30 Kasım 2015 Pazartesi

Sersem Kocanın Kurnaz Karısı

Kimse başlığa bakıp da üstüne bir şey alınmasın, ben Devlet Tiyatroları'nın oyunun yazacağım.

Haldun Taner'in yazmış olduğu oyun, Türk tiyatrosu hakkında. Yabancı eserler sahnelenirken orijinaline sadık mı kalınmalı, uyarlanmalı mı, yerlileştirilmeli mi tartışmasını Moilere'in George Dandin oyununu sahneye koymaya çalışan bir tiyatro kumpanyasının gözünden ele alıyor.

Tomas Fasülyeciyan ve grubu İstanbul'da tiyatro yaparak barınamayınca Bursa'ya gider ve tiyatro sever Ahmet Vefik Paşa'nın himayesine girerek çalışmalarını burada sürdürür. Komediyi tiyatro adına felaket olarak gören ve tragedya üzerine tanımayan Fasulyeciyan ile tüluat'tan gayrısına yüz vermeyen Küçük İsmail Efendi'nin mücadelesi, Ahmet Vefik Paşa'nın tiyatro aboneliğini devlet memurlarına zorunlu kılması izleyicileri güldürüyor.

Lakin genel olarak komedi havasına sahip olsa da oyunda yer yer buruklaşmamak mümkün değil. Hele ki oyunun sonunda Fasülyeciyan'ın "bizlerin de toprağımız bol olsun" diye biten repliğini duyup da gözleri yaşarmayan insan değildir, bu da böyle biline.

Ben oyunu Cevahir Sahnesi'nde izledim. Uzun zamandır gitmediğim bu salonda kuş bakışı tiyatro izlemenin deneyimlenebileceğini unutmuşum. Tiyatro salonlarında daha iyi görüş açısı sağlanması için koltukların geriye doğru yükselmesi olağandır ama bu salonda arka sıralarda rakım oldukça yüksek:


Salonla ilgili söylenebilecek bir başka şey ise koltukların konforlu olmasına rağmen, arka taraflarda havalandırmanın oldukça yetersiz olmasıydı. Özellikle ikinci perdede bu durum daha da rahatsız edici bir hal aldı.

Bir de şu tiyatro seyircilerinin salona alınmadan önce yeterlilik sınavından geçirilmesini yetkililerden şiddetle rica edeceğim. Bir oyun sırasında flaşlı fotoğraf çekmek, instagram'a fotoğraf yüklemek ne demek? Ben oyuncu falan olsam bunları yapanları sahneye çıkarır, ibret-i alem olsun diye evire çevire döverim.

Tiyatroya ve oyunculara hak ettiği saygıyı gösteriniz.


25 Kasım 2015 Çarşamba

Anne Frank'ın Günlüğü

Amsterdam yazı dizimi Amsterdam kitabıyla sonlandırıyorum.

Amsterdam kitabı denince sizin aklınıza ne gelir bilmem ama benim aklıma tek gelen Anne Frank'ın Günlüğü.

1,5 seneden fazla olmuş, keyifli bir anımızda HS, OKHOK ve bendeniz "genciz, güzeliz Amsterdam'a gideriz" dedik.

Bu karar üstüne daha ortada vize bile yokken derhal Amsterdam'da okunacak kitap siparişimi verdim: Anne Frank'ın Günlüğü.

Sonra gidemedik, uzun hikaye.

Ahdettim, bu kitabı Amsterdam'da okuyacağım dedim, aylarca elim kitaba gitti, geri çektim. Derken kader yüzüme güldü, bana Amsterdam'a bir bizınıs seyahati ayarladı. Ben de kitabı okuyabildim.

Aslında bu kitabı yıllaaaaar önce, orta okul yıllarımda okumuştum. Ama tekrar okumak konusunda hiç zorluk çekmedim, hatta iyi ki tekrar okumuşum dedim.

Anne Frank'ın yaşına göre ne kadar güçlü bir kalemi, düşünceleri olduğunu görmek beni şaşırtsa da yaşadığı koşullar altındaki duygularını dile getirdiği kimi yerlerde aslında 15 yaşına bile gelmemiş bir çocuk tarafından yazılan satırları okuduğumu anımsadım.

Anne Frank'ın hüzünlü hikayesini bilmeyen yoktur: 13 yaşında ailesi ve aile dostlarıyla saklanmak için girdiği evde, kendi deyimiyle "Gizli Oda", 2 yıl süren bir hapis hayatından sonra bir ihbar sonucu yakalanır ve savaşın bitmesinden bir kaç hafta önce Bergen Belsen toplama kampında tifüsten ölür.

Bir paragrafa sığan bir hayatın ardından geriye sadece günlüğü kalır.

Kitabı okurken sık sık kendimi acaba aynı koşullar altında ben de Johannes Kleiman, Victor Kugler, Jan Gies, Miep Gies ve BepVoskujil kadar cesur olabilir miydim diye sorguladım. Cevap vermesi güç bir soru, umarım bir gün cevabı öğrenmek zorunda kalmam.

Hiç kimsenin cesareti ve ahlakıyla test edileceği günler yaşamamasını dilerim.

24 Kasım 2015 Salı

Amsterdam Köyleri 2. Bölüm

Orada bir kaç köy var uzakta dedik, o köylere nasıl gideceğimizi öğrendik, şimdi de biraz köylere bakalım ne var ne yok:

Broek in Waterland: İçinden kanal geçen bu köyde gölün çevresine dizilmiş güzel evleri görüp depresyona girmek istemiyorsanız burayı gezmeseniz de olur. Yaz döneminde gölde kayık falan kiralanıyormuş okuduğum kadarıyla lakin ben gittiğim zaman öyle bir şey yoktu. Ama evler, sokaklar çok güzeldi:

Bir de ağaçlar:


Broek in Waterland'da vaktiniz varsa 1 saatlik bir yürüyüş turu yapıp otobüsle bir sonraki durağa geçebilirsiniz.

Monnickendam: Otobüsten indikten sonra göreceğiniz kiliseye doğru yürüyün ve kiliseyi sağınıza alarak yürüyüşünüze devam edin. Yolun sonunda Monnickendam'ın meşhur çan kulesi ile karşılaşacaksınız:

Kulenin içinde Waterland bölgesinin tarihi hakkında bilgi alabileceğiniz küçük müzeyi gezebilirsiniz. Buralar bildiğin bataklıkmış ayol!

Müzede o ding dang dong diye çalan çanın nasıl öyle melodik çaldığını da mekanizmayı yakından gözleyerek öğrenebilirsiniz. Ben öğrendim. Aslında çok kolay bir mekanizmaymış ama bana yap deseniz yapamazdım.

Şöyle anlatmaya çalışayım: üstünde çıkıntılar olan devasa bir silindir düşünün, yatay duruyor, kendi ekseninde dönüyor. Döndükçe, o çıkıntılar yanlardan sarkan halatları hareket ettirerek çana yapılan vuruşların melodik olmasını sağlıyor.

İnşallah anlatabilmişimdir.

Çan kulesinden çıkıp sola doğru devam ettiğinizde limana geliyorsunuz. Amsterdam, Amsterdam olana kadar burası çok işlek bir limanmış. Sonra işte her yükselişin bir düşüşü olduğu gibi Monnickendam da gözden düşmüş.


Ama limanın çevresindeki kafeler hala çok güzel, oturup keyfinize bakabilirsiniz.

Marken: Şirinler kasabası Marken'e hoşgeldiniz!


Aslında bir ada olan ama karaya doldurulmuş bir yolla bağlanmış olan Marken'de kafanızı nereye çevirseniz yukarıdaki manzarayı göreceksiniz. Limana doğru yürüyün. Keyifli bir yürüyüş olacak.


Marken'de bir de clog atölyesi varmış, ben gitmedim. Çünkü çok acıkmıştım. Evet beni midem yönetiyor.

Liman çevresinde konuşlanmış bir çok restoran var, ben Marken Express'in tam karşısındaki restoranı seçtim, adını hatırlamıyorum şimdi ama yediğim balık enfesti:


Karnım doyduktan sonra tura devam etmeye hazırdım. Restoranın hemen yanındaki hediyelik eşya satan dükkandan alacağınız feribot bileti ile Volendam'a geçebilirsiniz. Bu bilet bizim sihirli otobüs biletimize dahil değil, ayrıca almak gerekiyor. Ücreti 7,5 euro.

Volendam: Feribot kıyıya yaklaşırken sizi selamlayan manzara muhteşem.


Yanyana sıralanmış hediyelik eşya, peynir dükkanları, kafeleri, balık, waffle satan arabaları ile Volendam limanı cıvıl cıvıl bir yer. Liman manzarasına karşı bir fincan kahve ile bir waffle'ı hüpleterek bütün gün kaybettiğiniz enerjiyi yerine koyabilirsiniz.

Bu arada buradaki hediyelik eşya dükkanlarındaki fiyatların Amsterdam'dan daha uygun olduğunu ve seçeneğin çok olduğunu söyleyeyim. Belki bilmek istersiniz.

Limanın cazibesine takılıp iç kısımları ihmal etmeyin. Zaten dönüş otobüsüne binmek için kasabanın ana yoluna doğru yürümeniz gerekecek. O yürüyüşünüz sırasında göreceğiniz evlere, o evlerin pencerelerindeki dekoratif çiçeklere, objelere hayran kalacaksınız.

Gurbet ellerde "ev gözetleyen sapık" yaftası yememek için fotoları uzaktan çektim, mahsusçuktan ağaçları falan çekiyormuşum gibi yaptım. Artık idare ediverin.


Bütün gezdiğim kasaba/köyler arasında en çok Volendam'ı beğendim. Bir de Edam'ı görmek istiyordum ancak artık akşam olmuştu. Ben de Volendam'dan sihirli biletim ile otobüsüme binerek Amsterdam'a doğru yola koyuldum. Yalnız bir kovboydum...

23 Kasım 2015 Pazartesi

Amsterdam Köyleri 1. Bölüm

Aldığım duyumlara göre Amsterdam yazılarımdan sıkılanlar olmuş. Malzeme bu, yapacak bir şey yok. Okuyunuz, okutunuz...

Amsterdam gezi programı mda bahsettiğim gibi 1,5 günümü çevre gezilerine ayırdım ve taktım çantamı sırtıma düştüm Broek in Waterland, Monnickendam, Marken, Volendam, Zaanse Schans yollarına.

Zaanse Scahns'a gitmek için Central Station'ın arka kısmından kalkan Connexxion otobüslerine bindim. Girin Central Station'a, giriş kapısını arkanıza alıp dümdüz yürüyün. Gördüğünüz turnikeler sizi şaşırtmasın, yürümeye devam ederek turnikelerden geçin. Yolun sonuna geldiğinizde gördüğünüz merdivenlerden yukarı çıkın, tabelaları takip ederek 391 no'lu Connexxion otobüsünün platformunu bulun. Otobüsler 15 dakikada bir hareket ediyor. Bileti otobüs şoföründen alıyorsunuz. Bileti iyi saklayın, dönüş için de tüm gün geçerli bu bileti kullanacaksınız. Bilet fiyatı 10 euro.

Zaanse Schans Hollanda' yla ilgili her şeyin bir araya getirildiği bir açık hava müzesi. Belki her şey değildir ama bir çok şey var: Değirmenler, peynir yapımı, köprüler, evler, clog atölyesi, Albert Hein, krepler, stroopwaffle, bira ilk aklıma gelenler. Sanki bir tablonun içine girmiş de geziyor gibi hissetmeniz çok muhtemel.

Belki şu köşede bir değirmen vardır:


Her gördüğüm şeye burnumu sokmazsam ölebilirim sanırım. Clog'ları da denemeden duramadım, hem de ille de pembe olsun dedim:



Diğer köyler içinse yine Central Station'ın içinden arkaya kadar yürüyoruz ama bu sefer yukarı çıkmadan önce biletimizi almamız gerekiyor.

Bir çok otobüs ve tren hattının biletlerinin satıldığı bir bilet ofisi var. Girişteki görevliye EBS gişesini sorun. Bilet fiyatı 10 euro ve aldığınız gün aşağıda resmini gördüğünüz tüm rotalardaki otobüslerde sınırsız kullanabiliyorsunuz.

EBS otobüsleri de üst kattan kalkıyor, yukarı çıkınca nereye gitmek istiyorsanız o otobüsün platformunu tabelalardan bulabilirsiniz.


Otobüsler oldukça sık, saat tutmadım ama hiç bir otobüsü 15 dakikadan uzun beklememişimdir sanırım. Koltukları falan gayet konforlu, wi-fi'li.

Ben de kendi rotamı belirleyip tüm günü köy köy gezerek geçirdim. Onu da yarın anlatırım.

22 Kasım 2015 Pazar

Amsterdam Sokakları

Amsterdam'dayken neler yaptığımı yazdım. Hepsinden keyif aldım almasına da gittiğim bir şehirde en sevdiğim şey sokaklarında avare avare dolanıp keşfetmek.

Dükkanların vitrinlerinde, evlerin pencerelerinde, sokak tabelalarında ilginç şeyleri arayıp bulmaya bayılıyorum. İşte bu seyahatimde hoşuma giden keşiflerim.

Mesela biz "nakite indirim" konseptine alışmışız. Sadece nakit olması da yetmez, "fişsiz kaça olur" yolunu denemeyenimiz yoktur. Halbuki adamlar karta daha fazla itibar ediyorlar:


Benim orada bulunduğum tarih cadılar bayramına denk geldiği için bir çok yerde Cadılar Bayramı parti afişlerini gördüm ama evlerini de bayrama hazırlayanlar da vardı:


Dükkanlara girdiğinizde çocuklarınıza sahip çıkın, sonra sirk sirk aramak zorunda kalabilirsiniz:



Sokaklarda yalnız olduğunuzu sanıyorsanız yanılıyorsunuz, hiç bir yerde hiç bir zaman yalnız değiliz, pencerenin sağ alt köşesindeki yazıyı okuyunuz:


Bazı kapılar açılmıyorsa bir sebebi vardır, ısrar etmeyiniz:



Bir de şunu gördüm çok hoşuma gitti:


Sokaklar keşfedilmeyi bekliyor.

16 Kasım 2015 Pazartesi

Amsterdam'da Neler Yapılır

Amsterdam'da yedik içtik, müzeleri de gezdik. Biraz da sokaklarda teftiş edelim.

Amsterdam sokaklarında avare avare dolaşırken hoş sürprizler çıkacak kaşınıza.

Bisikletler şehrin alameti farikası elbette. Boy boy, çeşit çeşit bisikletle dolu şehir, hatta bir rivayete göre bisiklet nüfusu insan nüfusundan fazlaymış. Her zamanki gibi ben, internetin yalancısıyım, kendim saymadım. İnanıp inanmamakta serbestsiniz. Ama çeşit bolluğunu gözlerimle gördüm, bir de sizin için belgeledim:


Binaların zerafetini anlatmaya benim kelimelerim yetmez. Vakti zamanında binaların vergilendirmesi ön cephelerinin genişliğine göre yapılırmış. Dünya üzerindeki bütün otoritelere sesleniyorum: insan yolunu bulur. Amsterdam halkı da bulmuş ve daha az vergi vermek için ön cephesi dar binalar inşa etmişler.

Tamam vergiden kurtulmuşlar ama eve yerleştirilmesi gereken koltuk, yatak gibi eşyalar nasıl taşınacak? Çözüm basit: kapıdan olmazsa pencereden. Bu nedenle evlerin çatılarına eşya taşımak üzere kancalar yerleştirilmiş ve eşyaların duvarlara çarparak zarar vermesini önlemek için de binalar yamuk inşa edilmiş. İşte bundan dolayı da Amsterdam sokaklarında insan kendinden sürekli şüpheye düşüyor: benim kafam mı güzel Amsterdam mı güzel?


Bu güzelim binalara baka baka Singel Kanalı ile Prinsengracht Kanalı arasındaki 9 Sokak'a yani De Negen Straatjes'e geldik. Bu bölge, birbirinden ilginç mağazaların yer aldığı ve dokuz sokaktan oluşan alışveriş bölgesi. Giyim kuşamdan kozmetiğe, dekorasyondan gıdaya çeşit çeşit dükkanlar var. Mesela aşağıdaki gibi sadece inek maketlerinin satıldığı bir dükkan bile var:


Ve tabii ki peynircileri unutmamak lazım. Peynir alışverişi yapabileceğiniz her yerde tatmanız için çeşit çeşit peynirler mevcut. Ama peynir tadım olayına biraz profesyonel yaklaşmak, peynirleri tadarken şarapları da hüpletmek ve sonunda sertifika almak isterseniz size Reypenaer'ı önereceğim.

Yalnız herkes efendi efendi bir gıdım peynir bir yudum şarapla tadım olayını gerçekleştirirken benim bir tekere yakın peynir ve yarım şişe şarap hüpletmiş olmam dikkat çekmiş olabilir, umrumda diil. Tüm çabam damak zevkimi geliştirmek için. Emeklerimin sonucunda da kapı gibi belgemi aldım:

Amsterdam diyince aklımıza peynir ve bisiklet dışında bir de laleler gelir değil mi? Benim de geldi, koşa koşa Bloemenmarkt yani çiçek pazarına gittim. Sonuç hüsran. Mevsimden dolayı olsa gerek, görüp görebildiğim çiçekler aşağıdaki tahta lalelerle, zarif bir kuğuya dönüşmeyi bekleyen çirkin ördek yavrusu gibi görünen yamru yumru lale soğanları oldu:


Şehrin meydanları irili ufaklı heykellerle dolu. Ben kendim bizzat bir sanat şaheseri olarak fırsatı kaçırmadan bulduğum heykellerin arasına kaynadım gitti: Rembrandt'ın askerleriyiz:


Sululuğu bırakarak ciddiyetle gezi programımıza dönelim. İnternetlerde şiddetle tavsiye edilen yerlerden bir tanesi de bir açık hava pazarı olan Albert Cuyp Market idi. Fırsatınız varsa gidip görün tabii de ben hayal kırıklığına uğradığımı söylemeden geçemeyeceğim. Daha hareketli, orijinal bir yer bekliyordum ama çok sıradan buldum. Böyle bir sokak işte:


Bir kaç meyve, sebze tezgahı, çeşitli gıda tezgahları, giyim kuşam, aksesuar, hediyelik, kitap aklınıza gelen hemen her şeyin bir tezgahı vardı. Benim en beğendiğim tezgah aşağıdaki domates tezgahı oldu:


15 Kasım 2015 Pazar

Amsterdam Müzeleri

Amsterdam'da çok güzel yedik içtik, güzel restoranlar, kafeler keşfettik. O kadar mı? Değil elbet, kültürel aktiviteler de oldu.Amsterdam'da irili ufaklı onlarca müze var. Bazılarının hakkını vererek gezmek için günlerinizi ayırmanız gerekir. Ben seçtiklerim hakkında bilgi vereyim:

Amsterdam Museum: Eğer Amsterdam'da tek bir müze gezecek zamanınız varsa, 1000 yılından bugüne kadar şehrin tarihi hakkında bilgi veren bu müzeyi seçmenizi öneriyorum. Sergilenen objeler, videolar, oyunlarla hem bilgilendirici, hem de gezmesi eğlenceli bu müzeyi ben çok beğendim.

Müzeye girerken ücretsiz verilen rehberdeki barkodu çeşitli noktalardaki okuyuculara okutarak soruları yanıtladığınızda DNA'nız hakkında bilgi veren bir  test bile var. Benim sonuç aşağıda. Girişimcilik ruhumun pek olmadığını biliyordum, düşünce özgürlüğü konusunda da benim gibi düşündüğü sürece herkesin düşünmekte özgür olduğunu düşünüyorum. Testin bilimsel temelleri var yani.

Bir de giriş katta yer alan halıyı görmenizi tavsiye ederim. Amsterdam'da yaşayan 179 milleti temsil ediyor. Her ülkeden bir parça dokunmuş ve bu çıkmış ortaya:


Bu müzeye giriş ücreti iamsterdam karta dahil.

Rijksmuseum: Çok hazırlıklı gitmeme, elimde planlar haritalarla dolaşmama rağmen müzenin içinde yolumu kaybettiğim için görmek istediğim her eseri göremediğim, görmeyi planlamadığım bölümlerini gezdiğim bir müze oldu. Çok büyük, çok kapsamlı.

Özellikle ünlü resimlerin hemen yanlarına yerleştirilmiş açıklayıcı kartonetler sayesinde hem kullanılan teknikler hem de eserlerin sembolik anlamları hakkında bilgi sahibi olabiliyorsunuz. Faydalı bir şey.

Müze daha girişinden etkilemeye başlıyor :


Sanat ise daha müzenin içine girmeden kapısında karşılıyor sizi:


Rijksmuseum'a giriş ücretinde iamsterdam kart için 2,5 euro'luk bir indirim var.

Van Gogh Museum: Van Gogh sergisini çok hızlı gezip buradaki zamanımın çoğunu 16 Ocak'a kadar sürecek Munch: Van Gogh sergisine ayırdım. Birbirlerinin hiç tanımayan iki ünlü ressamın sanat eserlerindeki benzerliklere odaklanan bu sergiyi de çok beğendim.

Sanattan o kadar da anlamamama rağmen böyle sergilere, müzelere her fırsatta giderek kendimi eğitmeye çalışıyorum. Mesela genelde estetik olarak beğendiğim resimlerin empresyonizm akımına dahil olduğunu böyle böyle keşfettim.

Unutmadan söyleyeyim, müzeye giriş iamsterdam kart ile ücretsiz.

Anne Frank'ın Evi: Online bilet bulmanın ne kadar zor olduğunu yazmıştım daha evvel. Ben seyahat tarihimden bir ay önce orada bulunacağım bir haftalık süre için bilet bulamadım. Kaldığım otel Anne Frank evine yakın olduğu için pencereden kuyruk durumun gözleme imkanım oluyordu ve sabah saatlerinin kuyruğun en uzun olduğu zaman olduğunu gördüm.

Akşam 9'a kadar ziyaretçi kabul ediliyormuş. Ben akşam 5 civarlarında gittiğimde 1,5 saat sıra bekledim. Gidecek olanlara fikir vermesi için söylüyorum, sıraya girdiğimde kuyruğun ucu Westerkerk kilisesinin hizasında idi.

Frank ailesi ve dostlarının, toplam 8 kişi, 2 yıl boyunca saklandığı yerleri görmek, videoları izlemek duygusal olarak çok yorucu bir deneyim.

Giriş iamsterdam kapsamında değil.

Museum Van Loon: 17. yüzyılda Altın Çağı'nı yaşayan Amsterdam'da, dönemin asilzadelerinin günlük yaşamlarına bir göz atmak isterseniz müzeye dönüştürülen bu konağı gezebilirsiniz. Nerede oturup nasıl yiyorlarmış, ne giyiyorlarmış, nerelerde uyuyorlarmış, evlerini nasıl süslüyorlarmış hepsini burada görebilirsiniz.


Bir de ben hayallerimin mutfağını burada buldum. Böyle geniş ve fonksiyonel bir mutfağım olsa benim de tüm mutfak yeteneklerim su yüzüne çıkacak gibi hissediyorum:


Iamsterdam kartınız var ise burayı ücretsiz gezebilirsiniz.

13 Kasım 2015 Cuma

Amsterdam'da Yemeye Devam Ediyoruz

Başkaları gittiği yerler için "yediğim içtiğim benim olsun, gördüğümü anlatayım" der, bense önce yediğimi içtiğimi. Hayır efendim görgüsüzlük değil bu, yemeyi içmeyi seviyorum. Yemek için yaşıyorum.

Birinci bölümünü anlattığım Amsterdam yeme içme rehberinin ikinci bölümüyle karşınızdayım. Şimdiden afiyet olsun:

The Pantry: Sıcak bir atmosferde, şirin bir dekorasyonda, geleneksel Flaman yemekleri denemek isterseniz Leidsplein'e çok yakın olan The Pantry'e muhakkak gitmelisiniz. Flaman mutfağının benim damak tadıma pek uygun olmadığını keşfetsem de çalışanların çok sempatik olduğu bu şirin restorandan çok keyif aldım.


La Perla: Jordaan bölgesinde yer alan bu pizzacıda pizzaların tadından, kokusundan kendimi kaybedip bir tane bile foto çekememişim. Artık siz gittiğinizde çeker benimle de paylaşırsınız. Sokağın bir tarafında restoran, hemen karşısında da bildiğiniz odun fırını var. Pizzalar bunun içinde pişiyor, lezzetine doyulmuyor.

Rezervasyonsuz yer bulmanız çok zor, ama restoran kısmında yer bulamazsanız bir de şansınızı hemen yolun karşısında paket servislerinin yapıldığı, fırının da bulunduğu bölümde deneyin. İç kısmındaki büyük masada yer varsa o enfes pizzalardan yeme şansına ulaşırsınız. 

Winkel 43: Amsterdam'daki en iyi elmalı tart buradaymış. Ben internetin yalancısıyım diyeceğim lakin tadına baktım, çok beğendim. Eğer bana da inanmıyorsanız gidin bir de siz deneyin.

Çeşitli atıştırmalıkların da yer aldığı menüden başka şeyler de denemek istersiniz belki, lakin ben sadece elmalı tartı denediğim için diğerleri hakkında ahkam kesemeyeceğim.


Cafe de Jaren: Burada sadece kahve içtiğim için yemekleri hakkında atıp tutamayacağım ama zaten buranın olayı da yeri. Tam Amstel Irmağı'nın yanında. Hele benim gibi şanslıysanız ve hava güneşliyse üstelik de tam nehir kenarında bir masa bulursanız yaşadınız. Kitabınızı okuyup, gelip geçen tekneleri seyredip keyfinize bakınız.



Koekmakerij Van Stapele: Aslında burası ne restoran ne kafe, küçücük bir kurabiye dükkanı. Ama o kurabiyeleri yazmasam vicdanım sızım sızım sızlardı. O kurabiyeler o kadddddar güzeldi ki, iki kere gitmiş olmama rağmen fotoğraf çekmek lüplettikten sonra aklıma geldi. Çikolatalı kurabiyenin içinde erimiş beyaz çikolata diyerek lezzetini sizin hayal gücünüze bırakıyorum.

Oturacak yer olmayan bu minicik dükkandan zarif paketi içinde kurabiyenizi ve kahvenizi aldıktan sonra Spui Meydanı'ndaki banklarda geleni geçeni izleyerek midenize bayram ettirirken bana dualarınızı iletebilirsiniz.

11 Kasım 2015 Çarşamba

Amsterdam'da Nerede Ne Yenir

Amsterdam'da kalacak yer önerimi yaptım, 3 günlük program önerimi paylaştım şimdi sıra geldi yediğimi içtiğimi anlatmaya... İşte Amsterdam'da gittiğim restoranlar.

Kantjil & de Tijger: Dekoruyla menüsüyle çok güzel bir Endonezya restoranı. Özellikle akşam yemeği için tercih edeceksiniz rezervasyon yaptırmanız şart, aksi takdirde yer bulamazsınız. Gündüz saati gidecekseniz de cam kenarında masa isteyin, vermezlerse ısrar edin, cam kenarından masa alın. Pişman olmayacaksınız.

Fiyatlar çok ucuz değil ama size burada yemeği ucuza getirmenin yolunu anlatacağım. (Her şey sizin için, hizmette sınır yok.)

Kendinizi unutturun. Evet doğru okudunuz, artık siparişinizi verdikten sonra masanın altına mı saklanırsınız, başka masaya kaynak mı yaparsınız bilemiyorum ama garsonun sizi unutmasını sağlayın. Sonra nerede benim siparişim diye sorun. Garson da fark etsin ki sizin siparişi unutmuş. Sonra kendini affettirmek için o şirketten, bu şirketten diye hesabı kapasın. Nasıl taktik?

Valla benim başıma geldi. Tek fark şu ki, benim bir şey yapmama gerek kalmadan garson beni kendisi unuttu. Bu yaşımda bunu da tattım ya, daha ne diyeyim. Benim gibi kadını unutulur mu? Unuttu valla. İşte sonra kendini affettirmek için o ikram bu ikram oldu. Böyle olacağını bilseydim menüdeki en pahallı şarabı seçerdim. Ki bunu da kendisine söyledim.

Unutulmuş olmanın verdiği psikolojik yarayı bir yana koyarsak yemekler güzeldi. Tek eleştirim tek kişilik tadım menüsünün olmaması. Çok zengin görünen tadım menüsü minimum iki kişilik servis ediliyordu. Bilginiz olsun.



Momo: Musuemplein'e çok yakın olan Momo bar/lounge/restoran konseptine sahip uzakdoğu restoranı. Dj'in yaptığı müzikle yemek içmek daha da keyifli hale geliyor. Ben öğle yemeği servisinin bittiği bir saatte gittiğimde yer konusunda problem yaşamadım ancak öğle ve akşam yemeği saatlerinde rezervasyonsuz yer bulmak mümkün olmuyormuş. Ben söyleyenlerin yalancısıyım.

Barında oturduğum Momo'yu tek kelimeyle tarif etsem çok cool bir mekan derim. Dekorasyon cool, müzikler cool, barı cool. Hele barda bir Asyalı hanım vardı ki tam cool. Eğer barda oturmayacaksanız burada da cam kenarında bir masa için ısrar edin.


Bierfabriek: Kendi ürettikleri 3 çeşit bira, masalardaki yer fıstıkları ve tavuğuyla ünlü Bierfabriek'e de rezervasyonsuz gitmemenizi öneririm. Tavuk muhteşemdi, salatayı da es geçmeyin. Ben üç çeşit biradan Puur olanı içtim, çok beğendim. Kalabalık gruplar için bira musluklu masalar var.

Burada cam kenarında masa diye kafanızı şişirmeyeceğim, öyle bir cam olayı yok. Herhangi bir masayı alabilirsiniz.

Yalnız Bierfabriek'e gittiğinizde benim yaptığım gibi kapıları karıştırıp bitişikteki ofise girmeye çalışmayın. Hele kapı biraz zor açılıyor ve kapının diğer tarafında bir adam şaşkın gözlerle sizi izliyorsa biraz işkillenin. İyi ki çıkışta yapmadım bunu, kafayı bulmuş diye arkamdan konuşacaklardı.


Pasta e Basta: Piyano eşliğinde yemeğinizi yerken size servis yapan garsonun birden eline mikrofon alıp şarkı söylemeye başladığı bir İtalyan restoranı. Garsonlar konservatuar öğrencileriymiş ve tüm akşam boyunca sırayla, aryadan popa çeşit çeşit şarkı söylüyorlar. Hem de çok iyi söylüyorlar. Eğlencesinden bahsetmiyorum bile.

Yemeklerinse pek bir numarası yok, sadece makarna var. 4'lü ve 2'li olmak üzere iki menüden birini seçmeniz gerekiyor. Her ikisinde de başlangıç ve 3 çeşit makarna servis ediliyor. 4' lüde ek olarak tatlı ve limoncello var. Aradaki fiyat farkına değmez. 2'liyi seçin, tatlıya yer kalırsa da ekstradan alırsınız.


Arkası yarın...

10 Kasım 2015 Salı

Meşhur Merdivenler

Bu akşam size Amsterdam'da gittiğim restoranları yazacaktım ancak Hotel Nadia'nın merdivenleri hakkında yazdığım yazıma aldığım bir yorumla o merdivenlerin hakkını yeteri kadar vermediğimi anladım ve restoranlar biraz daha bekleyebilir dedim.

Bu arada bir parantez açıp buraya reklam vermek, sponsor olmak isteyenlere seslenmek isterim: burada gördüğünüz okuyucu yorumlarının az olduğuna falan bakmayın; yazdıklarımı GERÇEKTEN okuyan insanlar var.

Profil de çok ilginizi çekecektir: yüksek eğitim seviyesinde, üst/orta gelir grubuna dahil, orta yaşlı. Reklam verenlerin, sponsor olanların bilgisine.

Ancaaaaak takipçilerim henüz çözemediğim bir sebepten dolayı gizli kalmak istiyorlar. Bilmiyorum belki benim gibi sabun köpüğü şeyler yazan bir insanı takip ettiklerinin ortaya çıkmasından utanıyor olabilirler. Ya da benim hayran kitlem tarafından keşfedilince edinecekleri şöhretten korkuyorlar. Ama yorumlarını sözlü iletiyorlar. Haberiniz olsun.

Parantezi kapattım.

Merdivenlere dönelim, işte aşağıda:

Ucu görünmeyen, sonsuuuuuuuz uzunlukta, bir o kadar dik ve basamakları dar. Merdiven kelimesinin hakkını veriyor yani.

Hemen endişelenmeyin, o merdivenlerde çantanızı taşımak zorunda değilsiniz, o işe görevliler bakıyor da, sizi taşımak görev tanımları içinde yok. Yani o merdivenleri mecburen teeeeeek teeeeek bizzat kendiniz çıkıyorsunuz ve iniyorsunuz.

Ama iyi tarafından bakın, zaten bol bol yiyip bir de spor yapmayınca duyacağınız vicdan azabını bir nebze olsun azaltmaya yardımcı oluyor. Lakin yine de inip çıkarken dikkat, tatilin ortasında bacak kırmak istemezsiniz.

9 Kasım 2015 Pazartesi

3 Günlük Amsterdam Programı

Amsterdam'a geldik ve otelimizi bulduysak ve önümüzde üç gün varsa ne yaparız?

Gezeriz, tozarız, o kafe senin bu restoran benim tozunu attırırız.

Vay üç gün var, nasıl yaparız ne ederiz diye panik olmaya hiç gerek yok. Özenle hazırlanmış, itinayla çalışılmış, saat saat program aşağıda hazır.

Şimdi program güzel de samimi olarak itiraf etmeliyim ki birinci gün biraz zorlayıcı. Düşünün ki ben bile bu öz disiplinime rağmen tam uygulayamadım, pastaneye gidemedim, Anne Frank Evi de başka bir güne kaldı. İkinci gün de Van Loon Museum aynı şekilde kaynadı gitti. İşte bu gibi durumlar için bir bonus gün olması çok işe yarıyor. Programın yetişmeyen kısımlarını sıkıştırmak için...

Ayrıca ikinci gün akşamki restorana da gidemedim. Ama gittiğim güzel restoranları da yazacağım, hiç merak etmeyin.

Bu arada her zamanki gibi gideceğimiz müzeler için önceden online bilet almayı unutmuyoruz. Neden? Sıra beklememek için. Yalnız Anne Frank Evi'nde online bilet bulmayı becerirseniz sizi tebrik ederim. Ben seyahat tarihimden 1 ay önce orada bulunacağım 1 haftalık süre içinde bilet bulamadım ve mecburen kapıda sıra bekledim. 1,5 saat.

Evet Amsterdam'da 1 hafta kaldım, ama 2 gün iş içindi valla. Akşam yemeği dışında bir aktivite olmadı, bir de ikinci günü akşamı gidemediğim Anne Frank Evi'ne gittim. Diğer 2 günün 1,5 gününde ise Amsterdam'ın köylerini gezdim: Broek in Waterland, Monnickendam, Marken, Volendam, Zaanse Schans. Onları da anlatacağım.

Şimdilik sizi programla başbaşa bırakıyorum.