25 Temmuz 2014 Cuma

Akdeniz Heykeli

Zekanın bir çok tanımı yapılabilir de, içinde bulunduğumuz şartlardan dolayı kısaca "elmalarla armutları ayırabilme yeteneği" desem cuk oturur.

Yaz sıcağında elma armut ne alaka diyenlere Filistin protestoları diyeceğim.

Yaşananlar malum, insan olanın içi yanıyor. Bunu durdurabilmek için ne gerekiyorsa yapalım, durduramıyorsak bile yangına su taşıyan karınca misali tarafımız belli olsun.

Ama protesto adı altında vandallık da neyin nesi oluyor.

Güya İsrail Başkonsolosluğu önünde İsrail'i protesto etmek isteyen bir grup tutmuş güzelim Akdeniz heykeline zarar vermiş.

fotoğrafı vikipedi'den aldım

Bu heykeli İstanbul'a ilk geldiğim zamanlarda görmüştüm. Sene 1996, metro falan yok, bir öğrenci olarak belediye otobüslerinin en sadık müdavimlerindenim. O yıllarda bir öğrenci sinemaya, gezmeye, eğlenmeye nereye gider? Tabii ki Taksim, Beşiktaş, Eminönü, Kadıköy. E okul da Hisarüstü'nde. Dolayısıyla adını saydığım yerlerden herhangi birine gitmek için illa Zincirlikuyu'dan geçilecek. 43R, 559C, 59R emirme amade.

Her önünden geçişimde otobüsün camına yapışıp, her an rüzgardan uçuvereceğini düşünerek hayran hayran bu heykeli izlerdim. Çok etkilemişti beni. Heykele baktığımda hem biraz korkuyor, ama bir taraftan da dinginlik hissediyor, öte yandan çok da güzel buluyordum. Adını bilmiyorum o zamanlar, internet'le haşır neşir değilim pek fazla, oradan da öğrenememişim. (Bak o zamanlar Google var mı ondan bile emin değilim) Kısaca "Zincirlikuyu'daki kadın heykeli" diyordum.

Sonra seneler geçti üstünden, Zincirlikuyu'dan da o kadar sık geçmez oldum. 2005 yılında bir gün gazetede bir haber okudum, haberden ziyade resim dikkatimi çekti. Aaaa benim "Zincirlikuyu'daki kadın heykeli"m meşhur olmuş, üstelik de bir adı varmış: Akdeniz. İlhan Koman anısına düzenlenen bir sergi nedeniyle Galatasaray'a taşınmış. Ne kadar hatırlamıyorum ama bir süre kaldı orada. Ben de İstiklal'e her gidişimde heykelime bakardım.

Adını öğrendikten sonra heykel daha da anlamlı geldi bana. Gerçekten de şekil olarak Akdeniz'i andıran, dalgalı bir denizi andıran bir yapıt. Akdeniz bundan daha estetik anlatılamazdı. Hemen internette araştırdım. Heykeltıraşı İlhan Koman'mış. Dünya çapında başarılı bir sanatçıymış kendisi. Ayrıca benim her an bir rüzgarla havalanmasını beklediğim heykelin ağırlığı 4 tonmuş!

Sergi sona erdikten sonra heykelin nerede sergileneceği yine gündeme gelmişti hatırladığım kadarıyla. Sonunda Levent'te şu an bulunduğu yere taşınmıştı. Şu anki konumu o kadar kötü ki, bu kadar güzel bir eser o yüksek binaların arasında görünmez olmuş. Yine de yolum düştüğünde hayranlıkla bakarım heykelime.

Oysa bu kadar güzel bir eseri gökdelenlerin arasında saklamaktansa şehrin en merkezine koymak gerek. Hatta mümkün olsa da çok daha büyük ebattaki bir örneği böyle Akdeniz'i gören bir tepenin zirvesine konsa. Eyfel Kulesi, Özgürlük Heykeli ya da Kurtarıcı İsa Heykeli gibi bir sembol haline gelse. Keşke.

Halbuki bu güzelim heykel ne zaman İsrail protesto edilmek istense hedef haline geliyor. Daha önceki yıllarda da bu tip protestolarda heykelin üstüne çıkan "protestocuların" fotoğrafları yansırdı gazetelere. Sonunda da başarmışlar, kolunu kırmışlar işte.

Elmalarla armutları ayırma yeteneğinden yoksun bir güruhun, sanata saygı duymasını, estetik ve güzelliği takdir etmesini beklemek yersiz. Neticede Coca Cola'yı protesto ettiği için Fanta içen yöneticilerin olduğu bir ülkede yaşıyoruz biz.

22 Temmuz 2014 Salı

Aile Çay Bahçesi

"Kötü olmak iyiymiş gibi davranan bir sahtekar olmaktan daha kötü değil. Yüzleş kendinle."

Uzun zamandır duyduğum bu kitabı okuyabildim sonunda. Aile Çay Bahçesi, yazar Yekta Kopan. Roman ama hem çok kısa, hem de kurgusu hikaye gibi. Bir çırpıda okunuyor.

Okunuyor ama inceliğine bakmayın, hikaye çok sert.



Önce ailesiyle; sonra da tüm çevresiyle ilişki kuramayan Müzeyyen'in hikayesi. Tamamen arızalı aile ilişkileri: abla - kardeş, baba - kız, anne - kız; hepsi birbirinden hastalıklı.

Müzeyyen, doğacağı haberini aldığı günden itibaren kız kardeşinden - Çiğdem -  nefret ediyor ve bundan sonraki tüm ilişkilerini bu nefret ekseninde kuruyor. Aslında hayata ve herkese karşı nefretinin sebebi babasının kendisinden ve annesinden - özellikle annesinden - esirgediği ilgi ve sevgi. Annesinin de etkisiyle, babasının bu tavırlarına katlanmaya devam etmek zorunda olmasının sebebi olarak gördüğü kardeşine olan nefreti annesini kaybetmesiyle en üst noktaya ulaşıyor.

Psikologlar, işe başlarken boşuna çocukluğa inmiyorlar.  

Bütün hayatı boyunca eksikliğini hissettiği her şeyin sorumluluğunu kardeşine yükleyen kahramanımız için bir taraftan üzülürken, bir taraftan da kızdım.

Aslında ortaya çıkıyor ki, babasının davranışlarının sebebi de kendi annesi. Demem odur ki, yine her şey kadınlarda bitiyor. Hakkaten kadın dediğin, adamı vezir de eder, rezil de.

Kadın demişken, erkek bir yazarın bu kadar kadın karakter ve depresif bir kadının ruh sıkıntılarını içeren bir roman yazması kolay olmasa gerek. Kimi diyaloglarda bu zorluk, kadın karakterlerin erkek ağzıyla konuşması şeklinde hissedilse bile ruh hallerinin yansıtılması açısından yazarımız oldukça başarılı olmuş.

Kitapta çok kısaca değinilmiş olsa da bu hikayenin tamamını bir de Çiğdem' in ağzından dinlemek isterdim.

Öykünün nasıl sonlanacağı okuyucuya bırakılmış. Finalle ilgili benim de bir fikrim var elbet. Çok şaşırtıcı değil mi? Kitabı okumak isteyenler bundan sonrasını okumasın.

Bana kalırsa Müzeyyen o uçurumdan aşağıya atlamamıştır ancak kardeşini aşağıya itmiştir. Çünkü geçmişiyle hesabını kapatmak isteyen Müzeyyen, kendisiyle hesaplaşmaktan korktuğu için tüm acılarının müsebbibi olarak gördüğü Çiğdem' den kurtularak geçmişinden de kurtulacağını sanıyor.

Ah Müzeyyen, ah Müzeyyen!

19 Temmuz 2014 Cumartesi

Soğuk Dağ

Ofiste bir kitap kampanyası başlattık. Topladığımız kitapları bir vakıf/dernek aracılığıyla ihtiyacı olan okullara göndereceğiz.

Bu girişimle eninde sonunda birilerini sevindireceğimizi umuyorum ama şu aralar en sevinen benim. Ofis kitap cennetine döndü. Döndü de beni de aldı mı bir endişe. "Gönderim zamanı gelene kadar ben bunları nasıl okuyacağım" diye kara kara düşünerek bir taraftan da kendime hakim olamayıp zimmetime kitap geçirmekten korkuyorum.

Bu kadar girizgahtan sonra son okuduğum kitabı yazacağımı tahmin etmişsinizdir: Soğuk Dağ, yazar Charles Frazier. Aslında 2003 yılında filmi çekilmişti ve bir çok ünlü oyuncu rol almıştı. Yani filmini hatırlama olasılığınız daha yüksek.

Ben filmi izlememiştim ama çok da konuşulduğu için bir taraftan merak ediyordum. İşte bu kitabı da bağışlananlar arasında görünce hemen aldım, okudum.


Bu kitap yazarın ilk romanıymış ve Amerika'da oldukça başarılı olmuş. Eleştirmenler tarafından Amerikan İç Savaşı'nı en iyi anlatan roman kabul edilmiş.

Aslında bana kalırsa kitap bir yolculuk hikayesi. İç savaştan kaçan Inman'ın sevgilisi Ada'ya kavuşmak için çıktığı uzun yolculuğu anlatıyor.

Bu yolculuk sırasında karşılaştığı karakterler üzerinden de savaşın yıkıcı etkisine tanık oluyorsunuz. Savaş nedeniyle insanlığını kaybedenler, savaşa rağmen yaşamaya çalışanlar, hayatta kalma konusunda kendi savaşını verenler... 

Inman'ın yolculuğunun paralelinde de Ada'nın değişen hayatına, gündelik yaşamından kesitlerle tanık oluyorsunuz. El bebek gül bebek sürdürdüğü yaşamının babasının ölümünden sonra sırtına yüklenen sorumluklara nasıl da değiştiğini okuyorsunuz.

Kitapta beni en çok etkileyen kısım çocuğuyla birlikte hayatta kalmaya çalışan Sara'nın hikayesi oldu. Bizzat savaşa katılmayan, "evde kalan" kadınların savaşını anlatıyor. Hayatta kalma savaşını.

Amerikalı Amerikalıyı kırmış, bu da tarihi olmayan bir ülkenin bir tarih oluşturmasına vesile olmuş. Kitaba fon oluşturan bu iç savaş olsa da, savaşın kötülüğünü ortaya koyduğu için evrensel bir konusu var diyebiliriz.

Kolay okunan bir kitap. Inman ve Ada'nın hikayeleri arasındaki gidiş gelişler şeklinde anlatılan öykü kimi yerlerde ağırlaşsa da akıcı dili sayesinde rahat okunuyor. Filminin çok etkileyici olduğunu duymuştum, gerçekten de kitapta anlatılan mekanları hayal ettiğinizde filmin görsel olarak etkilyeici olduğunu tahmin etmek hiç zor değil.

İyi okumalar.

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Ada sahillerinde bekliyoruuuuuum

Bir önceki yazıda bahsettiğim seyyahlık ruhu bende de varmış galiba ve yavaş yavaş yüzeye çıkyor. Yani en azından işaretlerini veriyor.

Olaylar şöyle gelişti:

Geçtiğimiz hafta sonu sıcaklardan da bunalarak adalara denize girmeye gidelim dedik ve en yakın arkadaşlarımdan biriyle (ki bundan sonra kendisinden hamarat sarışın diye bahsedeceğim, bir de hamarat olmayan arkadaşım var, ondan da sonra bahsederim) Burgaz Ada'ya gitmek için cumartesi sabahı Bostancı İskelesi'nde buluşmak üzere sözleştik. Vapuru beklerken benim hamarat sarışın "Aslında Kınalı'nın plajı daha güzelmiş diye duydum" dedi.

Ve ben kabul ettim. Plaj gerçekten var mıdır, nasıldır, nerededir araştırmadan kabul ettim. Sonunu düşünen kahraman olamaz dedim kabul ettim. "Seyyah olacam ben" dedim kabul ettim.

Uzuuuun ama keyifli bir vapur seyahatinden sonra Kınalıada'ya vardık.

bir martıyı kadrajda yakalamak çok zormuş, öğrendim
Vapurdan indikten sonra hemen iskelenin sağ tarafında bir plaj vardı ama girmedik. Önce sabah kahvelerimizi içelim, hem bilgi alalım, hem de ortamı bir izleyelim diyerek bir pastaneye oturduk ve garsona sorduk "Bu adada denize girilecek en güzel yer neresidir?" İskeleye yüzünü dönünce sağ tarafı tarif etti.

Kahvelerimizi içtikten sonra söylediği tarafa doğru yürümeye başladık. Sahil boyunca artık ıssızlaşmaya başlayana kadar yürüdük. Gerçekten de yol boyunca plaj adı altında şezlonglar dizilmiş yerler vardı. Giriş ücretinin 10 tl olduğu bu plajlarda duş ya da wc bulunmuyor. Konuştuğumuz görevlilerden bir tanesi giriş ücretini belediyenin belirlediğini, Pazar günleri 20 tl'ye çıktığını ve yine belediyenin duş konmasını yasakladığını söyledi. Ben ablanın yalancısıyım. Kabin konusunu ise dört tarafına perde gerilmiş bir düzenekle çözmüşler ve kabinin her kullanımı ücrete tabi; 1 tl.

Yeme içme konusunu ise plajların hemen arkasında bulunan çarşıdaki kafe, restoran, bakkallarla hallediyorsunuz.

Sahil şeridinin sonuna doğru ise kendi plajı bulunan Teos Boncuk isimli bir restoran bulunuyor. Burası bir balık restoranı, afişlerden görüldüğü kadarıyla geceleri de canlı müzik, parti konseptine geçiyor.

Sahilin bu kısmını beğenmedik. Vapur iskelesinin yan tarafında yer alan ve duş, wc, kabin, tavla, okey, kafe gibi imkanlarla "her şey dahil" konseptinde (benim değil, kendi tanımları) 15 tl'ye hizmet veren plajı da iskeleye o kadar yakın olması sebebiyle beğenmedik.

Son olarak vapur çıkışında elimize broşürü tutuşturulan Kumluk Plajı seçeneği kaldı. Vapur iskelesinin az ilerisinden ücretsiz motor servisleri varmış. Bari buraya gidelim dedik. Motorun kalktığı yere gittik, çocuk demez mi servis şimdi gitti, o yolcuları bırakıp, geri dönüp tekrar dolması yarım saati bulur.

Engin yaşam tecrübelerimden öğrendiğim kadarıyla, bir satıcı sana herhangi bir şeyin olması "yarım saati bulur" diyorsa en az 1 saati gözden çıkarmak gerekir. Vazgeçeceğimizi anlayan çocuk "ben size yolu tarif ederim, isterseniz yürüyerek gidebilirsiniz, zaten yokuş yok, düz yol, 10 dakikada gidersiniz" dedi. Bu noktada engin hayat tecrübelerimizi bir kenara bırakıp "hem adayı görmüş olur hem de spor yapmış oluruz, yürüyelim bari" dedik.

Sahile paralel arka sokaktan, gölgeler içinde, güzel evleri görerek yaklaşık 20 dakikalık bir yürüyüşten sonra ada kulübünün hemen yanında olan Kumluk Plajı'na ulaştık. Söylemeye gerek yok, kulübe "üye olmayanlar giremez"."Yokuş yok" kısmı yalan, ama az eğim var denebilir.

Burası diğer gördüğümüz yerlere göre daha derli toplu, temiz görünen bir plajdı, zaten yorulduğumuz için de kalmaya karar verdik. Yaklaşık yarım saat dinlendikten sonra kendimizi denize attık ve yukarıda "gelmesi yarım saati bulur" denilen motor bir denize girdikten 15 dakika kadar sonra geldi.

Yani 20 dakika yürüme, 30 dakika dinlenme, 15 dakika deniz sefası toplam 65 dakika kadar sonra. Saçlarım beyazlayınca gönül rahatlığıyla "biz bu saçları değirmende ağartmadık koçum" diyebilirim.

Bu plaja giriş 20 tl, yani aslında motor servisi ücretsiz değil. Çok fazla seçeneğin olmadığı ancak pahallı bir restoranı var, üstelik menüdeki her şey gerek sunum gerek lezzet olarak çok sıradan. Hatırımda kalan fiyatlar şöyle: köfte 30 tl, patates 10 tl, kalamar 20 tl, küçük su 1,5 tl, çay 2 tl, bira 10 tl.

restorandan görünüm

Denize gelecek olursak, adanın hiç bir plajında, adı Kumluk olan da dahil olmak üzere, kum yok. Her yer taşlık ve de yosunlu. Müthiş öngörümle deniz ayakkabılarımı yanıma almış olduğum için problem yaşamadım.

Su kötü değildi, zaten belli bir ısıya sahip, belli bir tuzluluk oranında, belli miktarda iyot içeren ve temiz olan her türlü su birikintisi makbuldur.

1996 yılından beri İstanbul'da ikamet etmeme rağmen ilk defa adada denize girmeye gittim. Bırak denize kıyısı olmayı, içinden deniz geçen bir şehirde yaşayıp da denizden bu kadar uzak olmak da benim tembelliğim, üşengeçliğimdir sanırım. Bundan sonra giderim herhalde.

Kınalıada'ya denize girmeye gitmek isteyenler için de umarım faydalı olur yazdıklarım.

dönüş yolu, bıraktığım en güzel iz

9 Temmuz 2014 Çarşamba

Yaz yaz yaz

Türk insanının geninde mi vardır nedir bilmiyorum ama tatil denince benim aklıma deniz, kum, güneş yani yaz gelir. E doğal olarak da yaz diyince tatil. Bundan kelli, takvimler 1 Haziran'ı gösterip, resmi olarak yaz mevsimine girilmesiyle beraber ben de tatil hayalleri kurma sezonuna girerim.

Bu sene de havalar geç ısınmasına rağmen, hayal sezonum hiç sektirmeden 1 Haziran'da başladı. Kocccccaaaamaaaaaaaan yaz mevsiminde hepi topu 2 haftacık izin kullanabildiğim için sinekten yağ çıkarma hesabı tatil planlamaya çalışıyorum.

Hemen bir parantez açayım "bayramı var, uzun hafta  sonusu var birleştir" diyip ukelalık yapanlar: şaka yapmıyorum mayıs ayından başlayıp ekim sonuna kadar sadece ve sadece, pazar günleri hariç, 12 gün  - yazıyla ON İKİ gün - izin kullanabiliyorum. Kurum politikası. İster bayramın sonuna bağla, ister hafta sonunu uzat. Yaşasın kapitalizm. Parantezi kapattım.

Bu seneki tatilimizin bir haftasını teeeee ocak ayında planladık zaten, sıcak denizlere incez. Sıcak deniz gibisi var mı yaaa, şimdi gel de yıllar yılı bize tarih kitaplarında okutulan "Rusların sıcak denizlere inme politikaları"na hak verme. Ama sıcak denizler bizimdir, bizim kalacak.

Neyse efendim, bizim bir haftayı planladık. Kalan çok değerli bir hafta için de araştırmalara başladım. Tabii ki de internet sağ olsun. Hedef Yunan adaları.

Ben böyle Google vasıtasıyla aramalar yaparken karşıma bir site çıktı: http://www.sandaletliseyyah.com. Siteden alıntı: "42 yaşında bir doktorum. Evliyim, bir oğlum var.18 yaşıma girdiğim yıldan beri otostopla geziyorum. Bazen bisikletle gezdiğim de oluyor..."

Sitenin sahibi Bora Bilgin, gerçekten de çok yer gezmiş, gezdiği yerleri çok güzel anlatmış. Her seyahatiyle ilgili bütçesini paylaşmış, kitap ve müzik önerisinde bulunmuş.

İmrenerek okuyorum, okudukça hem hayran kalıyorum hem de "bizimki de hayat mı ulen" diye depresyona giriyorum.

Seyyah ruhlu olmak bu oluyor sanıyorum. İşte bende olmayan şey bu. Yarın akşam nerede ne yiyeceğimi planlamadan bu sabah kahvaltı yapamayan bir insan olarak "hadi düşeyim yollara, akşam beğendiğim otelde kalırım" demek ve ben, imkansız!

Eğer sonsuz zamanım ve sonsuz param olsa ben de gelişine bırakır, sabah yollara düşer akşam vardığım yerde günü bitirirdim. Ama yukarıda da içlendiğim üzere kısıtlı zaman ve bütçeyi düşünerek maksimum fayda sağlamak için optimizasyon yapmaya çalışıyorum. Mühendis falan da değilim halbuki.

Şaka bir yana sandaletliseyyah sitesini ziyaret edip, o seyahat yazılarını okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Depresyon konsunu da aşarsanız çok keyifle okuyup kendi tatil planlarınız için de faydalanacağınız bilgilere ulaşacaksınız. Garanti.

Teşekkürlerinizi buradan iletebilirsiniz.

2012 yazından, Santorini

8 Temmuz 2014 Salı

Musa Dağı'nda 40 Gün

Uzun zamandır kitap yazmadım, sanmayın ki okumuyorum. Okudum, okumaya devam ediyorum. En son okuduğum kitap 710  sayfa olunca araya bu kadar zaman girdi mecburen.

Okuduğum kitap Musa Dağ'da 40 Gün, yazarı Franz Werfel. 1933'te yazılan kitap Türkiye'de 1997'de yayınlanmış. Bu kadar geç olmasının sebebi ise konusu. Kitap 1915 yılındaki tehcirden kaçmak isteyen 7 köyün yaklaşık 5.000 kişilik nüfusun Musa Dağ'da geçirdiği 40 günü anlatılıyor.

Bir kere itiraf edeyim, ben bu kitabı okuyana kadar böyle bir olaydan bi-haberdim. Kitabı okuduktan sonra internette yaptığım araştırmalar neticesinde öğrendim ki kahramanlar hayal ürünü olsa da anlatılanlar doğru.

Her hikayenin en az iki tarafı vardır, burada da var. Orta okuldaki tarih öğretmenimizin bize tarihle ilgili ilk öğrettiği şey şuydu: "hiç bir tarihi olayı bugünün koşullarıyla değerlendirmeyin, tüm tarihi olayları yaşandığı zamanın şartlarında değerlendirin" Bu nedenle tehcir kararını tartışmayı o günün şartlarını bilen tarihçilere bırakıyorum, ben kitaba dönüyorum.

Hikayenin taraflı bir bakış açısıyla yazılmış olmasını bekliyordum elbette, bu nedenle okurken şaşırmadım. Ancak taraf tutma konusunun abartıldığını söylemeliyim. "Taraf tutma nasıl abartılır" diyenlere kısaca şöyle özetleyeyim: kitabın ortalarında bir yerde Ermeni toplumunun ne kadar gelişmiş bir entelektüel birikimi olduğunu kanıtlamak için Fransız toplumu ile karşılaştırılıyor. Ve sonuç: dünyanın tüm kültür mirasını Ermeni sanatçılara borçluyuz.

"Ay kültür dedin mi beni ayrı yere koyacaksın" dersem Allah çarpar, beni bilen bilir zaten. Ama bu halimle bile şak diye bir kaç tane Fransız yazar, şair, ressam falan sayabilirim, biraz zorlasam bilim adamı bile çıkartırım. Ama dünya literatürüne girmiş Ermeni sanatçı, bilim adamı ı-ıh çıkmaz, bu kapsamda bildiğim bir Kardashian'lar vardır, o da magazine olan ilgimden. Ama onların da dünya kültür mirasına katkısı tartışılır. Yazarımız farklı fikirde, Kardashian'lar konusunda değil de dünya kültür mirası hakkında. Olsun.

Bir de neredeyse tüm Ermeni karakterler insani vasıflar açısından mükemmele yakın tasvir edilmiş. Mesela dağa sığınanlar arasında bir de Fransız kadın var, ana karakterin karısı olarak yer alıyor. Hikayenin gelişimi içinde bu Fransız kadın bir Ermeni kadınla karşılaştırılıyor. Ermeni karakter 18 yaşında olmasına rağmen Fransız'la karşılaştırıldığında oturmuş bir karaktere sahip, erdemli, çalışkan, bir kadına atfedilebilecek tüm olumlu özelliklere sahip. Öte yandan Fransız ise çok yüzeysel, bencil neredeyse hain.

Dağa yerleşen yaklaşık 5.000 kişinin içinde ahlaki olarak düşük, kötü tasvir edilmiş karakterlerin neredeyse tamamının ise dışarıdan gelip bu köylere karışmış karakterler olması da dikkat çekici.

Sanırım taraflılık konusunda ne demek istediğimi anlatabildim.

Bir de sosyalistlere kötü bir haberim var: sınıfsız toplum ancak bir rüya. Kitapta ölümü beklediği tasvir edilen topluluk dağ yaşamını sürdürmek için belli kuralları uygulamaya çalışırken bile adeta kast sistemi gibi yapılanmaların oluştuğunu, savaşçıların yöneticileri, yöneticilerin sağlıkçıları, sağlıkçıların inşaat işlerinden sorumlu olanları, inşaatçıların mezarcıları diye diye her grubun bir alt grubu küçük gördüğü anlatılıyor.

Neyse işte, merak eden okusun, ancak kitap çok uzun, oldukça zaman gerekiyor haberiniz olsun. Kitabı okurken bir çok konuda "yaaa dur bakayım şu işin aslı astarı neymiş" diye araştırmaya vesile olması açısından iyi oluyor diyebilirim.

710 sayfalık kitabın kalınlığı bu kadar oluyor işte

2 Temmuz 2014 Çarşamba

Sosyal medyayı seviyorum

Mesela feysbukun hayatımıza getirdiği oyunlara bayılıyorum. Gerçi feysbuk vasıtasıyla eski sevgilisine gider yapanlara, memleket kurtardığını sananlara, kızım sana söylüyorum gelinim sen anla triplerine girenlere uyuz oluyorum ama napalım gülü seven dikenine katlanır.

Instagram' da pek başarılı değilim, bende fotografcı gözü yokmuş, bunu anladım ama başkalarının çektiği güzel fotolara bakmayı seviyorum. Selfie olayının suyunu çıkarmaya bayılıyorum. Bu sayede kendimi keşfettim resmen. Haşmetli bir burnum varmış meğersem.

Tivitırı da seviyorum, hızlı bir şekilde gündemden haberim oluyor. Ama asıl sebebim işimi görmesi. Son zamanlarda bir kaç tecrübem oldu. Bir firmayla ilgili problemim var çözemiyor muyum. Dayan tivitıra. Artık 140 karaktere ne sığdırabilirsem saydırıyorum. Valla anında çözüm geliyor yeminle.

Bugün mesela bir beyaz eşya firmasına musallat oldum. Olay şu: annemlerin çamaşır makinesinin tahliye kapağı kırılmış, yeni kapak almak istiyoruz. Sadece kapak satmıyorlarmış, pompayla birlikte almamız gerekiyormuş. Servise sorduk olmadı, çağrı merkezini aradık yok. Göz göre göre enayi yerine konmak adama koyuyor. Hırs yaptık, firmadan tanıdıklar falan koyduk aracı olarak.

Sonra bir tivit atayım dedim. Ama bildiğiniz gibi kurumsal firmaların, hele de uluslarası olanların sosyal medayada bir çok kullanıcısı oluyor. Ben de bu firmanın adının geçtiği tüm kullanıcılara ayrı ayrı tivitler attım. 1 saat içinde bizim problem çözüldü.

Bu arada tivit olayını abartmışım, firmanın teeee Amerika'daki merkezine de atmışım. Onlardan da cevap geldi, "Burası Amerika, hangi ülkedeyseniz şu adrese mail atın, yardımcı olalım" deyu. Tabi o sırada benim sorunum çözülmüştü lakin bu tivit olayını fazlasıyla ciddiye aldığım için cevap yazdım "Sorun çözüldü, ilginize teşekkürler, I love you" falan diye.

Adamlar gülmüştür herhalde, olsun ben işimi ciddiye alırım. Teee Amerikalara kadar sesimi duyurmuşum, cevapsız mı bırakacaktım.

Gerçi bu tivitır'dan problem çözme konusundaki ilk imtihanım büyük bir fiyaskoyla sonuçlanmış, zihnimde çeşitli varoluşsal sorular uyanmasına neden olmuştu. Meğer sorun benim güvenlik ayarlarımla ilgiliymiş. Listemdekiler dışında kimsenin tivitlerimi göremeyeceği, re-tivit edemeyeceği ayarlar koymuşum. Diyorum ya her şeyi ciddiye alıyorum diye, ondan işte. Allahtan neyin ne olduğunu öğrendim de düzelttim sonradan.

Dediğim gibi sosyal medyayı seviyorum, sosyal medya da beni sevsin istiyorum. "Zeki Müren de bizi görecek mi" hesabı oldu biraz. Olsun.

Blog'um için feysbuk sayfası açtım, oradan sevebilirsiniz mesela beni. Üşenmeyin, sayfada "beğen" e tıklayıverin, yeni yazılarımdan falan da haberdar olur, bağlantılarımı paylaşırsınız.

Peşin teşekkürler şimdiden.



fotonun konuyla alakası tam sosyal medayalık bir foto olması. tabii ki de ben çekmedim, kopirayt beyimindir