bile bu filmi izleyip gelecek konusunda sorgulamaya başlarsa, bu bile yeterli olacaktır benim için.

1 Ağustos 2013 Perşembe

İtiraf ediyorum...

...bu blog ilk yazma girişimim değil.

Kimseler bilmez, orta okul yıllarımdayken bir roman yazma teşebbüsünde bulunmuştum. Okula erken başlamamdan ötürü yaş 11-12 olsa gerek. Yalnız özgüvene dikkatinizi çekmek isterim. Kompozisyon, hikaye falan değil direkman bir romanla edebiyat dünyasına dalmayı kafaya koymuştum.

Roman Asude adlı bir kız hakkında olacaktı. O yaşta, Asude ismini nereden duyduğuma dair hiç bir fikrim yok. Anlamını bile bilmiyordum ama telaffuzu hoşuma gittiği için seçtiğimi hatırlıyorum. Böyle dolu dolu söylenebilen bir isim.

Mekan, yazlık bir site; hikaye de Asude ve arkadaş grubunun yaz tatili maceraları üzerine olacaktı. Kahramanımız Asude, sarışındı. Zaten roman yazma fikrim de, ya bir yerlerde okuduğum ya da uydurduğum şu cümleden türemişti: "saçlarının her bir teli güneşten kopmuş bir ışın gibi parlamaktaydı"

Hey yavrum hey, cümleye gel. O kadar beğenmiştim ki herkesin duyması gerektiğini düşünerek roman yazmaya kalkışmıştım.

Aslında ilk başta her şey çok kolay gözükmüştü: hikayenin çatısı hazır, mekan hazır, baş kahraman hazır, yan roller belirlenmiş, e giriş cümlesi de var, daha ne olsun.

Bir heves başladım yazmaya. Ancak başladıktan sonra bir şeyi gözden kaçırdığımı fark ettim: bir romanın roman olabilmesi için giriş cümlesinden sonra da bir hayli cümleye ihtiyaç var. Hayır sorun kalan cümleleri yaratmak değildi. Sorun o kadar cümleyi yazmaktı.

'90' ların başından bahsediyorum. Bilgisayarlar ortada yok. Ortalarda bir yerlerde varsa da bizim evde yok. Evde daktilo da yok. Nasıl yazılacak peki roman? Bilek gücüyle. Yoo hemen pes etmedim, bir dosya kağıdı yazdım. Bir de şekilsel olarak güzel yazmaya çalışıyorum. Sanıyorum ki roman biter bitmez basıma gidecek, ben ne kadar güzel yazarsam matbaa da o kadar kolay basacak. Bir de kalemi ne kadar sıkı tutarsam o kadar güzel yazarım sanıyorum.

Bir dosya kağıdı -önlü arkalı- bittiğinde parmağıma giren krampı çok iyi hatırlıyorum. Benim roman yazma girişimim de böylece son buldu. Sonra zaten İpek Ongun falan girdi hayatıma, Asude'yle yollarımızı medeni bir şekilde ayırdık.

Hey gidi günler hey. Şu teknoloji biraz daha hızlı gelişmiş olaydı belki de bugün Asude'nin torunlarının hikayelerini okuyor olabilirdiniz.