30 Haziran 2016 Perşembe

Atlantis'in Çöküşü

Fantastik kitap tutkum bir sır değil. Hayatımın sıkıcılığından olsa gerek hep bi olmayacak hayaller, farklı bir gerçeklik peşinde koşmalar, daha neler neler.

Günde 2 saatini ev-iş yolunda, 9 saatini sıkıcı bir ofis ortamında, 8 saatini de uykuda geçiren bir insan evladının hiç olmazsa kitapların içinde avuntu araması pek de şaşırtıcı olmasa gerek.

Yaklaşık 1 sene oluyor, Avalon'un Sisleri serisini okumaya niyetlendim. Herhalde bir yerlerde bir şeyler okudum ya da izledim ondan sonra ben bu seriyi okuyayım dedim. Lakin ufak bir sorun var ki serinin basımı durmuş.

Amaaan dedim, noolcak ki Kadıköy'deki kitapçılarda elbet bulurum ben bunu. Kitapçılar çarşısındaki bütüüüün dükkanlara girip çıkmışımdır herhalde, siz de Avalon'nun Sisleri var mı diye. Yok, yok... Bir de kitapçıların çoğu bilmiyor, ismi anlamıyor. Benim sinirler bozuldu, kendimce oyuna çevirdim. Avalon'un Sisleri diye başlayan arayışım Dragon'un Kistleri'ne döndü, yine de kitapları bulamadım.

En son girdiğim dükkanda sanırım, 3 tanesi var bizde abla dedi. Ben umutsuzluktan şoka geçiş yaptım. Hangi üçü dedim, 1,3,4 varmış. 4 kitaplık bir serinin ya birincisi ya da sonuncusunun olmamasını bekliyor insan. Yani ben öyle bekliyorum.

Ya seri çok sükse yapmıştır, kulaktan kulağa yayılmış ve herkes ilk kitabı almıştır ve böylece ilk kitap piyasada kalmamıştır ama sonlara doğru ilgi azalmıştır. Ya da serinin ilk kitaplarını imece usulü okuyan okur kitlesi artık son kitapta kitaba hücum etmiş ve dördüncü kitabı piyasadan silip süpürmüştür. Ama ikinci kitabın bulunamamasına anlam veremedim.

Neyse, ben bulmuşken üç kitabı aldım, nasılsa ikinciyi de bulurum diye. O gün bugündür bulamadım. Devamlılık problemi olmasın diye diğerlerini de okuyamadım. Öyle kuzu gibi yatıyor kitaplar. Ancak o deli gibi aradığım dönemde aynı yazarın - Marion Zimmer Bradley - başka bir kitabının methine denk gelmiştim: Atlantis'in Çöküşü. Tabi dayanamayıp onu da almıştım ama o kitap da çok kalın olduğundan başlamaya cesaret edemiyordum, sonunda okudum:

Kitabın adını duyunca gerçekten de efsanevi Atlantis şehrinin sulara gömülüşünü anlatan fantastik bir macera okuyacağımı sanmıştım. Ancak olaylar öyle gelişmedi. Yani sonunda Atlantis'in çöküşünden bahsediliyor elbette ama benim hayal ettiğim gibi olmadı.

Hikaye Domaris ve Deoris adlı iki kız kardeşin kaderlerinin Atlantis'ten gelen, Kara Cübbeli Büyücüler'in zulmüne uğramış Prens Micon ile nasıl değiştiğini anlatıyor. Başka önemli karakterler de var elbet, Işığın Oğlu Muhafız Rajasta ile Gri Cübbeli Şifacı Riveda gibi.

Aslında bir üçleme olan 720 sayfalık hikayeyi nasıl özetleyebilirim bilmiyorum ama deneyeyim: Domaris ve Deoris kutsal şehirde (Atlantis değil) birer rahibe olarak yetiştirilmekte olan ruhban sınıfına mensup iki kardeştir. Bir gün şehirlerine Atlantis'li bir Prens gelir, Micon. Micon karanlık güçlerce esir alınıp işkence edilmiş ancak sahip olduğu güçlerin Kara Cübbeli Büyücüler'in eline geçmesine izin vermemiştir.

Micon, Karanlık Büyücüler'in egemenliğine engel olmak için sahip olduğu güçleri kendi kanından olacak oğluna miras bırakması gerektiğine inanmakta ve bu amacını gerçekleştirene kadar kendini hayatta tutmaktadır. Bu arada Domaris'le birbirlerine aşık olurlar ve beklenen çocuk doğar.

Domaris'in Micon'la bu ilişkisi ve yeni doğan oğlu, kardeşi Deoris'le ilişkilerini derinden etkiler ve kaderlerini sonsuza kadar değiştirir. Değişen sadece ikisinin kaderi değil aynı zamanda Atlantis'in de kaderidir. Spoiler gibi olmasın ama Atlantis'in sulara gömülmesinin sebebinin işte bütün bu olaylar olduğu ortaya çıkıyor.

Yaklaşık 15 yıllık bir zaman dilimini anlatan hikayede elbette benim burada anlattıklarımdan çok daha fazlası çok daha derin bir anlatımla yer alıyor.

Kitabı okuduktan sonra kaos teorisi geldi aklıma. Hani dünyanın bir ucunda kanat çırpan kelebeğin, dünyanın öbür ucunda fırtınaya neden olması. Gerçekten de bir olayın kök sebebi dediğinizde işler karmaşık bir hal alıyor.

Yani hikayede anlatıldığı üzere Atlantis'in çöküşünün nedeni Micon'un kutsal şehre gelmesi diyoruz ama Micon'un doğması, Micon'un annesiyle babasının evlenmesi, Micon'un annesiyle babasının doğması diye diye bu nedensellik sonsuza kadar taşınabilir.

İşte insan böyle böyle kafayı yiyor.

28 Haziran 2016 Salı

Teyze:1 - 0: Enişte

Bizim Can'ımız bir enişte düşkünü sormayın gitsin.

Kimseyle telefonda konuşmayı sevmez, eniştesiyle bıdır bıdır konuşur. Legolardan evler yapar, annesine video çektirir "enişte sana sürprizim var" diye. Enişte aşağı, enişte yukarı.

Ben mesela kardeşimi ararım, telefonda konuşuruz, hemen sorar "anne kiminle konuşuyorsun?" Annesi "teyzenle konuşuyorum" der, bizimki hemen sorar "hangi teyzem?"

HANGİ TEYZEM!!!

Sanki bir milyon tane teyzesi var da, bir de soruyor hangi teyzem diye. Ama çocuk haklı. Senin kaç tane teyzen var diye sorunca başlıyor annesinin bütün arkadaşlarını saymaya: Ayşe Teyze, Fatma Teyze, Hatçe Teyze...

Kızdım ben de kardeşime, herkese teyze dedirtirsen çocuğun kafası karışır tabi diye. Ama bu karışıklık da enişteye yaradı. Çocuk artık beni "enişte teyze" diye biliyor.

Çok canımı sıkan bu durumu çözmeye karar verdim. Geçtiğimiz haftasonu yazlığa sürpriz bir ziyaret yaptık, tabi Can'ımız da oradaydı. Çektim kenara, anlat bakalım dedim sen bu enişteni neden bu kadar çok seviyorsun. Gizli gizli rüşvet verdiğinden şüpheleniyordum, şüphelerim kısmen doğrulandı sayılır.

Ben de bu durum üstüne çalışmalara başladım. Çalışmalar ne demek, seferberlik ilan ettim. Dondurma ikramından birlikte resim yapmaya, yakalamacılık oynamaktan yapboz yapmaya, havuzuna sıcak su takviyesi yapmaktan doğumgününde istediği hediyeyi öğrenmeye Can'ın gönlünü fethedecek her türlü aksiyona dahil oldum.

Bence 1-0 öne geçtim. Ayrılırken boynuma sıkı sıkı sarıldı, öpüştük koklaştık, enişteye ise pek pas vermedi. Bu skorda arayı açmak için çalışmalarım devam edecek.


22 Haziran 2016 Çarşamba

İmrenli-Karacaköy Plajı

Geçtiğimiz haftasonundaki sıcaktan kaçmak için vurduk kendimizi yollara. Saklıgöl'ü keşfedip karnımızı doyurduktan sonra denize girmek üzere yola devam.

Geçen yaz keşfettiğimiz Kabakoz Plajı na gitmedik bu sefer, yola devam edelim, başka yerleri de görelim dedik. Kabakoz'u geçtikten sonra ilk plaj-köy Akçakese. Buraya bir kaç sene önce gitmiş olduğumuzdan girmek istemedik, daha önce gitmediğimiz bir yer olsun istedik.

Akçakese'yi de geçtikten sonraki durak İmrenli köyü. Yolun sol tarafı deniz. Hemen yol üstünde bir plaj. Şezlonglu falan bir beach club. (Şezlong konusunda hassasiyeti olan şahıslara duyurulur). Giriş ücretli, ne kadar sormadık çünkü deniz oldukça dalgalıydı. Bu plajı başka bir zaman ziyaret etmek üzere kenara yazıp yola devam ettik.

Bir kaç kilometre sonra bir plaj tabelası görüp sola döndük. Burası Karacaköy'müş. Çok güzel bahçeli evleri ve küçük bir plajı olan bir köy. Aşağıdaki fotoda gördüğünüz denize uzanan kayalıklar doğal dalgakıran görevi gördüğünden uzaklarda patlayan dalgalara rağmen deniz nispeten sakindi.


Plajda tesis niyetine bir kafe, soyunma kabini, duş ve wc var, şemsiye ve şezlong da temin ediyorlarmış, ancak şu anda şemsiyem yok sadece şezlong verebilirim dedi görevli çocuk. Otopark ücretini ödeyince tüm bunlardan faydalanabiliyorsunuz.

Biz yola kendi şemsiyemiz, sandalyelerimiz, buzluğumuzda yiyecek içeceklerimiz ve hatta seyyar soyunma kabinimizle çıktığımız için bunların hiç birinden faydalanmadık, dolayısıyla iyi miydi kötü müydü bir yorum yapamayacağım.

Kişisel fikrim şu ki, eğer deniz çok dalgalı değilse Karacaköy'e gelmek için daha fazla yol gitmenin bir esprisi yok. Kabakoz Plajı hem daha geniş, hem de bir kaç restoran, bakkal ve hatta şezlonglu mezlonglu daha organize bir plaja sahip.

Böylece bu senenin deniz sezonunu da açmış oldum. Merak edenler için söyleyeyim, ben Ruslar gibi sıcak denizlere inme arzusuna sahibim. Benim için ideal deniz suyu sıcaklığı bildiğiniz hamam suyu seviyesinde olmalı. Karadeniz, hele ki bu mevsimde, böyle değil elbet ama suya girdikten sonra üşümedim. Bunu ben bile söylüyorsam, deniz mevsimi açılmış demektir. Gönül rahatlığıyla gidebilirsiniz.

21 Haziran 2016 Salı

Saklıgöl

Yazın insanların çalışması yasak olmalı. Havaların ısınması ile birlikte gelsin gezmeler gitsin tozmalar olmalı.

Kışın da çok isteyenler çalışsın. İstemeyenler yine gezsin. Paralar da ağaçlarda yetişsin, ihtiyacımız oldukça gidip toplayalım.

İşte yaz gelince ben böyle bir coşmalar, böyle kendini bir özgür kız sanmalar, kaşif modlarına girmeler falan. Bir havalar bir havalar... Neyse ki bu havalar cuma akşamı 18'de başlıyor, pazar gece 12 itibarı ile yine balkabağına dönüşüyorum.

Böyle olunca da haftasonları hep yeni bir yerler göreyim, bir yerlere gideyim istiyorum. İşte bu modda bu haftasonu attık kendimizi Şile yollarına ve doğa harikası bir yer keşfettik: Saklıgöl. Böyle bir yerin İstanbul'da olduğuna inanmak güç.


Saklıgöl'e gitmek için Şile yolunda Şile'ye doğru gitmeniz gerekiyor. Çok iyi yol tarifi veririm yeminle. Biraz daha spesifik olmak gerekirse Özyeğin Üniversitesi' ni geçip yaklaşık 25 km gittikten sonra Saklıgöl tabelasını göreceksiniz. Ama bu tabelayı kaçırırsanız 7 km sonra, Şile girişine geldiğinizde bir giriş daha var, oradan da gidebilirsiniz.

Sapaklardan hangisinden girerseniz girin, yol bitene kadar devam etmeniz gerekiyor. Yolun sonunda ise sizi bu cennet karşılayacak.

Bu gölün kenarında bir de büyük bir tesis var. Hem restoran hem kendin pişir kendin ye konseptinde hizmet veriyor. Dilerseniz kendi yiyeceklerinizi götürüp masa, mangal kiralayabilirsiniz, dilerseniz yiyecekleri de oradan alıp mangal yapabilirsiniz ya da restoranda yiyebilirsiniz.

Biz kahvaltıya gittik, zengin sayılır, yani klasik bir Türk kahvaltısında ne varsa var, lakin çok leziz diyemeyeceğim, orta karar. Kişi başı 35 tl.


Tesisin restoran kısmı oldukça geniş ve iki katlı. Alt kısımda yer bulamadığımız için asma kat gibi olan ikinci katta oturduk. Ancak üstü kapalı olduğu ve havalandırma düzeneği olmadığı için bu kısımda oturmak bunaltıcıydı. Bir de göl kenarında masalar vardı. Bu masalara servis yapılıyor mu, sadece piknik amaçlı mı onu tespit edemedim.

Oldukça kalabalık ve büyük bir yer olmasına rağmen çalışanlar çok iyi organize olmuş, masa bulmak ya da sipariş vermek/almak için beklemek zorunda kalmıyorsunuz.

Bu muhteşem manzarasıyla İstanbul'da böyle saklı bir cennet varmış haberiniz olsun.

20 Haziran 2016 Pazartesi

Üç Silahşörler

Sene 1996. Ben Anadolu'nun bağrından kopup İstanbul'a gelmiş çömez bir üniversite öğrencisi. Tamam Anadolu'nun bağrı falan değil, bir sahil kasabası diyelim.

Okul cennet gibi, her şeyin bir kulübü var. Kendime uygun olanı seçiyorum: dans kulübü. Dans derslerine gidip geliyorum, bir de kıdemliler grubu var. Havalı olanlardan. Hasbel kader bu grupla tanışıp kaynaşıyorum.

Yurtta kalıyorum o sıralar. Kulüpten de yurtta kalanlar var. Bir akşam üzeri kızlardan biri geliyor, "kulüpteki kızlarla HS'nin evinde pijama partisi yapacağız, gelir misin" diye soruyor. Gitmem mi, giderim tabi.

O akşam efsane bir pijama partisi yapıyoruz. Ama asıl efsane HS ile benim arkadaşlığımın başlaması oluyor.

Derken sene oluyor 1999 ve HS mezun olup bir işe giriyor. Benim öğrencilik devam, lakin yazın yurt kapanınca HS'nin evine konuk oluyorum, yazımızı geçici ev arkadaşlığı ile geçiriyoruz. Bu sırada HS bir akşam eve birini getiriyor, iş arkadaşıymış, veeeee perde: OKHOK sahne alıyor.

İşte bizim dostluğumuz böyle başlıyor. Onca yıldan sonra 3'ün 5'in lafı olmaz, 20 yılı devirdik neredeyse.

Bu yıllar zarfında zaman zaman başka arkadaşlar girdi çıktı biz hep öyle durduk, zaman zaman kendi dünyalarımıza daldık döndük yine birbirimizi bulduk. Geçen yıllar boyunca tüm önemli anlarımda hep yanıbaşımda oldular, varlıkları güç verdi bana.

Gel gör ki her zaman gül bahçesi değil hayatımız. Ama her zaman kendimiz gibi, olduğumuz gibiyiz birbirimizin yanında. OKHOK çok güzel ifade etmişti bunu: "sizinleyken başka bir şey olmama gerek yok, sadece kendim olabiliyorum." Aynen öyle.

Yaaa böyle çok şirin bir yazı oldu ama iki şey var söylemeden geçemeyeceğim.

Birincisi, neredeyse 20 seneyi devirdik, ama bu ikisi bana hala ısınamadılar, böyle bir sevemediler beni. Neden bilmiyorum. Öyle işte. OKHOK HS'ye mesaj atar hem de ortak vatsap grubumuzdan: "akşam şuraya bir konsere gideceğim, öncesinde buluşup bir şeyler içelim mi?" HS, OKHOK'u arar telefonda uzuuuun uzuuuun danışmanlık hizmeti verir, sonra buluştuğumuzda "Geçenlerde konuştuğumuz konu vardı ya" diye bir de orada açarlar konuyu. E benim haberim yok derim, hııı biz onu telefonda konuşmuştuk derler. Böyle sürekli bir gizli işler çevirme şeyleri!

İkincisi de beni bir yok saymalar, yine sebebini bilemediğim. Mesela bir örnek: Sene 2004 ya da 2005. Ben SDİ oldum. Çok nadir görülen bir hastalık. Benden başka yakalanan var mı bilmiyorum. Salaklığa Dayalı İshal. Gece OKHOK yanımda kaldı, sabah işe gitmesi gerek. Ama ben o kadar hastayım ki yataktan çıkamıyorum. Bu böyle yatarak geçecek değil, ben hastaneye gideyim bari dedim ama hastaneye gitmek için taksiye bile binebileceğimden şüpheliyim. HS'yi aradım, gelsin de beni hastaneye götürsün diye. Telefonu açtı, beni zar zor konuşurken duyunca bir heyecan, bir panik, tam ilgisinden gözlerim yaşaracaktı ki "OKHOK'A BİR ŞEY Mİ OLDU YOKSA!" diye bizimki feryat figan.Yahu arayan benim, telefonda konuşamayan benim ama OKHOK'a bir şey olmuş! Allah'tan sesimi çıkaramayacak kadar hastaydım.

İşte biz böyle böyle seneleri devirdik. Daha nicelerini de deviririz inşallah. Eninde sonunda ısınacaklar bana, kaçarı yok. Ne olursa olsun, bir yılbaşı akşamı muhabbetinde beyime de söylediğim gibi "Onlar benim çeyizim"

15 Haziran 2016 Çarşamba

Balıkçızade

Dostlar, özgür vatandaşlar, Romalılar size Tekirdağ'dan sesleniyorum...

Ay ben bir gün böyle kürsülere falan çıkıp coşkun kalabalıklara hitap edebilecek miyim acaba. Neyse Tekirdağ'a dönelim.

Tekirdağ'da falan değilim. En azından fiziksel olarak. Evimin mutfak masasından yazıyorum. Ama kafam Tekirdağ'da.

İki hafta önce biz üç kafadar; HS, OKHOK ve bendeniz atladık arabaya ver elini Tekirdağ. OKHOK'un ilk uzun yol deneyimi, HS'nin Tekirdağ'a taşınan kardeşini (bundan sonra kısaca HSK diyelim kendisine) ve zaten orada olan ailesini ziyaret, gezme, hasret giderme. Anlayacağınız hem ziyaret hem ticaret.

Buradan bizi Tekirdağ'da pek güzel ağırlayan HS, onun sevgili annesi babası ve HSK'ye teşekkürler, selamlar, öpücükler.

Bakalım bu teşekkür faslı için adet yerini bulsun diye bir "rica ederiz" alabilecek miyim, kimler okuyor burayı kimler okumuyor o da çıksın ortaya. Hodri meydan!

Cumartesi sabahının köründe düştük yollara, yaklaşık iki saatlik bir yolculuktan sonra oşbulduk beyaaaa. Çok keyifli bir hafta sonu oldu bizim için. İnsan bu güzellikten keyif almaz mı:


Cumartesi akşamı yemeğe gittik. İşte oradan bahsedeceğim size. İstanbul yönünden Tekirdağ girişinde yer alan Balıkçızade. Deniz kenarında, şirin mi şirin, lezzeti yemekleri olan bir yer.

HS ile HSK'nin verdiği bilgilere göre burası milattan önceden beri var olan bir yermiş. Ve hatta HSK'nin tanımı ile "yılların eskitemediği gazino". Sahil kasabalarının yazlık kesimlerinin klasik gazinosu işte. Sonra el değiştirmiş, başka formatlarda hizmet vermiş falan ama sonunda Balıkçızade olmuş.

Çok iyi olmuş valla. Biz çok beğendik. Ortamı, havası falan pek güzel. Temiz, şirin ve de yemekleri lezzetli. Özellikle kalamarına ben bayıldım, yumuşacık.

İlk başta garson biraz canımızı sıksa da (bizim verdiğimiz sipariş yerine kendi uygun gördüğü siparişi servis etmeye kalktı ama 4'ümüzle baş edemedi) şef garson ve diğer çalışanlar durumu telafi etti.

Sonuç olarak Tekirdağ'a yolunuz düşer de açık havada, deniz kenarında güzel bir akşam yemeği yemek isterseniz Balıkçızade'ye gidebilirsiniz. Lakin HSK'nin söylediğine göre rezervasyonsuz yer bulmak zor olabiliyormuş. Benden uyarması.

14 Haziran 2016 Salı

Basta

Eğer yemek yemeyi, hem de güzel yemek yemeyi seviyorsanız bu yazımı okuduktan sonra bana edecek dua bulamayacaksınız. O kadar iddialıyım. Çünkü bir kere gittiğinizde bir daha hep gitmek isteyeceğiniz bir yerden bahsedeceğim size.

Hem de Kadıköy'ün göbeğinde. Hem de tam gurmelere layık lezzetler. Hem de şef elinden çıkma. Hem de uçuk fiyatlı değil.

Artık bundan iyisi Şam'da kayısı bile değil.

Cennetin adı Basta. Kadıköy'de Rex Sineması'nın önüne gelin, sinemayı solunuza alıp dümdüz aşağıya yürüyün, tam karşınıza çıkıverecek.

Yurtdışında Michelin yıldızlı restoranlarda çalışmış iki usta şef, Kaan Sakarya ve Derin Arıbaş, bir dürümcü açmış diyeyim, gerisini sizin hayal gücünüze bırakayım. Dürümlerin nasıl lezzetli olduğunu tahayyül etmek için hayal gücünüzü en uçlara kadar zorlayabilirsiniz, hiç bir sakıncası yok.

Ben daha önce iki kere Kaan Sakarya'nın yemeklerini yeme şansı bulmuştum. Biri Nicole'de, biri de Nicole'den önce yine Aylin Şef'le hizmet verdikleri restoran-ev'de.

Her iki fırsat da bizınıs odaklı yemeklerdi. Yaa işte bir taraftan "kurumsal hayat ıyyy ne kötü, insan mıyız biz" falan diyoruz ama bir taraftan da böyle nimetleri olmuyor değil, inkar edecek değilim.

Neyse, yemeklere dönelim, her ikisine de bayılmıştım. "Hey Allahım, bu malzemeler böyle güzel yemeklere dönüşebiliyorsa benim evde yaptıklarım ne oluyor o zaman" diye deriiiiin düşüncelere bile gark olmuştum.

İşte Kaan Şef ile Derin Şef ortak olmuşlar, Basta'yı açmışlar. Menüde dana, kuzu, tavuk ve sucuk olmak üzere dört çeşit dürüm, şalgam suyu, ayran, salata ve humus var. Bu kadar. Ama o dürümler yok mu o dürümler. Diyet bozdurup pişman etmeyen cinsten. Severek yedim, yine olsa yine yerim diyeceklerinizden.

Gidin yiyin, gitmezseniz küserim. Gidip de beğenmezseniz siz bana küsün.

Yazıda görsel olsun diye aşağıdaki fotoyu ekliyorum. Resim çekme işini dürüme girişmeden önce yapmak isterdim lakin, kendimi kaybetmişim bir an. Artık kusura bakmayın. Baştan uyarayım da "ıyyy ısırılmış buuu" diye söylenecekler artık bu noktadan aşağıya inmeden, sayfayı terk etsin.


10 Haziran 2016 Cuma

Elveda Güzel Vatanım

Türk yazarlar arasında en sevdiklerimin başında geliyor Ahmet Ümit. Yok sadece Türk değil, tüm yazarlar arasında. Başkomiser Nevzat'ın büyük hayranıyım. İstiyorum ki Ahmet Ümit yemesin, içmesin, uyumasın sadece yazsın.

Maalesef sırf ben istedim diye öyle olmuyor o iş. En iyi ihtimalle yılda bir kitap çıkıyor. Olsun buna da şükür, ya hiç yazmasa.

Aralık 2015'te Elveda Güzel Vatanım'ın yayımlanacağını duyunca aldı beni bir sevinç dalgası. Sonra kitabın Başkomiser Nevzat'la alakası olmadığını öğrenince de bir hüzün dalgası. Bir kitabı daha okumadan bile duygu fırtınalarında oradan oraya sürüklenebiliyorum gördüğünüz gibi.

Elbette kitabı çıkar çıkmaz aldım. Aralık'ta. Geldik Haziran ayına. 6 ay boyunca kitabı kitaplığımın başköşesinde sakladım. Geldim gittim, önünden geçtim, her seferinde sevgiyle okşadım. Neden? Bitecek diye okumaya kıyamadım çünkü.

Bunun psikolojide bir adı vardır muhakkak. Beğendiğim kıyafetleri eskiyecek diye giyememek, sevdiğim yiyecekleri bitecek diye yiyememek, sevdiğim kitapları bitecek diye okuyamamak. Varlık içinde yokluk çekiyorum resmen!

Neyse, kitap 6 ay bekledikten sonra daha fazla dayanamayıp ellerim titreye titreye okudum Şehsuvar Sami'nin hikayesini. Ahmet Ümit yine döktürmüş. Yine sürükleyici, yine heyecanlı, yine bilgilendirici yazmış.

Eski bir İttihat ve Terakki üyesi olan Şehsuvar Sami, 1926 yılında uğruna hayatını adadığı davayı kaybetmiş, üstelik de siyasi hesaplaşmaların kurbanı olacağına inanarak geçmişiyle hesaplaşmaktadır.

Vatan uğruna terk ettiği sevdiceği Ester'e 1907 yılında cemiyete girişinden başlayarak yaşadığı her şeyi yazmaya başlar. Geçmiş 20 yılda karıştığı suikastleri, katıldığı savaşları, düştüğü açmazları, yaşadığı ihanetleri bir bir döker ortaya.

20 yıl sonra yapılan itiraflar kayıp zamanı geri getirmediği gibi Ester ve Şehsuvar Sami'nin yitirdiklerinin ağırlığını daha da fazla hissettiriyor. Demem o ki, laf yerinde, söz zamanında değerlidir. Filmlerde boşuna demiyorlar, itirazı olan ya şimdi konuşsun ya da sonsuza kadar sussun diye.

Yukarıda yazdıklarımı okuyunca kitabı yarım kalmış bir aşkın hikayesi diye düşünmeyin. Asıl hikaye başka. Vatansever duygularla ortaya çıkmış İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin nasıl olup da bize tarih kitaplarında okutulan "İttihatçiler" e dönüştüğünü okuyoruz. Özgürlük talebiyle ortaya çıkan bir hareketin Abdülhamit'in İstibdat Dönemi'ne nasıl evrildiğini görüyoruz. Elbette siyasi hırsların, kişisel çıkarların nelere mal olduğuna da tanık oluyoruz.

Benim tarihimizin bu dönemi hakkında lise tarih kitaplarında yazanlardan gayri bilgim yoktu. Elbette bir romanı okudum diye dönemin uzmanı da olmadım. Ama kitapta okuduğum şeyler daha fazlasını araştırma ve öğrenme fırsatı verdi bana.

Tarihi romanları da bu yüzden seviyorum zaten.

Ahmet Ümit'i de her kitabında bir taraftan sürükleyici bir öykü anlatıp bir taraftan da böyle önemli bilgilere yer verdiği ve bunu da çok başarılı bir şekilde yaptığı için seviyorum.

Uzun lafın kısası, Elveda Güzel Vatanım'ı okuyunuz.


7 Haziran 2016 Salı

Ablasını tanımayan kardeşler

Beni bilen bilir. Giyim kuşam konusunda modayla pek aram yoktur, kendi modamı takip ederim. Kıyafete para harcama konusunda pek istekli değilimdir. Bir kaç yıkama sonrasında ağzı burnu kayacak kumaş parçalarına çok para vermem, çulla çaputla pek işim olmaz.

Zaten yeni aldığım bir şeyi eskiyecek diye giymekten korkarım. Dolabım seneler önce alınmış lakin etiketi hala üzerinde parçalarla doludur.

Kozmetikti, makyaj malzemesiydi bunlarla da pek işim olmaz. Kuaföre saç kesiminden öbür saç kesimine uğrarım. Belki arada sırada fönüm olur ama o da oldukça nadirdir.

Bazı kimseler bana cimri diyebilir. Desin pek de umrumda diil. Lakin bazı konularda hunharca para harcayabilirim. Mesela yemek, mesel tatil. Yani paramı nesnelerden çok deneyimlere harcamayı severim.

Bir de konforuma düşkünümdür yalan yok.

Zaten tüm bunları beni tanıyanlar bilir demiştim en başta. Ama bir insan ablasını hiç mi tanımaz yahu! Kardeşimden bahsediyorum. Öz be öz kardeşimden.

Haziran ayı geldi ya tatil planlarımıza başladık. Kardeşimin beyi rota önerileri oluşturmuş pek güzel bizlerle paylaşıyor. Bizimki hemen yorumlara başladı "ablam orayı sevmez, bunu istemez, orası LÜKS degil"!

Lan lüks kiiiim ben kiiiim. Bu fikrimi kendisiyle de paylaştım "sen öyle diyorsun da sonunda survivor gibi tatil yaparsan ben karışmam" dedi.

Survivor benim göbek adım bebeğim!

Bir tek açlığa dayanamam bir de çadırda uyumam. Bundan  sonrası vız gelir. Aslında çok zorda kalırsam açlığa da dayanırım elbette ama sizler benim aç halime dayanabilir misiniz onu bilemedim.

Umarım bu yaz tatili kardeşimin beni daha iyi tanıması için bir fırsat olur.

1 Haziran 2016 Çarşamba

The Golden Egg

Gezdiğim, gördüğüm, yediğim, içtiğim bana kaldı bir de Donna Leon ile tanıştım seyahatim sayesinde. Meğersem kendisi çok ünlü bir polisiye serinin yazarıymış. Venedik ya da civarında geçen ve baş kahramanı Komiser Guido Brunetti olan tam 25 kitap yazmış.

Sanıyorum serinin en ünlü kitabı olan, Venedik'teki La Fenice Opera Binası'nda geçen Operada Cinayet ile ödül de kazanmış.

İşte ben bunları hep Venedik'te geçen kitap araştırmalarım sırasında öğrendim ve Donna Leon ve Komiser Guido Brunetti ile tanıştığıma pek memnun oldum. Operada Cinayet kitabını almak istedim ancak bulamadım, ben de yazarın bulabildiğim kitabını aldım:

Adından da anlaşılacağı üzere bu kitabın Türkçe çevirisi yok. İngilizcesi çok zorlayıcı olmasa da bazı kısımlardaki devrik cümle kullanımları nedeniyle çok da kolay bir dili var diyemeyeceğim. Başlangıç seviyesinde İngilizceden biraz daha fazlası gerekebilir. Ama dilin akıcılığı sayesinde kolay okunuyor.

Konuya gelecek olursak, sağır ve dilsiz bir adam bir kutu uyku hapı içerek ölmüştür. Fakat bizim acar komiser bu ölümün bir intihar vakası olduğundan şüphelidir. Daha doğrusu karısının ısrarıyla olayı araştırmaya başlayınca şüphelenmeye başlar.

Araştırması ilerledikçe mevtanın yaşamının esrarengizliği daha da belirgin bir hal alır. Soruşturma derinleştikçe karmaşık, şaşırtıcı ilişkiler yumağı ortaya çıkmaya başlar. Ve sağır-dilsiz adamın ölümünün ardındaki sır perdesi aralanır.

Hikaye ile ilgili çok da fazla ipucu vermek istemiyorum ancak bu kitap Türkçe'ye çevrilirse ismi Altın Yumurtlayan Tavuk olmalı diyerek konuyu burada kapatıyorum.

Oldum olası entrika, gizem dolu polisiye romanların hastası olduğum için bu kitabı çok sevdim. Ve hatta Donna Leon'un diğer kitaplarını da bulup okumaya karar verdim. Hiç bir yerde bulamazsam ikinci el kitapçılarda kesin bulurum herhalde.