29 Ekim 2013 Salı

Ce-eee

Bir kaç gündür sesim çıkmıyor. Meraklanmayın diye kısaca ses vereyim dedim.

Son günlerde enteresan bir şeyler yok yazacak. Ne bir film, ne bir oyun, ne bir kitap.

Bu süre zarfında okumaya da ara verdim sanmayın. Tam üç kitap bitirdim aslında. Seri. Ergen serisi. İsimleri Kırmızı, Mavi, Yeşil. Fantastik, zaman yolculuğuyla ilgili; eğlenceli, kolay okunan bir seri. Yazarı Kristien Gier. Anladığım kadarıyla kendisi Alman, ama hikaye Londra'da geçiyor. Bunun dışında hakkında yazabilecek bir şey yok. Zaman yolculuğunun her zaman kafa karıştırıcı olması dışında.

Şimdi ise elimde daha ciddi bir kitap var, bitince onu yazacağım. Beni okumaya devam edin...

Bunun dışında yeni bir şeyler yok. Biraz da hasta gibiyim. Grip falan değilim ama öksürüyorum, başka bir belirti yok henüz. Evde tedavi yöntemleri ile baş etmeye çalışıyoruz şimdilik.

Öksürüğe en iyi tedavi yöntemi ıhlamur kaynattım bugün. Bu arada bir yerlerde okuyup denemiştim, çok beğendim, sizlere de söyleyeyim. Ihlamuru içine ayva doğrayıp kaynatıyorum. Hem tadı hem kokusu daha güzel oluyor. Yarın durum iyileşmezse modern tıptan destek aramaya başlayacağım.

Bu yazıyı da ıhlamur tarifiyle noktalayıp ileriki günlerde daha güzel konular yazmak üzere, müsaadenizle battaniyemin altına kıvrılmaya geçiyorum.


24 Ekim 2013 Perşembe

Elemterefiş kem gözlere şiş

Dün o kadar hevesle zumba yaz. Ay öyle bayılıyorum, böyle seviyorum diye anlat.

Sabah uyanınca yataktan kalkmak isteme, sonra aklına gelsin ki akşam zumba dersi var. Yataktan kalkacak enerjiyi bul.

İşe git, bir kaç can sıkıcı olay karşısında "amaaaan boş ver, sakin ol, hem akşama zumba var" diye kendini avut.

İşten eve gelince koşa koşa salona git. Dersin başlamasına yarım saat var, bari ısınayım kendimi fazla yormadan diye koşu bandında hamster moduna gir.

Eeeee sonuç? Ders yokmuş. Hoca bileğini burkmuş.

Adaletin bu mu dünya? Ben yazdım ya zumbayı çok severim diye, biliyorum işte nazar değdi. Benim bir zumba kraliçesi olmamı istemeyen evrenin çeşitli gizli güçleri bir araya geldi ve dersi iptal etti. Amaaaa benim zumba sevgimin önünde kimse duramaz. Kaderin böyle ufak oyunlarına da pabuç bırakmam. İşte önlemim, kendim yaptım hem de.



23 Ekim 2013 Çarşamba

Kalplere vur bir zımba, zumba da zumba zumba

Spor maceralarımdan uzun süredir bahsetmiyorum. Daha önce burada ve şurada bu konuya değinmiştim.

Üşenmeyip de linklere tıkladıysanız bu konuya yaklaşımımı öğrenmişsinizdir. "Yok ben tıklayamam şimdi ne gerek var, zaten buraya da kazayla düştüm" diyenlere de kısa bir özet: 3,5 senedir düzenli olarak haftada 3 gün sektirmeden spora giderim ama spor yapmayı hiç sevmem.

Sevmezdim yani. Ama artık hayatıma zumba girdi.

Meğersem ki ben senelerdir vaktimi boşa harcamış, kendime boşuna zulmetmişim. Pilatesti, tae bo'ydu, yüzme, fitness, koşu bandı, eliptik boşu boşuna tepinip durmuşum deney faresi gibi.

Zumbanın adını senelerdir duyardım da ne olduğunu tam bilmezdim. Benim gibi bilmeyenlere hemen yardımcı olayım. Zumba şuymuş sevgili okurlar, sevdiğim şarkılar eşliğinde dans etmek, arada da fitness hareketleri yapmak.

Benim sevdiğim şarkılar da böyle fıkır fıkır, oynak şarkılar oluyor. Mesela Shakira, efendime söyleyeyim çeçeçere çeçeçere şarkısı, ondan sonracığıma nosa nosa.

Dans da kah salsa, kah hip hop, kah oryantal, kah da içinden geldiği üzere zıp zıp zıplamak, ter ter tepinmek oluyor. Fekat öyle bir ter atılıyor ki stüdyoda birbirimizi göremez oluyoruz adeta.

Anladım ki ben yıllardır her kapı gıcırtısına eşlik ederek zaten amatörce zumba yapıyormuşum. Şimdi de bunu hoca eşliğinde sistematik olarak yapmaya başladım. Çok eğlenceli ama biraz da tehlikeli olduğunu itiraf etmeliyim. Gerçi derste henüz benim gibi bir tehlike atlatan olmadı, zannımca bu konuda tekim. Ama benden başka kimsenin de kendisini bu kadar kaptırdığını sanmıyorum. Zaten benim tehlike de kendimi fazlaca kaptırıp, bir de hareketlere yorumumu katmaya çalışmamdan kaynaklanıyor. Yoksa zumbanın bir suçu yok vallahi. Tamam çok eğleniyorum falan ama biraz daha sakin olsam uzun vadede sağlığım için daha iyi olacak gibime geliyor.

Keyfim pek yerinde. Dersler haftada iki gün, iple çekiyorum.

Valla kırk yıl düşünsem o spor salonuna böyle hevesli, ayıla bayıla gideceğim aklımın ucuna gelmezdi. Daha neler görecez bakalım.

21 Ekim 2013 Pazartesi

Turşunun iyisi limonla mı olur sirkeyle mi

Ne güzel filmdi Neşeli Günler, seyretmeyen yoktur herhalde. Meşhur turşu suyu kavgası sahnesini de herkes bilir sanırım.

Ben de turşu suyunda tuzum bulunsun diyerekten hafta sonu ilk turşu kurma denememi gerçekleştirdim.

Aslında fikir beyimden çıktı. Cumartesi günleri evimizin çok yakınında pazar kuruluyor. Biz de fırsat buldukça pazara gitmeye çalışıyoruz, meyve sebze alışverişi için.

Son haftalarda pazarda bol bol turşuluk malzeme görüyorduk, beyim de çok sever turşuyu. Her gördüğümüzde turşu mu kursak diye fikir teatisinde bulunuyorduk. Bu arada şunu da belirteyim amcam turşucudur, evimizde her zaman kavanoz kavanoz envayi çeşit turşu bulunur. Böyle olunca da senelerdir ne dışarıdan turşu almışımdır, ne de kurmaya teşebbüs etmişimdir.

Bu hafta sonu beyim dedi ki "ben pazardan kornişon alıp turşu kuracağım". "E iyi, sen bilirsin" dedim, neticede ben bilmem beyim bilir. Bizimki gitmiş, hıyarları almış gelmiş. Eeee, bu turşu neye kurulacak, evde büyük kavanoz yok, aldın mı? Yok. Peki, evde biraz sirke var ama bakalım yetecek mi, sirke aldın mı? Yok. Sarımsak koymayacak mıyız, evdeki yetmez ki, aldın mı? Yok.

Görünen o ki beyime kalsa, o salatalıklar sihirli bir şekilde turşuya dönüşecek. Bir de Harry Potter'ın gerçek olduğuna inanan benim güya. Peheeeeeyyy.

Napacaksın, iş başa düştü. Bari dedim, sadece salatalıkla kalmayalım, lahanaydı pancardı çeşni de yapalım.

Aldık malzemeleri, pazar günü giriştik. Şimdi ilk denememde buradan tarif vermek haddime düşmez. Zaten internette envayi çeşit tarif var.

Ama prensip şu, kavanozları kaynar suyla dezenfekte et, malzemeleri iyi yıka, pancarları haşla, salatalıkları del, lahanaları doğra, tuzlu suyu hazırla.

Bizim ölçümüz yaklaşık 2 lt suya 2 kaşık tuz, bir çay bardağı sirkeydi. Yaklaşık iki baş da sarımsak kullandık. Bunları aşağıda resmini gördüğünüz üç kavanoza pay ettik. Tabii ki de kavanozların dibine nohut da koyduk. Bir de salatalık kavanozunun en üstüne hem malzemeler hava almasın hem de aroma versin diye kereviz sapı ya da asma yaprağı koymak gerekiyormuş. Ama bunlar evde yoktu ve dışarı çıkmaya da üşendiğimiz için biz maydanoz koyduk. Yorumumuzu kattık yani.


Fotonun kalitesinden çok belli olmuyor ama kavanozların görüntüsü, renkleri muhteşem, çok albenili. Bakalım tatları nasıl olacak, heyecanla beklemedeyiz.

20 Ekim 2013 Pazar

Nihayet sonunda blog'un adına yaraşır bir yazı...

Şu anda mutluluk göz yaşlarımı tutamıyorum.

O kadar hayıflan, "vay ben blog'u açtım, ismini de bir hata yaptım çok parlak fikirler koydum ama fikir mikir yok" diye düşün dur. Hiç başka derdin yokmuş gibi bi de buna dertlen, uykuların kaçsın.

Ve sonra çözüm hiç beklenmedik bir yerde karşına çıksın.

Bu bir mucize değilse mucize nedir a dostlar!

Bayram tatilinde eşimin ailesini ziyarete gittik, hep birlikte güzel bir bayram geçirdik. Bu arada geçmiş bayramınızı da kutlayayım.

Soba üstünde kestane keyfi, mis yemekler, birlikte olmak, işte bayram budur. Ama bu yazının da konusu olan parlak fikir benim için bayramı daha da anlamlı hale getirdi.

Bu kadar girizgah ve reklamdan sonra "kanserin çaresini buldum, AIDS'e ilaç ürettim, hiç bir şey yapmadan kilo vermenin sırrını açıklıyorum, 5 günde 5 milyon $ nasıl kazanırsınız" tarzı bir fikir bekliyor olabilirsiniz. Eğer öyleyse okumayı burada kesin.

Zira benim bulduğu fikir tencere kapakları ile ilgili.

Mutfakla aram evvel ezel iyi olmadı, becerikli değilim dedim, kendimi böyle kabullendim huzuru buldum. Ama yeteneğin yanı sıra imkanların da mutfakla yıldızımın barışmamasında önemli bir faktör olduğunu düşünüyorum.

Şöyle ferah feza, her şeyin elimin altında düzenli bir şekilde olduğu bir mutfak hayal ederim. Hani bir tabak indirmek için tüm dolabı boşaltmak zorunda kalmayacağım türden. Maalesef mümkün olmadı. Bir kere ne kadar dolap olursa olsun asla yeterli değil. Yer konusunda en büyük dertlerimden biri de tencere kapakları.

Hayır efendim çok tencerem olduğu için değil. Ama o tencereleri kapakları ile üst üste koyunca iç içe geçirmek mümkün olmuyor, çok yer kaplıyorlar, dolaba sığmıyorlar. Kapakları ayrı saklayayım da tencereleri iç içe koyayım desem bu  sefer de dolap açılır açılmaz tencere kapakları taarruza geçip kendilerini dışarı atmaya çalışıyorlar. Tam bir sinir harbi.

Ancaaak, her derdin çaresi varmış, sorun nereye bakacağını bilmekmiş. Nitekim bayramda kayınvalidemin dekorasyon dergilerini karıştırırken çözüm karşıma çıkıverdi. Tamam fikir bana ait değil ama sonuçta bir fikir. Bayıldım, hemen uyguladım.Yani proje bana ait de uygulamayı beyim yaptı. Şimdi bir düşündüm de proje de bana ait olmayabilir. Ama sonuçta dün o mis gibi havada beyimi zorla Ikea'nın kalabalığına ben soktum.

Benim gibi bu dertten muzdarip başka insanlar varsa ve hala çözümü bulamamışlarsa diye de yemedim içmedim fotosuylan beraber hemen buradan paylaşayım dedim.


İşte tencere kapaklarını bu şekilde dolap kapaklarının içine monte edeceğiniz demir çubuklara takarak saklayabilirsiniz. Demir çubukları biz Ikea'dan aldık, başka yapı marketlerde de bulunabilir sanırım. Tezgah altı dolaba iki tane monte edilebiliyor, fazlası menteşelere falan denk gelip kapağın kapanmasını engelliyor. Biz iki kapağa uyguladık, tencere ebadına göre 12-14 tane kapağı bu şekilde saklayabiliyorum. Çok büyük kapaklar ağırlık nedeniyle sorun yaratabilir belki.

Güle güle kullanın.

13 Ekim 2013 Pazar

Görülen lüzum üzerine...

...bu yazıyı yazma ihtiyacı hissettim.

Bu blogu açmaya karar verdiğim akşama gidelim. Bir eğitimden çıkmış, uzun süredir görmediğim iki arkadaşımla buluşmuştum.

Buluşma mekanına ben onlardan biraz daha erken gittim. Bir kadeh rose şarabı ve peynir tabağı sipariş ettim. Sonra bizimkiler geldi, hemen bir şişe şarap söyledik, yanına atıştırmalıklar. Keyifle sohbete başladık.

Konuşuyoruz, anlatıyoruz, dinliyoruz, gülüyoruz, eğleniyoruz. Ben onlara o gün gittiğim eğitimden bahsettim. İşlerimiz, eğitimler falan hakkında makaraya başladık. Ben bir inciler yumurtluyorum ki sormayın. Daha da çok gülüyoruz.

Derken dedim ki "İş hayatı hakkındaki bu parlak fikirlerimin sadece beni şahsen tanıyan ve samimi olduğum seçkin bir zümreyle kısıtlı kalması çok yazık. Bence bir blog açıp bu fikirlerimi oradan paylaşmalıyım ama kimliğimi de gizli tutmam lazım"

Bizim kızlar dururlar mı verdiler gazı "aç tabi, biz yayarız herkese, seni plazakaşarı gibi efsane yaparız" Hemen gözümde canlandı, ben yazıyorum, yazdıkça efsane oluyorum, ama kimliğim gizli kalmaya devam ediyor, ofiste öğle yemeklerinde arkadaşlarım bu efsaneyi konuşuyor "yine döktürmüş bizimki, ne güzel yazmış, ne doğru tespitler yapmış". Bense yüzümde müstehzi bir gülümsemeyle sadece dinliyorum arada "allah allah" diyorum "ne yetenekli insanlar var"

Tamamdır, başlıyorum.

Bir kaç gün sonra oturuyorum bilgisayarın başına, isim arıyorum, onu deniyorum olmuyor, bunu deniyorum kapılmış. İsim bulamamak biraz canımı sıksa da yılmıyorum, sonunda o da ne, cokparlakfikirler rumuzu kimsenin aklına gelmemiş. Bu bile aklıma gelenlerin ne kadar parlak fikirler olduğunun bir işareti adeta.

Sonra başlıyorum yazmaya.

Yalnız ufak bir teknik problem çıkıyor. Blogun adını görenler genelde daha önce hiç duyulmamış tercihen ticari fikirlerle karşılaşacağı beklentisine giriyor.

Halbuki durum bu değil, ben okuduğum kitapları, izlediğim filmleri, gördüğüm yerleri yazmaktan keyif alıyorum. Zaman zaman da çeşitli konular hakkında kendi fikirlerimi paylaşıp ahkam kesiyorum. Fikirlerime katılmıyor olabilirsiniz ama bence çok parlaklar. Ve sonuçta bunlar da birer fikir.

Kimseyi yanıltmak gibi bir niyetim yoktu, ama olaylar böyle gelişti işte.

Şimdi bu blog'un adını değiştirmeye kalksam adres de değişecek, bunca zamandır yazdığım yazılar ne olacak, hasbel kader beni okuyan bazı insanlar yeni adrese nasıl gelecek vs teknik problemlerden dolayı da bu ismi kullanmaya devam edeceğim gibi görünüyor.

Yani durum bundan ibarettir.

Bu arada beni gaza getirerek bu blog'u yazmama vesile olan iki arkadaşımdan da o gün bugündür haber alamıyorum, ilk 1-2 yazıyı okuyup feysbuk'ta paylaştıktan sonra ortadan kayboldular. Ne bir yorum, ne bir eleştiri, ne bir tanıtım faaliyeti...

Yazıları yazmak da reklam, tanıtım faaliyeti yapmak da bana düştü. Allahtan kardeşim reklam faaliyetlerine az da olsa katkıda bulunuyor. Ama bütün yük benim omuzlarımda.

Şimdi biz bu kızlarla bayram sonrası bir kahvaltı organizasyonu yapacağız, bakalım bu buluşmadan ne aksiyonlar çıkacak. Yalnız bu sefer boş vaatlere kanmam, senet falan imzalatırım. Herkesin sorumluluğu belli olsun canım.

11 Ekim 2013 Cuma

Herkes iyi olduğu işi yapsın

Harry Potter hayranlığımdan daha evvel bahsetmiştim. Okumak isteyen varsa bi zahmet buraya bir tık.

Harry'nin hikayeleri bittikten sonra bir boşluğa düştüm. Belki yine beni böyle saracak bir hikayeye denk gelirim diye az mı yatırım yaptım. Bir umut kitapçılarda gördüğüm kapağında fantastik resimler bulunan, ismi de biraz gizem çağrıştıran ne kadar kitap varsa aldım. Yok efendim Ay'ın kızları Luna, Nina, vay efendim kehanetli Gregor, vampirler dünyası...

Hepsi fasafiso...

Harry Potter'daki akıcılığın, yaratıcılığın, gizemin esamesi okunmuyor hiç birinde. Bunları gördükten sonra Rowling teyzenin ne kadar iyi bir hikaye anlatıcısı olduğunu bir kez daha anladım, takdir ettim, imrendim.

Serinin devamını yazmayacağından emin olduğumda ise yıkıldım. Sonra okudum ki yeni bir kitap yazacakmış, adı Boş Koltuk. İçinde sihir olmayacakmış, yetişkinlere yönelik olacakmış. Biraz umutlandımsa da kendimi pek kaptırmadım. Nitekim kitap Türkçe yayınlandıktan sonra pek ismi duyulmadı, kesinlikle bir Harry değildi. Ben de alıp okumadım.

Bir arkadaşım (hani şu televizyonda yararlı programlar izleyip sonra bunları bizimle paylaşan muhteşem zat, merak edenler buraya) kitabı almış ama henüz okumamış. İstersem bana verebilirmiş.

Geçen hafta bu kitabı okudum. Harry Potter gibi bir kitabı yazabilecek yetenek ve hayal gücüne sahip bir kadın neden bu meziyetlerini boşa harcar diye de düşündüm durdum. Acaba bu kitabı neden yazmış olabilir diye bol bol merak da ettim.

Roman çok kolayca okunuyor. İktidar hırsının insana neler yaptırabileceği, herkesin karanlık bir yönü olabileceği, insanların sahip olmadığı şeyleri daha değerli zannettiği gibi mesajlar var tamam. Ama yine de bu kitabı neden yazdığını hiç anlamadım. Hayır yani, ben hiç bir kitabı "aman da bir şeyler öğreneyim, ufkum genişlesin" diye okumaya başlamam. Daha önce de bahsetmiştim, ben kafamı boşaltmak, iyi vakit geçirmek, hayal kurabilmek için okurum. Haaa bu arada bir şeyler de öğrenirsem itirazım olmaz.

Ama dediğim gibi bu kitabın neden yazıldığını anlamadım. Eğer sihirli kitapları okumamış olsaydım böyle bir soru aklıma bile gelmezdi eminim. Ama ne yapalım, kitapla ilgili uyarıları da okumuş olmama rağmen şartlanmışım bir kere. Ne olur inat etmeseydi de, Harry'nin hikayelerini yazmaya devam etseydi? Bizler daha mutlu, o da daha zengin olurdu.

Bu kitabı ne tavsiye ediyorum ne tavsiye etmiyorum. İsteyen okusun. Ama güzel haber, Rowling Teyze yakın zamanda bir açıklama yapmış. Sihir dünyasına geri dönüyormuş. Harry Potter hikayesi değil ama o dünyayla ilgili bir roman yazacakmış.

Hah şöyle, herkes iyi bildiği işi yapsın, yetişkinlere yönelik sıkıcı romanları başkaları da yazabiliyor zaten.


9 Ekim 2013 Çarşamba

İş olacağına varır

Bir süredir kişisel gelişim maceralarımdan bahsetmiyorum diye bu konuyu rafa kaldırdığımı sanmayın. Şu anda okuduklarımı hazmedip uygulamaya çalışma aşamasındayım. Gerçekçi olalım pek başarılı olduğum söylenemez ama deniyorum. Gerçekten.

İki gündür, ofiste uğraştığım bir iş var. Bir konunun tarihçesi ile ilgili sunum hazırlamam gerekiyor. Bu konuda yapılan projeler hakkında bilgi vermem falan lazım. Bunun için yaklaşık 4 yıl geriye dönmek gerekiyor. Proje statü dokümanlarını, eski yazışmaları tarıyorum.

Bu iş nedeniyle bir kez daha gördüm ki istediğin kadar kitapları devir, pratik yap, çalış didin; gerçek hayat başka. Herkes için durum bu.

Allahım allahım, söz uçup yazı kalıyor hakikaten, unuttuğum bir çok detayı iki gündür yeniden hatırlıyorum ve okurken bile strese giriyorum. Neler yaşamışız neler. Bahsettiğim projeler en az 4-5 farklı firmanın taraf olduğu, üst yönetimin de çok yakından takip ettiği konulardı. Neredeyse her gün en tepelere rapor veriyormuşuz.

Raporların içeriği ise "bugün de şu aksaklık çıktı, şu risk gerçekleşti, lansman tarihi ötelenme riski oluştu" minvalinde.

Tüm proje ekibi gerim gerim gerilmiş, herkes birbirinden nefret eder hale gelmiş. Maillerde gerçekten söylenmek istenenler söylenemeyen sözlerle açık bir şekilde ifade edilmiş. Her yazışmada ünlemle biten en az bir cümle. Tüm taraflar aksaklığın kendilerinden kaynaklanmadığını kanıtlama telaşında. Daha neler neler.

Bu insanların hiç biri asosyal, cahil, kaba saba değil. Hepsi de eğitimli, kültürlü, görgülü, bilgili insanlar. Kişisel olarak bazılarından hoşlanmasam da çoğunun medeni olduğu konusunda şüphem yok. Sakin, soğukkanlı profesyoneller. Hatta bir kısmı için lokum gibi bile diyebilirim. Ama işte zaman zaman ben de dahil, bazılarımızın içinden birer canavar çıkmış adeta.

Sebep? Baskı. O proje dönemlerinde yaşanan/yaşatılan baskıyı burada kelimelerle ifade edebilmeme imkan yok.

Sonuç? O kadar yıpran, ilişkiler alt üst olsun her zaman olduğu gibi iş yine olacağına varmış. O zamanlarda yaşanan o stresler unutulmuş gitmiş, yerine yeniler gelmiş.

Elbette kendimi geliştirme çabalarımdan vazgeçmeyeceğim ama anladım ki ne kadar gelişirsen geliş iş olacağına varıyor.

Bir şeyleri tersten anlıyormuşum gibi bir hissiayat kapıldım bir an, ama geçti.

8 Ekim 2013 Salı

Neden yazıyorum? Türk milletini en iyi şekilde temsil etmek için...

Şu anda aklıma yazacak hiç bir şey gelmiyor, tamamen mahalle baskısından dolayı çiziktirmeye çalışıyorum.

Sevgili kardeşim teeee İzmir'lerden beni denetliyor, üç gün yazmasam hemen hesap soruyor "Neden yeni yazı yok?"

Gerçi böyle iyi niyetle hesap sorma girişimleri sırasında bazen sobeleniyor da. Bugün mesela telefonda konuşuyoruz, "Neden yazmıyorsun, neredeyse bir hafta oldu?" diye sordu. Hehhehe hemen cevabı yapıştırdım tabi, "Dün yazdım, demek ki bakmıyorsun bolg'a" diye.

Yaaa  işte insan böyle yakalanıverir bir anda.

Aslında gerçekten çok yoğun bir programım var, akşam işten 7 civarı geliyorum, saat 12 civarı da yatmam lazım yoksa uykumu alamıyorum. Hepi topu 5 saatçik kalıyor bana.

Haftada 3 akşam spora gidiyorum, bir akşam da Hürremim var, zinhar kaçırmam. E her akşam patlatmam gereken şekerler, kurtarmam gereken hayvanlar ve çözmem gereken cinayet vakaları var, feysbuk sağ olsun.

Bunun dışında beyim sağ olsun, sohbet etmeyi pek sever. Hafta sonu gazetelerini okumayı çok severim, gazetelerden ziyade ekleri. İki gün hafta sonu zaten hiç bir şeye yetmiyor, gazeteler de illa hafta içine sarkıyor. Kitap okunacak, dergi karıştırılacak, arada Home Tv'ydi, Dizimax'dı televizyonu da boş bırakmamak lazım.

E hafta sonu da geldi miydi, azıcık sosyalleş, azıcık aktivite yap, evle ilgilen derken zaman nasıl geçiyor zaten anlamıyorum.

Gördüğünüz gibi program çok yoğun.

Peki bu kadar hengamede blog mu eksikti, neden kendine iş çıkartıyorsun diye merak ediyorsanız (inşallah ediyorsunuzdur) hemen yanıtlayayım.

5-6 sene önce yüksek lisans yaparken bir hafta sonu bir arkadaşımla buluştuk kahvaltı için. Sonra bu arkadaşımın arkadaşı olan bir çift de katıldı bize; kadın Türk, adam Alman. Sohbete başladık hep beraber, derken Alman beyefendi bana "Eeee neler yapıyorsun?" diye sordu. "xxx firmasında çalışıyorum" cevabını verdim. "Yok, onu kastetmiyorum, iş dışında neler yapıyorsun, hobi gibi mesela" diye ısrarla beni köşeye sıkıştırmaya çalıştı.

"Hııı, bu aralar pek boş vaktim olmuyor, yüksek lisans yaptığım için, hafatada iki gün okul, kalan günlerde ödevdi, projeydi doluyor. İşte böyle vakit yaratabildiğim zamanlarda arkadaşlarımı görmeye çalışıyorum, bir de sinemaya falan gitmeye çalışıyorum" diye durumu kurtardım.

Sonra dedim ki kendi kendime, yav iyi ki bu yüksek lisans olayına girişmişim, yoksa ne yanıt verecektim? Bir yerde milletimizi temsil etmenin sorumluluğunu taşıyordum yani. Türkler hakkında "Aman da hiç bir faaliyetleri yok, ot gibi yaşıyorlar" diye düşünülmesine sebep olmak vardı işin ucunda, neyse milli gururumuzu kurtardım çok şükür.

İşte, yüksek lisanstan mezun olduğum günden beri bende bir dert bir tasa. Yine bir gün böyle biri ile sohbet etmek durumunda kalırsam, bana da neler yaptığımı soracak olursa ben ne yanıt veririm diye düşün düşün dur.

Resim yapayım dedim bir ara. Böyle havalı da olurdu hani sordukları zaman, "Resimle uğraşıyorum, yakında bir sergi açılışım olacak, beklerim" derdim. Sonra aklıma ilkokulu dereceyle bitiremememin sebebinin resim dersi notlarım olduğu geldi, hiç denemeden vazgeçtim.

Resim olmuyor bari heykel yapayım dedim. Hem üniversitede seçmeli ders olarak seramik dersi almıştım, biraz altyapı var yani. Üstüne üstlük okuldan mezun olduktan sonra bir kaç sene de seramik kursuna gitmişliğim vardı. Sonra aklıma geldi, ben kursa giderken böyle desen çalışmasıydı, sepet örmekti falan ince işler yapılması gerektiğinde becermezdim, benim işlerin yarısını hoca yapardı. Anladım ki o da olmaz.

Müzikle uğraşayım dedim, kimse benimle beraber müzikle uğraşmak istemedi. Hatta bir arkadaşımın kardeşi gitar dersleri alıyordu, pratik yapmak için o çalarken söyleyecek soliste ihtiyacı vardı. Ev ahalisi bir iki destek vermiş ama sıkılmış. Bizimki çaresiz. "Aaaa ben seve seve yardımcı olurum" dedim. Bir iki denemeden sonra kibarca gitar çalışmasının o kadar da elzem olmadığı mealinde laflar söyledi, o iş de rafa kalktı. Kendi kendine ayna karşısında ya da mutfakta falan şarkı söylemeye de tam olarak hobi denemez.

Netekim baktım ki benim hobim bir sanat icra etmek olamayacak, bari yazayım dedim. Bir gün birisi bana sorarsa neler yapıyorsun diye, gururla "blog yazıyorum" diyeceğim.

Allahım inşallah bir gün birisi sorar.

6 Ekim 2013 Pazar

Veeee perde

İstanbul'a üniversite okumak için geldim, sonra da kaldım. O zamana kadar Batı Karadeniz'de oturduk, gerçi ben üniversiteye gittikten sonra ailem 9 sene daha orada yaşadı. İşleri nedeniyle. Kardeşim de üniversiteden mezun olduktan sonra bizimkiler emekli oldular, şimdi de yılın yarısı Ayvalık yarısı da Bursa'dalar.

Gittiğim okullar hep devlet okuluydu. Büyük bir şehirde yaşamıyor olmamıza rağmen aldığımız eğitim açısından çok çok şanslıydık. Öğretmenlerimizin bilgisi ve görgüsü tartışılamaz bir şekilde üstün seviyedeydi, çok aydın insanlardı. Bizleri sadece okul müfredatında en iyi şekilde eğitmekle kalmayıp çeşitli sanat ve sporda dallarına yönlendirip teşvik etmişlerdir.

Belki o günlerde bunun ayrımına tam olarak varamamıştık ama şimdi yıllar geçip de geriye dönüp baktığımda ve farklı insanlar tanıdıkça sahip olduğumuz bu şansı çok daha iyi takdir edebiliyorum.

Ancaaaaak, itiraf etmeliyim ki şu anda iyi bir tiyatro izleyicisi olamamamın sebeplerinden biri de bu değerli öğretmenlerimden biriydi.

Ne yaptı sana diye soracak olursanız, hiç bir şey derim. Sadece bir derste sınıfa bir tiyatro seyircisinin uyması gereken görgü kurallarından bahsetmişti. Tiyatroya giderken sinemaya gider gibi gidilemeyeceğini, kılık kıyafete özen gösterilmesi gerektiğini söylemişti. Kot pantolon-tişört-lastik ayakkabı ile tiyatro salonuna girilemeyeceğini, kadınların şık kıyafetler giymeleri gerektiği, erkeklerin ise muhakkak kravat takmaları gerektiğini belirtmişti, aksi bir davranışın sahnedeki sanatçılara karşı kabalık olacağını ekleyerek.

Elbette tüm bunları bizlere faydalı olması, tiyatro sanatının hak ettiği değeri vermemiz, sadece tavırlarımız değil dış görünüşümüzle de sanata duyduğumuz saygıyı belli etmemiz gerektiğini vurgulamak için söylediğinden şüphem yok.

Lakin bu sözler tiyatroya gitmeyi benim için uzun yıllar boyunca büyük bir sorumluluk haline getirdi. Yani öyle hadi deyip gidilecek bir şey değildi. Üstüne üstlük lojistik konular da işin içine girince çok sevmeme rağmen nadir gerçekleştirebildiğim bir aktivite haline geldi.

Zamanla bu tutukluğumu attım, özellike Avrupa yakasında otururken salonlar evime çok yakın olduğu için Devlet Tiyatroları ve Şehir Tiyatroları'nın bir çok oyununu görme fırsatım oldu. Ekim ayı itibarıyla tiyatro sezonu başladı, ben de bu sezon kararlıyım, mümkün olduğunca çok oyun göreceğim.

Cumartesi akşamı bu planın ilk aktivitesini gerçekleştirdik. Tiyarokare'nin Aşk'a 103 Adım oyununa gittik. Türü romantik komedi, oyuncular Özge Özberk, Bülent Seyran, Umran Ertok ve Suna Keskin. Konu, bir romantik komedi için çok klasik, evlilik aşkı öldürür mü?  Aşırı titiz bir avukatla, özgür ruhlu bir ressamın 1 haftalık evliliklerinin çatlak, emekli bir kaptan olan komşuları ve gelinin annesinin de yardımıyla sınanmasının hikayesi.

Öncelikle belirteyim ki oyunun yıldızı kayınvalide rolündeki Suna Keskin. Diğer oyunculuklar da kötü değil elbette ama Suna Hanım'ın doğallığı diğer oyunculardan bana geçemedi.

Uyarlama senaryo biraz zorlama olmuş gibi hissettim. Komedi türlerinde senaryo uyarlamak daha da zor oluyor.  Neyin komik olduğu kültürden kültüre fark gösteriyor.

Sonuç olarak, bu oyun için çok beğendim diyemiyorum. Ama yine de iyi ki gittik, bir tiyatro salonunun havasını solumak bile bana keyif veriyor.

1 Ekim 2013 Salı

Osuruktan teyyare, selam söyle o yare

Şu ana kadar yazdığım konular arasında ahkam kesmediğim bir kadın-erkek ilişkileri kalmıştı, aman dedim kusur kalmayayım, hemen bu konuda da fikirlerimi yumurtlayayım.

Ey erkek milleti, huzur itaatte, bunu aklınızdan sakın çıkarmayın. Mutlu mu olmak istiyorsun abicim, kadın ne derse uyacaksın. Öyle itiraz etmek, başka fikir ortaya sürmek falan bir işe yaramaz. İş yine olacağına varır. Eninde sonunda kadın kısmı dediğini yaptırır, yıprandığınla kalırsın.

Geçen gün bir tivit gördüm, çok hoşuma gitti: "taş fırın erkeğiyle kılıbık erkek arasında 10 dakika fark vardır, kılıbık erkek söyleneni hemen yapar, taş fırın erkeği 10 dakika sonra" İşin güzel tarafı ise bu tiviti beyim re-tivitlemiş oradan gördüm. Bir kez daha aynı fikirde olduğumuzu görmek memnun etti beni.

Haaa, bazen kadın kısmısı "fikrinizi almak" görünüşü altında size bazı sorular sorabilir. Mesela "acıktın mı?" "sinemaya gidelim mi? "yemeği hazırlayalım mı?" Aman diyim, sakın ha tuzağa düşmeyin. Cümle yapısının soru formunda olması sizi yanıltmasın. Tongaya basıp da soruları gerçek sanıp ciddi ciddi cevap vermeye kalkmayın.

Üzülürsünüz sonra karışmam.

Hayır efendim, bunun kesinlikle bencillikle falan alakası yok. Kötü niyetli olmayın. Bu tamamen biz kadınların siz erkekleri mutlu etme çabasıdır, sakın ola ki altında başka sebepler aramayın. Sanıyor musunuz ki bir kadın mutsuz olduğunda onun yakınında yöresindeki bir erkeğin mutlu olması mümkündür? Her şeyi sizin için yapıyoruz, kendimizi paralıyoruz burada, biraz takdir edin ve uyum sağlamaya çalışın.

Bu soruların meali aslında şudur: "acıktım hadi yemek yiyelim" "ben sinemaya gitmek istiyorum, hangi filmi görmek istediğini söyleyebilirsin ama o filme gitmeyeceğiz, ben seçtim bile" "yemeği hazırlasan hiç fena olmaz, biliyorsun aç olunca biraz asabileşebiliyorum"

Anlamış olduğunuz üzere bu sorular, emir kipi kullanamayacak kadar zarif hanımların erkeklerin yapmalarını istedikleri şeyleri söylemesinin kibar halidir. Nasıl garsona "bir su alabilir miyim?" dediğimizde aslında su alabilmek için garsondan izin istemiyorsak yukarıdaki soruları sorduğumuzda da gerçekten sizin fikrinizi öğrenmek istemiyoruz beyler, sadece nazik olmaya çalışıyoruz.

Haftsonu kahvaltıya gittiğimizde, "canım" dedim "kaşar peyniri de isteyelim mi?" Bizimki "hayır" dedi. Ne yapacağımı görmek için demiş. Sanki bilmiyor, döndüm garsona "kaşar peyniri de getirir misiniz" dedim.

Beyim bunu yazmamı istedi ve başlığı da özellikle kendisi seçti. Kıramadım kendisini. Nezaketten işte.