30 Aralık 2014 Salı

2014 bana neler verdi

Geçtiğimiz yılın sonunda yeni yıl dileğimi paylaşmıştım: 2014 herkese hak ettiği her şeyi versin.

Eyyyy 2014, peki bana neler verdin:

1) Daha önce görmediğim iki yeni yer gördüm: Roma ve Midilli. Hepsini de detaylı yazdım, üşenmeyin okuyun. İyi bir gezi rehberi olabilir.

2) Oryantiring'de birazcık da olsa aşama kaydettim, az ama olsun, gelişme gelişmedir.

3) Yeni bir meşgale edindim: yoga. Sol omuzumdaki tendon zedelenmesi nedeniyle hareketlerde istediğim performansı gösteremiyorum ama yine de deniyorum. Bir de bu yoganın felsefesi benim kafaya biraz ters gibi. Çok emin olamadım şimdi, belki bir şeyleri yanlış anlamış olabilirim. Neyse, devam edeceğim, bakalım göreceğiz neler olacak.

4) Tammmm 33 tane kitap okudum. Görgüm, bilgim, kültürüm arttı.

5) Aralarda tembellik yapsam da istikrarlı bir şekilde blog'uma devam ettim ve yeni takipçiler kazandım. Ama blog konusu ayrı bir yazı hak ediyor bence, daha detaylı yazacağım.

2014, bana bu kadar iyi davrandığın için sana çok teşekkür ederim.

Klasik yeni yıl dileğimle 2014'ü uğurluyorum: 2015 herkese hak ettiği her şeyi versin.

Beyimle ben yine bir gün tıngır mıngır sallanırken...

29 Aralık 2014 Pazartesi

İntikam tehlikeli bir sanattır...

...bu sanatın inceliklerini bilmiyorsan ölürsün.

Der Oğuz Sipahi.

Oğuz Sipahi kim mi? Şu meşhur isimsiz kahramanın yıllar önce akıl hocası, can yoldaşı olmuş, babalık yapmış ama sonra ne olmuşsa olmuş düşman bellemiş.

Elbette dersimiz Derviş Şentekin. Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi'nin devamı olan Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum. Benim için 2014'ün son kitabı oldu bu polisiye.


Hikaye tam olarak ilk kitabın bittiği yerden başlıyor. Tam aynı yerden. Ancak bölüm numaraları büyükten küçüğe gidiyor, yani 41, 40, 39... diye.

İlk sayfadaki bölüm numarası olarak 41'i görünce, birinci kitabın 40 bölümden oluştuğunu düşünüp "herhalde bölüm numaralandırması kaldığı yerden devam etmiş" diye düşündüm. Ancak okudukça fark ettim ki numaralar küçülerek gidiyor. Böyle şeyler kolay kolay kaçmaz gözümden. Kronolojik olarak geriye doğru giden bir hikayede çok anlamlı olabilecek bu numaralandırmanın bu kitaptaki öyküye bir değer kattığını düşünmüyorum.

Bu kitapta öncelikle baş kahramanımızın eskiden çok değer verdiği, babası yerine koyduğu Oğuz Abisi'ni neden düşman bellediğini anlıyoruz. İlk kitapta bu konu hakkında hiç bir ipucu yoktu.

O kötü adam yok mu o kötü adam. Böyle iki can dostunun bile aralarının bozulmasına neden olmuş. Yediği diğer nanelerden hiç bahsetmiyorum bile. Mafya, derin devlet, kaçakçılık, her tarakta bezi var şerefsizin.

Bir de bu kitapta yeni bir karakter hikayeye dahil oluyor: Burcu. Ben kendisini çok sevdim şahsen. Bir kere İzmirli. İzmirli herhangi birini sevmemek mümkün mü? Her şeyden önce İzmir'e olan saygımızdan ötürü severiz İzmirlileri.

İzmirli Burcu bir komiser. O da kötü adamın peşinde. Kötü adamı yakalamak için kendi kişisel sebepleri olan isimsiz kahraman ve Burcu Komiser'in yolları elbette kesişiyor ve iş birliği yapıyorlar. 

İsimsiz kahraman diyorum ancak biliyorsunuz ilk kitabı okuduktan sonra ben kendisine Nazif ismini uygun görmüştüm. I-ıh olmamış. İkinci kitapta anladım ki kahramanımız aslında genç, yani daha yeni bir ismi olabilir, bu nedenle bu kitabı okuduktan sonra kendisine başka bir ismi uygun gördüm: Tunç.

Yine de çok emin olamıyorum, bir üçüncü kitap olsa fikrimi değiştirebilirim gibi geliyor.

22 Aralık 2014 Pazartesi

Sıfır aldım ama bir sor niye

Uzun süredir bahsetmiyorum ama oryantiring maceralarım devam ediyor.

Bir kaç haftadır yükselme trendine giren performansım bu hafta dibi gördü. Sıfır çektim. Mecazi anlamda değil somut olarak 0 (yazıyla sıfır) hedef buldum.

İlk denememde bile bu kadar kötü bir sonuç elde etmemiştim. Kaybolduğum gün bile kaybolmadan önce bir kaç hedef bulmuştum. Yani bu kadar kötüsü hiç olmamıştı.

Yaklaşık 2 saat dolanıp kocccca bir hiç elde ettikten sonra atladım arabaya kös kös eve dönüyorum. Dönerken de başarısızlığım sebeplerini düşünmeye başladım. Öyle derin, öyle derin düşünmüşüm ki, köprü çıkışını kaçırıp Edirne'ye doğru yol almaya başlamışım.

Şükürler olsun ki, sapağı geçtiğimi erken fark edip hemen ilk çıkıştan kendimi attım da eve varabildim.

Yaaa şimdi yazınca fark ettim, kendime çok yanlış bir hobi seçmişim. Bir milyon tane tabelanın olduğu TEM'de bile yolumu kaybetmeyi başarıyorum, oryantiring benim neyime.

Neyse, böyle negatif şeylere takılmayacağım, yeterli sabır ve konsantrasyonla gitmek istediğim her yere gidebilirim. Bugüne kadar gittim, bundan sonra da gideceğim!

Böyle duygusal gel gitler arasında savrulurken bu yazıyı asıl yazma amacım kaynayıp gidecek. Bu hafta oryantiring'de sıfır çekmemin sebeplerini düşünüyordum ya, hah oraya geri dönüyorum.

İki sebep buldum. Sonra biraz daha düşündüm, "neden bunu blog'da yazmıyorum ki?" dedim. Böylece kendime koyduğum hedefleri gerçekleştirmem konusunda beni her zaman takdir eden ve blog'da bu içerikte yazmamı isteyen arkadaşlarımın da sözünü dinlemiş olurum dedim. (not 1: deli miyim neyim, sürekli kendimle konuşup duruyorum. not 2: hamarat sarışınla hamarat kumrala selam olsun)

Sebepler diyordum.

İlk hatam: haritayı elime aldım 15 hedef var. 15! Bugüne kadar en iyi performansımda 13 hedef bulmuştum, onu da ucu ucuna becermiştim. 15'i görünce ağzımdan ilk çıkan: "ben bu kadar hedefi bulamam ki" oldu.

Ne kadarrrr yanlış, oysa olaya şöyle baksam ya: "hımmm çok hedef var, muhtemelen tüm süreyi kullanmak zorunda kalacağım, ama deneyebilirim, en azından 10 tanesini kesin bulurum, şansım da yardım ederse 15'i tamamlarım"

Ama ben ne yaptım, daha başlamadan kendimi yapamayacağıma ikna ettim. Ben ettim siz etmeyin, hiç bir konuda kendinizi yapamam diye şartlandırmayın.

İkinci hatam: kendimi tanımıyorum. Ben mesela 100 metreyi kaç adımda kat ettiğimi bilmiyorum. Dolayısıyla başlıyorum koşmaya ama kaç metre gittim hiç bir fikrim yok.

Zaten bende "göz var izan var" da yok. Mesela bir kişiye bakıp imkanı yok boyunu kilosunu tahmin edemem. Allah korusun, bir suça şahit olsam, zanlıyı tarif et deseler dut yemiş bülbül gibi kalakalıp adalet sistemini çökertebilirim. Benim 1.50 boylarında 60 kg civarlarında diye tarif ettiğim kişi Adirana Lima çıkabilir, o kadar yani.

Bunu oryantiring'e, oradan da değerli bir hayat dersine nasıl bağlayacağım peki? Şöyle: kendinizi bir şeyleri yapabileceğinize inandırırken akıllı olun. Yola çıkmadan önce sınırlarınızı, kapasitenizi, yeteneklerinizi ölçün biçin tartın. Yoksa benim gibi Allah ne verdiyse diye haldır haldır koşmaya başlarsanız dört dönüp bir tane bile hedef bulamadan yorulduğunuzla kalırsınız.

İşte böyle, daha önceden dediğim gibi oryantiring oyun değil hayat dersi. Tabi benim de payım var bunda, öyle boş boş bir işler yapmıyorum. Ne yaparsam yapayım sürekli bir kendimi geliştirme çabası içinde helak oldum valla. Hayrını görün.

17 Aralık 2014 Çarşamba

Yıllık geleneksel vize serzenişlerim

Yine aylardan aralık, yine bir vize kabusu mevsimi.

Yıllık geleneksel fotoğraf kabusumu elbette ifa ettim. Ama artık durumu kabullendim. Fotojenik değilim diye geçiştiriyorum fakat buradan beyime bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Adam beni herrrrr sabah o suratla görüyor yahu, yine de gık demiyor. Canım benim.

Neyse evrakları tamamladım, tur şirketine yolladım.

Türk vatandaşlarına vizesiz seyahat hakkı tanıyan 100 tane falan ülke vardır herhalde. Mesela Muz Cumhuriyeti'ne elimi kolumu sallayarak girebilirim. Ama sene olacak 2015 ama densiz Evropa ülkeleri haaaalaaaa vize talep ediyor.

İşte Fransa buyurmuş, "her kim ki benden vize isteye, parmak izi alına". Halbuki benim evraklara bir göz atsalar görecekler ki bu hatun kişisinden kaçak falan olmaz, döner dolaşır kürkçü dükkanına gelir. Lakin ne çare ki gidecez parmak izini verecez.

Tur şirketi dedi ki biz sizin adınıza randevu alacağız. Özellikle rica ettim: "randevu zamanını netleştirmeden önce lütfen karşılıklı teyitleşelim". E kendi çapımda möhim bir kişiyim, vaktim değerli.

Bence ben çok mühimim de, aslında işler bu ara yoğun olduğundan iyi bir planlama yapmam gerekiyor. Hele önceden belirlenmiş bir toplantıyla falan denk gelmemesi gerek bu randevunun.

Sanki ben bunu söylememişim gibi, tak bir mail: "şu gün şu saate randevunuzu aldık, bık bık, vık vık"

Hemmmmen mail attım: "olmezzzzzz, bana uygun gün ve saatler şunlar, lütfen bunlardan birine göre ayarlama yapın", el cevap: "yılbaşı için yoğunluk var, sizin tarihiniz şubatta, o zaman randevunuzu yılbaşından sonraya bırakalım mı?"

Bana dese ki "sizin istediğiniz tarihler müsait değil ancak şunlar var uygun, bunlardan birini seçin" elbette seçeceğim ancak resmen beni başından savmaya çalışıyor.

Biiiiiiiiiiir: Kimse beni başından savamaz.

İkiiiiiiiiiii: TDK'nın "randevu" kelimesi için verdiği tanıma bakalım: belli bir saatte, belli bir yerde iki veya daha çok kişi arasında kararlaştırılan buluşma. "Kararlaştırılan" kısmına dikkat çekmek istiyorum. Yani siz bana şu gün şu saat diyince onun adı randevu olmuyor. Ne oluyor peki? Belki emrivaki ki ben emrivakilerden hiç hoşlanmam.

Üüüüüüüç: Şubatta gidiyor olabilirim ama vizeyi şimdi almak istiyorum. Ben öyle "yumurta kapıya dayanıncagillerden" olamam. En başta diyin ki şubat turlarının vize başvurularını ocakta yapıyoruz, haaa derim malzeme bu. Ama bir haftada her şeyi bitiririz diyip sonra yan çizmeyin. Evet gıcık olabilirim ama bu tip amatörlüklerden hiç hoşlanmam.

Döööööört: Arkadaşım ben takıntılı bir insanım. Kafamda sürekli bir yapılacaklar listesi. Akıl sağlığımı korumak için o listeyi boşaltmam gerek. Yoksa balataları yakabilirim kolayca. Zaten listeye sürekli yenileri ekleniyor, benim de bir kapasitem var.

Neyse bakalım göreceğiz tur şirketiyle mücadelemiz nasıl sonuçlanacak. Daha salon kadını çizgimi terk etmedim, henüz tüm kozlarımı oynamadım. Ama işler zorlaşırsa ben de zorlaşabilirim.

15 Aralık 2014 Pazartesi

Google'da Çalışacak Kadar Akıllı Mısınız Bakalım

Baştan söyliim ben değilmişim.

Yıkıldım mı? Hayır. Tamam tamam, biraz üzülmüş olabilirim.

Durup dururken Google meselesi nereden çıktı diye merak edenleri daha fazla bekletmeyeyim, okuduğum kitaptan.


Willian Poundstone, 2003 yılında Microsoft şirketinin mülakatlarında sorulan bilmece türü sorulardan derlediği kitabın devamı denebilecek Google'da Çalışacak Kadar Akıllı Mısınız? kitabında yine benzer soruları ele almış.

Kitabın adını görünce, tamam dedim tam benlik. Siz buna gaza gelmek diyebilirsiniz, ben meydan okumalardan hoşlanıyorum diyorum.

Heyecanla okumaya başladım ve gördüm ki Google benim kalemim değilmiş.

Mesela kitapta şöyle bir soru var: "A noktasından B noktasına gitmeniz gerekiyor. Oraya gidip gidemeyeceğinizi bilmiyorsunuz. Ne yaparsınız?" Bunu okuyunca hemen aklımdan şunlar geçmeye başladı: "A noktasıyla problemin ne ki, otur oturduğun yerde, gidip gidemeyeceğini bile bilmiyorsun üstelik, deli misin nesin?" Hatta daha ileri gidip "Yeni bir ülke bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir." diyerekten Kavafis'e bile bağladım.

Halbuki, bu soruyu duyunca aklıma "bir ağın aranmasına ilişkin problem" gelmeliymiş. Peh! Aklıma Polat Alemdar bile gelirdi de ağ gelmezdi, gelmedi.

Bazı yerleri okurken çok zorlansam da genel olarak eğlendim. Gray kodu diye bir şey öğrendim. Ondan sonracığıma Enrico Fermi isimli bir fizikçiyle müşerref oldum. 20. yy'ın başlarında yaşamış olan İtalyan bilim adamı "fizik doktorasına sahip herkesin neredeyse her konuda tahmin yürütebilecek yeteneğe sahip olması gerektiğine" inanırmış.

Bu mühendislerin ben her şeyi bilirim, bilemezsem de uydururum düşüncesinin temeli teeeee Fermi'lere kadar dayanıyormuş demek.

Bir an bu kitapta yer alan soruları cevaplayabilecek, yanıt bulmak için orijinal fikirler üretebilecek insanlarla çevrili bir ortamda çalıştığınızı düşünsenize. Bir taraftan çok zorlayıcı diğer yandan da çok doyurucu bir deneyim olacağından eminim.

Buradan da çalıştığı şirketleri Google'la falan karşılaştırıp sürekli "ay Google'da dolaplar dolusu yiyecek varmış, istediğin zaman gidip istediğin kadar yiyomuşsun" diye bık bıklanan güruha da seslenmek istiyorum. Sen önce bu kitabı oku, adamların işe girebilmek için yanıtladığı sorulardan sadece biri hakkında mantıklı bir akıl yürüt, ondan sonra boş ver dolabı falan gel canımı ye.

Ekmek köfte meselesi.

Bak acıktım şimdi...

14 Aralık 2014 Pazar

Ebegümeci yemeği sallım

Pazarda gezmesini, meyvemi sebzemi hem gözümle hem elimle seçmesini severim. Bu konuda da şanslıyım, genelde oturduğum evlerin yakınında pazar kurulmuştur İstanbul'a taşındığımdan beri.

Ben de zaman oldukça pazara giderim. Maalesef sebzenin, meyvenin iyisini seçmekte pek başarılı değilim. Genelde kazıklanırım. Babam mesela bu konuda çok başarılıdır, en iyisini seçer hep. Ben de kendisinden ders almaya çalışırım ama balık hafızam işin püf noktalarını pek çabuk unutuverir.

Bu nedenle meyve sebze seçimini ilişki yönetimiyle halletmeye çalışırım. Şöyle ki, bir kaç tezgah gözüme kestirir, alışverişimi sürekli buradan yaparım. Adamlar beni unutmasın, artık bir hukukumuz oldu, kazıklamayalım bari desinler diye de her hafta sohbet muhabbet. İşe yarıyor mu derseniz, eh işte derim.

Her ne kadar bir kaç tezgahı belirlemiş olsam da, mümkün olduğunca gezer, farklı tezgahlara bakarım, belki farklı bir şeyler görürüm umuduyla. Malum kış da gelince pırasa, ıspanak, karnabahar, brokoli; dön dolaş yine aynı yine aynı. Biraz farklı sebze istiyor bünye.

İşte bu hafta da rutin pazar teftişimi yaparken bir de ne göreyim! Ebegümeci. Aşağıdaki güzeller bir tezgahtan melun melun bana bakmasınlar mı?

Baksınlar. Ben onları hemmmen almaz mıyım? Alırım. İstanbul'a geldiğimden beri ilk defa bir demet ebegümeciyle karşılaşmışım, öylece yanından geçip gidemezdim.

İlişki yönetimi stratejim kapsamında hemen muhabbete başladım. Şile'nin bir köyünden geliyormuş, kendi bahçelerinde yetiştiriyorlarmış çeşitli yeşillikler pazı, pırasa, kara lahana, ebegümeci. Zaten küçücük bir tezgah, her hafta geliyormuş, tamam dedim, ben de artık her hafta gelirim.

Aldım otlarımı, eve koştum. Annem çok güzel yapar bunun yemeğini, bizim oralarda sallım denir. Annemi aradım, tarifi aldım, kolları sıvadım.

Öncelikle otların körpe olmayan kısımlarını ayırmak gerekiyormuş. Hem yaprakları hem sapları. Zaten bende var bir damlacık ebegümeci, körpesi kartı uğraşamam diyerek hepsini bir güzel yıkadım. Saplarını yaklaşık 2 parmak aşağısından kestim kalanlarını yemekte kullanmak üzere ayırdım.

Çok ince olmayacak şekilde yaprakları doğradım. Çok ince olmayacak derken, iri yaprakları ikiye böldüm; daha küçük olanları olduğu gibi kullandım. Sapları da 4-5 cm uzunluğunda doğradım.

Bundan sonrasında klasik yağ soğan harcına bolca sarımsak ekleyip (ben yukarıdaki demet için 4 iri diş kullandım) yarım yemek kaşığı salçayla kavurup ebegümecini ekledim. Bu şekilde de kavurduktan sonra üstünü geçecek kadar suyunu ve tuz ekleyip pişmeye bıraktım.

Kaynamaya başladıktan sonra 1-2 tıkırdatıp (bu annemin lafıdır) altını kapattım. İşte sallım yemeğimiz hazır.

Fotoda da görüleceği üzere benim yemeğim biraz susuz oldu. Aslında biraz da sulu yapıp çorba olarak tüketebilirsiniz. Asıl lezzetini arttıran ise yerken üzerine dökeceğiniz bir kaşık kadar sirke oluyor.

Afiyet olsun.

10 Aralık 2014 Çarşamba

Feysbuk, Hababam Sınıfı, Recep İvedik falan...

Daha önce sosyal medyayı ne kadar sevdiğimden bahsetmiştim. Hele feysbuk sevilmeyecek şey mi yahu. Çevrenizdeki insanların belki de hiç tanık olmayacağınız yönlerini feysbuktan görüyorsunuz.

Mesela iş yerindeki sıkıcı toplantılarda canınızı çıkartmaya ant içmiş gibi görünen adamın aslında sevimli bir bisiklet sürücüsü olduğunu feysbuk olmasa nasıl öğreneceksiniz? Ya da her zaman asık suratlı gördüğünü kadının iş eğlenceye gelince "dibini görmeyen sevdiğini görmesin" felsefesine sıkı sıkı bağlı olduğunu feysbuk olmadan bilmeniz imkansız.

Kimin zekice espiriler patlatıp kimin boş teneke gibi tıngırdadığını da bizzat feysbukta tespit edebilirsiniz.

Hayır efendim, feysbuk hissedarı falan değilim, siz daha fazla tıkladıkça ben para kazanmayacağım. Benimki samimi duygular.

İşte bu çok sevdiğim feysbuk sayesinde geçen hafta tanıdığım birinin lise buluşması fotolarını gördüm. Bilmem ne lisesinin mezunları ben diyeyim 25 yıl, siz diyin 30 yıl sonra yeniden bir araya gelmişler. Bu buluşma da yerel gazeteye haber olmuş, işte bu haberin görsellerini gördüm feysbukta.

Katılımcılardan "duygu ve düşüncelerini" almışlar. "Bizim sınıf çok farklıydı, tıpkı Hababam Sınıfı gibiydik, çok haşarıydık, öğretmenlerimiz illallah demişti..." minvalinde açıklamalar.

İşte bu yazıyı klavyeye dökme sebebim...

Hababam Sınıfı 1975 yapımı bir film. Yani tam tamına 40 senelik. Maşallah. 40 sene sonra bile öğrencilik yıllarını anlatmak isteyenler için "zeki ama haşarı, iyi kalpli, güçlü arkadaşlık bağları" konularında rakipsiz tek benzetme.

Bazı şeylerin değişmemesi çok güzel, bazı şeylerin değişmesi ise o kadar kötü.

Mesela ne değişti? Burada geçtiğimiz günlerde duyduğum bir toplumsal analize bağlanmak istiyorum: "Eskiden İnek Şaban'a gülerdik, şimdi Recep İvedik var. İkisi de cahil ama İnek Şaban saftı, iyi niyetliydi, samimiydi; Recep İvedik ise kaba saba, nobran."

İşte bu toplumsal dönüşüm kötü. Düşünsenize, adam geğiriyor, osuruyor, küfrediyor, vuruyor, kırıyor ve kitleler bundan zevk alıyor. Gerisi malum hikaye.

Eğitim şart. Her okula en az bir Hababam Sınıfı şart.

görsel wikipedia'dan

9 Aralık 2014 Salı

Evimiz Can'landı

Hafta sonu İzmir' de ağır misafirlerimiz vardı. Cuma akşamı intikal ettiler, sonra bir gözümüz açtık, pazartesi sabahı işe gidiyoruz. Rüzgar gibi geçti yani.

Şeref konuğumuz elbette Can'dı.

Yaklaşık 26 aylık olan yeğenim, kardeşimden öğrendiğim kadarıyla 2 yaş olmanın tüm gerekliliklerini itinayla yerine getiriyor.

Mesela bu yaş grubu çocuklar bağımsızlığı öğrenirmiş. Bizimki de öğrenmiş. Yolda yürürken elini tutmak ne mümkün, kafasına göre takılıyor beyefendi.

Sevmediği bir kıyafeti zinhar giymiyor, sevdiklerini ise keyifle giyip bir de çevreye gösteriyor "baaaak" diyerekten.

Bol bol şarkı söylüyor, bağıra çağıra. Kendi sesini tanıyormuş. Bence bu genetik olabilir, zira teyzesi bu yaşına geldi hala sesini tanımaya çalışıyor aynı yöntemle.

Şarkı söylemek dışında enstrüman çalmaya da çok meraklı. Eline iki tane kalem, çubuk, sopa buldu mu başlıyor bateri çalmaya. Vurmalılarda oldukça iyi olsa da asıl uzmanlık alanı üflemeli çalgılar. Yakında yaylılarda da rüştünü ispat edip tek kişilik orkestra olarak konserlere başlamasını bekliyoruz.

Konuşması da her gördüğümüzde daha zenginleşiyor. İşte yeni kelimeler, fazlası da var ama not alabildiklerim bunlar:

Bididi: bisiklet
Abala: araba
Abidi: ayakkabı
Tabun: kamyon
But: çorap, ne alaka kimse bilmiyor
Bodudu: Bir şey çalışmıyorsa "bozulmuştur"
Bi: Video

iş yapıyormuş

2 Aralık 2014 Salı

Farkındalık yaratmak

Benim bu blog dünyasına girişim biraz geç oldu maalesef. Şöyle 10 sene önce falan bu işlere girişmiş olsaydım belki bugün sinemalarda sevgili @PuCCa yerine benim hayatımı izliyor olurdunuz.

Kısmet diilmiş, napalım.

Blog dünyasına geç girdim ama çok sevdim. Listemde takip ettiğim, otomobilden yemek tarifine, seyahatten anneliğe kadar çeşitli konularda yazan bir sürü blogger var. Her birini okurken gülüyorum, öğreniyorum, eğleniyorum ve kıskanıyorum.

Evet, kıskanıyorum. Iyyyy iğrenç kıskanç bir insanım, napalım Allah beni böyle yaratmış.

En çok kimi kıskanıyorum biliyor musunuz? Anneleri. Ama hepsini değil, bazılarını.

Ay hayır, anne olmak için kıskanmıyorum. Yaşam tarzlarından dolayı kıskanıyorum.

Bir anne profili var blog aleminde. Çocuk sahibi olduktan sonra profesyonel yaşamı bir kenara itmiş, çalışmaya ihtiyacı da yok, kendisini ailesine adamış, artık çocuklar biraz büyüdüğü için yavaş yavaş bir şeyler yapma arzusuyla hobi olarak ya da iş olarak blog yazmaya başlamış anneler.

Haliyle annelik, çocuk bakımı gibi konularda yazıyorlar. Sevenleri, takipçileri, ait oldukları sosyal grupları var. Birbirlerini destekliyor, birlikte hareket ediyorlar. Düzenledikleri buluşmalarla, sadece sanal dünyada değil gerçek hayatta da ilişkilerini sürdürüyorlar.

İşte ben bu annelerin bloglarını, instagram hesaplarını, twitlerini takip ediyorum.

Şimdi şu sahneyi hayal edin, akşam işten çıkmış, iğrenç İstanbul trafiğinde evime ulaşmaya çalışıyorum. Karnım aç, kafam şişmiş. Telefonumu çıkartıp sosyal medyada neler olmuş yakalamaya çalışıyorum.

O da ne! İnstagram'da bir grup bakımlı, hoş kadın, yüzlerinde en güzel gülümsemeleri ile arz-ı endam eylemiş. Niye peki, ben bütüüüün gün debelenirken, onlar "aralarından birinin x projesi için farkındalık yaratmak üzere düzenlenen kahvaltı etkinliğinde" buluşmuşlar.

Ben kıskanmayayım da ne yapayım a dostlar! Ben de farkındalık yaratmak istiyorum.