31 Ocak 2017 Salı

Napoli Romanları

En son ekim ortasında okuduğum kitabı yazmışım. O da Şili'nin hayır kampanyası olmasın mı? Bak sen şu işe. Gökkuşağı Günleri bize de nasip olur inşallah. Amin!

3,5 aydır kitap okumuyor değilim elbet ama okuma hızımın yavaşladığını inkar etmeyeceğim. Şu yaz saatinde kalmamız benim metabolizmayı fena etkiledi. Sabahları gözümü açamıyorum, iki sayfa okuyunca uykuya yenik düşüyorum.

Uykumla mücadele ede ede Elena Ferrante'nin dört kitaplık Napoli Romanları serisini bu kadar ayda ancak bitirebildim.


Şimdi ben konuya uykudan girince kitaplar hakkında olumsuz düşüncelere kapılmayın. Benim uyku olayım, son aylarda bir sürü şeyin bir araya gelmesiyle problem haline geldi. Yoksa Lenu ile Lila'nın 50'lerde başlayıp 60 yıl süren hikayesinin konuyla ilgisi yok.

Aksine okuması keyifli, çok akıcı ve samimi bir hikaye. Napoli'de, her türlü yoksulluk ve yoksunluğun içinde, erkek egemen bir kültürde; herkese ve her şeye meydan okuyarak var olmayı, başarılı olmayı, boyun eğmemeyi başaran iki kadının hikayesi.

60 yıl boyunca kah birbirlerine destek olarak, kah içten içe kıskanarak, kıskançlıklarından ateşlenerek hayata meydan okuyor Lenu ve Lila.

Hikayenin anlatıcısı Lenu. Ve Lenu o kadar iyi bir anlatıcı ki, Lila'yı o kadar güzel anlatıyor ki, bütün kitap boyunca okuduğum her satırda her şeyi bir de Lila'nın ağzından okumak istedim.

O Lila ki, sadece yaşadığı mahalleyi, hayatına dokunduğu insanları değil, kitabın okuyucularını bile kendine hayran bırakan bir yaratıcılığa, zekaya ve cesarete sahip.

Napoli'de fakir bir ailenin okutulmayan kızı olarak başladığı hayatını kendi istediği zaman istediği gibi şekillendirerek ayakkabı tasarımcısı, mahallenin hanımefendisi, ayakkabı dükkanı/sanat galerisi yöneticisi, fabrika işçisi derken en sonunda kendi şirketini kuracak kadar çeşitlendiriyor.

Sadece kendisinin değil, Lenu'nun da hiç farkında varmadan olduğu insan olmasını sağlıyor.

Tüm bunlara rağmen asla bir melek değil Lila, yeri geldiğinde kötü ve bencil yanlarını da görüyoruz. Ama Lila da başka türlü olamazdı zaten. Lenu'ya en büyük iyilikleri olduğu kadar en büyük kötülükleri de yapan Lila oluyor.

İşte bu yüzden hikayeyi bir de Lila'nın ağzından dinlemek istedim. Yaptığı kötülüklerin ne kadarını bile isteye, ne kadarını başka şansı olmadığı için yaptığını görmek için.

Her ne kadar kitaplar Lenu ve Lila'nın hikayesi diye başlasam da aslında bütün hikayeyi şekillendiren Lila. Ve ben Lila'ya hayran oldum. Kötülüğüne bile. Hayatta Lila ya da Lenu olma şansım olsaydı, sıkıcı Lenu yerine; kesinlikle seçimler yapan, hayallerinin ve isteklerinin peşinde koşan, bunun mükafatını da alan, bedelini de ödeyen Lila olurdum.

Siz de okuyun, seçiminizi yapın. İlla seçim yapmak zorunda da değilsiniz, sadece okuyabilirsiniz de.

22 Ocak 2017 Pazar

Sana kek yaptım

Karşı dairemize yeni evli bir çift taşındı. Allah mesut etsin, güle güle otursunlar.

Biz biraz hayırsız komşular olarak henüz güle güle oturun ziyaretimizi yapamadık ama ufak komşuluk alışverişlerimiz başladı.

Bir cumartesi günü kapı çaldı, açtım hanım kızımız elinde bir tabak, "kahvaltıya yapmıştım da size de getireyim dedim" dedi. Tabağı ellerim titreye titreye aldım. Çünkü yazılı olmayan komşuluk kurallarına göre bilirim ki o tabak boş gidemez. Ve ben bu mutfak yeteneğimle asla komşusuna ikramda bulunan bir yeni gelinle yarışamayacağımın farkındayım.

Bir an aklımdan, az bekle diyip tabağı boşaltmak geçmedi değil, hemen iade edeyim diye ama o kadar da değil, dedim, olmadı  hazır bir şeyler alır koyarım tabağa. Bütün bunlar saniyenin onda biri kadar sürede zihnimden geçti ve ben teşekkür ederek aldım o meşum tabağı: su böreği ve un helvası.

Anında götürdüm, beyime de biraz bıraktım. Çok da lezizdi. İlk zevk anı geçtikten sonra acı gerçekle yüzleştim, ben bu tabağı nasıl iade edecektim?

Bütün hafta sonu boş tabakla bakıştık durduk:



Sonunda planı yaptım: pazartesi akşamı kek yapacaktım, baktım olmuyor, salı günü hazır kurabiye felan alıp durumu kurtaracaktım.

Pazartesi akşamı işten gelip hemen bir şeyler atıştırdıktan sonra kolları sıvadım. Bir kere kabarmama riskini en aza indirmek için kağıtlı kek yapacaktım. Hatta işi garantiye almak için bazı kağıtları daha çok dolduracaktım ki kabarmasa bile zengin görünsün.

Benim kekleri yapmam, pişirmem ve soğuması saat 10'u buldu. Sonuç tam istediğim gibi olmasa da, ikram edilebilecekleri seçtim tabağa koydum.


Saat 12 de olsa ben o kekleri verecektim, kararlıydım. Elimde tabak, dayandım komşunun kapısına. Çalıyorum açmıyorlar, çalıyorum açmıyorlar. Yılmadım, kapı açılana kadar bekledim. Benim bütün hafta sonum kara kara düşünmekle geçtiyse, o kapı açılmadan bir yere gitmezdim zaten. Israrım karşısında mecbur kapıyı açmak zorunda kaldılar tabi sonunda, tutuşturdum eline tabağı "kek yapmıştım da, buyrun" diyerek.

Sanıyorum, aramızdaki ikram konusunu bu şekilde sonsuza kadar çözmüş oldum. Bir daha ikram geleceğini sanmıyorum.

19 Ocak 2017 Perşembe

2016 hesaplaşması ve 2017

2016 çok parlak fikirler için nasıl geçmiş e baktık. Peki ya ben? Ben nasıl bir yıl geçirmişim acaba?

Şöyle bir düşündüm de hayatımda, iyi ya da kötü, dönüm noktası diyebileceğim, büyük çaplı değişiklikler genelde çift yıllarda olmuş. Bugün olduğum insan olmamda büyük etkisi olan büyük dönüşümlerin tarihine bakıyorum: 1996, 2000, 2006, 2010, 2012.

Şimdi etkili bir giriş yapmak için tek yıllarda olmuş olan önemli bi şeyleri es geçiyor olabilirim, ama çok takılmayın. Çift yıllara odaklanıyoruz. Ha 1996'dan önce hiç mi bir şey yok diyorsanız, varsa da çok hatırlamıyorum demek.

2016 da bu genellemeden kusur kalmamış. Bu anlamda kişisel tarihime damgasını vuran bir yıl olmuş.

Nostramadus'a bağladım gibi oldu. Birazdan kehanetlere başlarsam şaşırmayın.

Kendim için yaptıklarımdaysa 2016'yı çok kurak geçirmişim. 2015 biterken yazdığım dileklerime baktım, seyahati becermişim, o 7 kiloyu da verdim ama 5'ini geri aldım o yüzden sayılmaz, kitap kulübü ise külliyen hikaye.

Bir sosyal sorumluluk projesinde aktif rol almak gibi bir dileğim vardı, o da fos çıktı.

Önceki senelerde azimle yaptığım spor desen tırt oldu, 3 gün konusunda ısrar ediyorum ama içi boş. Zumbayla atla zıpla, yogayla nefes al nefes ver. O kadar.

Blog konusunda da tembellik yapmışım.

Ay ben koca sene ne yapmışım ki? Bir bitki gibi sadece nefes alıp vermişim. O bitki ki oksijen üretiyor, bende o da yok!

Bak bu hesaplaşma ağır oldu, depresyona girdim girecem. Burada kesiyorum. Önümüzdeki günlere bakalım.

2017'den ise tabii ki daha çok seyahat, kesinlikle daha fazla eğlence istiyorum. Bunun dışında sakin bir yıl geçirmek istiyorum. Haberler sakin olsun, günlerim sakin olsun...

Hedefler koyup buralardan ilan etmenin de bir işe yaramadığını gördük, bu sefer de oluruna bırakayım bakalım.

Bir de erkekler dar kesimli, kısa paçalı, renkli pantolonlar giyip altına hem de çorapsız kösele ayakkabı giymesin istiyorum.

Son olarak da anayasa bu şekilde değişmesin istiyorum.

16 Ocak 2017 Pazartesi

Çok Parlak Fikirler 2016 Raporu

Her sene başındaki blog raporumu bu yıl es geçmeyecektim herhalde! Takip edenler bilir, 2016 blog açısından verimsiz geçti. Ben tembellik yaptım inkar etmiyorum ama koşullar da benim tembelliğime çanak tutmadı değil.

Lafı uzatmadan rakamlara geçeyim:

* Toplam 92 yazı yazmışım. Haftada 1,77 tane. Bunun böyle olacağını sene başında öngörmüştüm ben.

* Yine en çok tatil ve kitap kategorilerinde yazmışım. Evren yine kayırmış beni. Şükür! Bu böyle devam etsin inşallah. Amin!

* 2016'da yıllık sayfa görüntülenme sayım 17.331 olmuş. Her sene artış olması güzel bir şey. Ama daha çok artsa olmaz mı?

* Bir sevindirici haber ise yayına geçtiğim Temmuz 2013'ten bu yana en yüksek aylık görüntülenme sayısına ağustos 2016'da ulaşmam. Daha nice rekorlara inşallah. Amin!

* 2016 yıl sonu itibariyle yazdığım bir yazı ortalama 98 kişi tarafından okunmuş. Hiç burun kıvırmayın. Benim meşhur excel ölçü birimime göre 2 sayfaya ulaşmışım. Az mı çok mu yorum yapmadan önce, bir excel'e herhangi bir gün içinde yüzyüze ya da telefonda iletişimde bulunduğunuz kişileri listeleyin bakalım 2 sayfa dolacak mı? Ben denedim, dolmuyor.

* 2016'da yazdıklarım içinde en çok okunan yazım ise Elveda Güzel Vatanım hakkındaki olmuş. Ahmet Ümit'e bu kitabı yazıp benim blog'uma da katkı sağladığı için bir kez daha teşekkür! Boşuna sevmiyoruz kendisini. İnşallah buradan sesimi duyururum kendisine: Başkomser Nevzat'ı özledik!

* Hep benim performansımdan bahsettik de biraz da siz okuyuculara bakalım. Ben daha az yazmışım ama siz de daha az yorumlamışsınız. 58 tanecik! 2014'te 60, 2015'te 78, aman ne güzel artıyor derken 2016'ya bak. Oldu mu şimdi? Olmadı.

* Bu senenin en havalı blog olayı ise beyimin hiç bir masraftan kaçınmayarak bana koca bir site alması oldu. Bunca yıllık hukukumuzda, bana aldığı en güzel hediye oldu bu. Artık bu çıtayı aşması için onun da daha fazla çalışması gerekecek. Bense, isteklerimi bir bir sıralayarak onun işini kolaylaştırmak için elimden geleni yapacağıma and içerim!

9 Ocak 2017 Pazartesi

Son günler

Bir ayı geçmiş şuraya iki satır yazmayalı.

Zamansızlıktan diyeceğim ama yalan. İsteyince her bir şeye zaman buluyorum.

Gerçekte iki sebep var: klavyesizlik ve de keyifsizlik.

Klavyesizlik efendim, beyimin bana HALA bir bluetooth'lu klavye almamış olması oluyor. Yılbaşı da geçti yok. Dur bakalım, şimdi sevgililer günü geliyor. Prensip olarak sevgililer gününe karşı olsam da, bir ihtiyacımın giderilmesine vesile olacaksa o prensibi yiyiveririm olur biter.

Klavye olmasa da olur ama bu keyif işi nasıl olacak bilmiyorum. Bir de içinizi ben sıkmak istemem ama bombalar, saldırılar derken nefes aldığımıza şükretmeye utanır olduk. Bu akşam da anayasa değişecek herhalde.

Vallahi şiştim, billahi şiştim.

Seneleeeeer önce, ben ingilizceyi yeni öğrenmeye başlamışken çok popüler bir mektup arkadaşlığı hadisesi vardı. Bugünkü feysbuk'un nostlacik hali. Böyle bir formlar doldurur, o formlara hangi ülkeden, hangi cinsiyette, hangi yaş aralığında mektup arkadaşı istediğimizi yazar sonra beklerdik. Yaklaşık 1 ay kadar sonra sonuç gelirdi.

Biz ingilizcemiz gelişsin diye ama daha da çok havalı diye hep Amerikalı arkadaş isterdik ilk seçenek olarak, lakin onlar bizi istemezdi herhalde ki hiç Amerikalı çıkmazdı. Ekseriyetle Finlandiya ve Kanada'dan çıkardı piyango.

Ben mesela pratik yapma işini çok ciddiye alırdım mektuplarda. İlla yeni öğrendiğim kelimeleri kullanacağım diye kendimi paralardım. Bu görev aşkıyla, "terrific" ve "terrible" kelimelerini karıştırıp, bana fotoğrafını gönderen kıza "You look terrible" diye yazmışlığım vardır. Eğitim zayiatı işte. Sonra bana bir daha yazmamıştı hatun kişisi.

Yine aile terbiyesi almış bir kızcağızmış demek ki de benimle ilişkisini kopararak tepkisini koymuş. Yoksa sen, 12-13 yaşlarındaki ergene iğrenç görünüyorsun de bakalım, neler oluyor.

Bu arada bir çift lafım da "terrible" ve "terrific" kelimelerini aynı anda öğreten eğitim sistemine: hiç sende insaf yok mu sızlamaz yüreğin!

Bir başka mektup arkadaşım da Kanada'dandı. Bak onunla yazışmalarımda hiç ölümcül hatalarım olmadı. Senelerce efendi efendi yazıştık. Sonra ne oldu bilmem koptuk.

Yazışmalarımızın ilk zamanlarında Körfez Savaşı patlamıştı da, hemen bana acil bir mektup gönderip "babamla konuştum, eğer sen ve ailen isterseniz savaş bitene kadar gelip bizimle yaşayabilirsiniz" demişti. Ben de artiz artiz "biz çok güvendeyiz, merak etme" diye cevap yazdıydım. O muymuş saf, ben mi bilemedim.

Biz bu arkadaşla birbirimizi kaybettik ama aradan 20 küsur sene geçtikten sonra o beni feysbuktan buldu. Yine iletişime geçtik. Feysbuk'tan arkadaş olmamamızın üstünden 2 ay geçti geçmedi havaalanında patlama oldu. Bizimki yine apar topar bana mesajlar attı "iyi misin, sağ mısın" diye.

Sanırım kızın hayatı benimle arkadaş olduğu sürece benim hayatım için endişelenmekle geçecek.

Sağım ama iyi miyim onu bilmiyorum.