30 Temmuz 2015 Perşembe

Büyücü Kral

Ne kadddar sorumluluk sahibi bir insan olduğumu bilmeyen kaldı mı? Kaldıysa öğrensin. Karşınızda görev insanı işte ben!

Görev ne olursa olsun bana fark etmez. Maalesef bugüne kadar macera dolu, fantastik, beni bir kahraman yapacak bir görev tamamlamadım. Ama olsun, nasıl ki rolün büyüğü küçüğü olmaz görevin de önemsizi yoktur.

Hem hala umudum var, bir gün insanlık için çok büyük bir şey yapıp kahraman olacağım ve adım tarihe altın harflerle yazılacak. Sadece sabırla o günü bekliyorum. Beklerken de kendimi fantastik, büyülü müyülü hikayelerle büyük finale hazırlamaya çalışıyorum.

Hazırlık dönemi genelde keyfili geçse de ara sıra şanssızlıklar da olmuyor değil, bunların bir tanesinden bahsetmiştim, tam buraya tıklayabilirsiniz.

İşte Lev Grossman'ın yazmış olduğu bu serinin ikinci kitabı olan Büyücü Kral'ı da almış bulunduğum için okudum. Bu ikinci kitap bir nebze daha iyiydi sanki. Ne bileyim, ilk kitaptaki varoluşsal kaygılar yerine daha fazla macera, aksiyon vardı. Hatta gizem bile eksik değildi.

Belki ondandır, belki de şu meşhur salt maruz kalma etkisindendir. Hani bir şeye yeteri kadar maruz kalırsan onu seversin teorisi.

Okumak istediğim, okunması gereken onca kitap ve bu kadar az zamanım varken hiç de beğenmediğim bir kitabı okudum da ne oldu, başım göğe mi erdi? Tabi ki de hayır. Ama içim huzura erdi. Yapmam gereken bir şeyi yapmış oldum.

Görev bilinci olmayan anlayamaz.

Lakin ne kadar bilinçli olursam olayım, kimse bana üçüncü kitabı aldırıp okutamaz. Çok kararlıyım, görev falan da bir yere kadar.

29 Temmuz 2015 Çarşamba

#BirKadınOlarakSusmayacağız

Akşam eve geldim, klasik yemek hazırlıkları. Hazırlık dediğim de alt tarafı yiyeceğim bir tabak yemeğin yanına eşlik edecek bir kase cacık. Neyse, özene bezene hazırladım, bu arada da azıcık sosyal medyayı kontrol edeyim dedim. Tivitır yıkılıyor: #BirKadınOlarakSusmayacağız

A-ha, konu tam benlik, gel de provoke olma. Zerzevatın biri bana "bir kadın olarak" susmam gerektiğini söyleyecek, ben de "haaa tamam o zaman, ben susayım" diyeceğim. Oldu!

Asıl sen sus len! Haddini bil, terbiyesiz! Sen kendini ne sanıyorsun! Daha ağır laflarım da var hem de sin kaflısından ama kendimi tutuyorum. Kendini adam sanan erkeklerde olmayan terbiye bende var.

Sizler ne zaman anlayacaksınız acaba, bir kadın olmamız asla ve kat'a susmamızı, boyun eğmemizi, tabi olmamızı gerektirmez. Bir kadın olduğumuz için sizlerden daha az değerli değiliz. Bir kadın olmamız kendimize ait fikirlerimiz olmadığı anlamına gelmiyor.

Kadınız ve eşitiz.

Bunu o kafalarınıza sokun.

Ayrıca hamfendi de sensin.

Hey yarebbim, ülke olarak bizi neyle sınıyorsun ki bir günümüz sakin, huzurlu geçemiyor. Oysa ben bu akşam zorunluluktan okuduğum büyücülü müyücülü fantastik kitaptan bahsedecektim size. Fantastik bir dünyanın içinde yaşarken kitaba ne hacet.

28 Temmuz 2015 Salı

İkinci zafer yılım

İçinde bulunduğumuz temmuz ayında blog'um 2. yaşını idrak ediyor efendim. Ne mutlu ona, ne mutlu bana.

Blog yazma işini çok sevdim, anlatmayı seviyorum ondan sanırım. Sevmek dışında bu iki yıl bana çok şey kattı.

Hep söylüyorum, yazmak sayesinde dadandığım blog dünyası bilgimi, görgümü, kültürümü arttırdı, arttırıyor. Seyahatten gurmeliğe, yemek tarifinden otomobile, kitaplardan dizilere değişik temalara sahip takip ettiğim bir çok blog var, sayısı da sürekli artıyor.

Tamam itiraf ediyorum, takip ettiğim blog sayısı artıyor ama sebebi biraz da "takip etmeme" seçeneğini bulamamdan kaynaklanıyor. Dürüst olmak gerekirse o kadar da çok aramadım, arasam bulurdum. Herhalde. O kadar da beceriksiz değilim. Gerçekten.

Blog'um benim günlüğüm gibi. Hafıza çok nankör bir şey, benimki özellikle öyle. Bu nedenle bir not defterim çantamda, çeşitli excel tablolarım bilgisayarımda her daim hazır ve nazır olur. Tarih hatırlama konusunda hiç başarılı değilimdir mesela. İsimler keza öyle, hangi kitabı kim yazmıştı? Ben o kitabı okumuş muydum acaba? Hal böyle olunca, ne ne zaman olmuştu, hangi kitabı okumuştum, nereye gitmiştim kuşkuya mı düştüm: aç blog'u bir kaç anahtar kelime ile bir arama yap: şıp diye karşında.

Bir de her şey bir yana içimi döküyorum yahu. Bir şeye mi kızdım, bir şeye mi sevindim, bir şeye mi şaşırdım. Gel burada dök içini. Sözünü kesen yok, itiraz eden yok. Mükemmel değil mi? Evet mükemmel.

Eeee dile kolay, tammmmm 270 yazı yazmışım bugüne kadar. Neredeyse her konuda fikrimi beyan etmiş, toplumun neredeyse her kesimine hazırladığım laflarımla seslenmişim.

Bu blog yolculuğumda bana her zaman destek olan bir kaç kişiye minnettarım. En başta da kardeşime. Hep destek, tam destek. Kardeş olmanın da bazı sorumlulukları var tabi. Seviyorum onu. Çok.

Destek olanların yeri nasıl ayrıysa köstek olanların da ayrı. Tamam o kadar da dramatize etmeye gerek yok, kimsenin köstek olduğu falan yok. Yeteri kadar destek olmayanlar diyeyim. Sözüm size: hepinizin ismini teeeeek teeek kaydediyorum. Bir gün lazım olur elbet.

Aşkın ömrü 3 yılmış, bakalım blog'umun ömrü kaç yıl olacak.

ikinci zafer yılım kutlu olsun

23 Temmuz 2015 Perşembe

Can ve hipotenüs

O kadar rötarlı uçuşlar yapacaktık, bayramı ifa edecektik de Can'ımızı görmeyecek miydik? Hiç olur mu öyle şey? Olmaz. Bayramımızı bayram yapan Can'ımız o bizim.

Boyuna posuna bakan koca adam sanır ama 2,5 yaşında daha kendisi. Bir diller bir diller. Sahilde mısır aldık, "Ben de ne yesem diye düşünüyordum" diyor. 2,5 yaşında çocuk söylüyor bunu, ben değil! Teyzesi kılıklı, ne yiyeceğini düşünüyormuş.

Teyzesine benzeyen tek yanı yemekle ilgili her daim düşünceli oluşu değil. Bir de müzik kulağı var. Bir şarkının 2 saniye introsunu duyar duymaz hangi şarkı olduğunu söylüyor. Tabii şarkıların Barış Manço şarkısı olması koşuluyla.

Sevgili Barış Manço'nun da ruhu şad olsun, ne kadar güzel müzik yaptığına yine-yeniden tanık oluyoruz bu sayede.

Şarkının hangisi olduğunu söylüyor ama kendi kelimeleri ile. Mesela "Hemşerim memleket nire" sözleri olan şarkının adı aslında "Hemşire".  Sizler de yanlış biliyorsanız öğrenin.

Müzik kulağının yanı sıra dans sevgisini de teyzesinden almış kuşum. Kapı gıcırtısına oynayan teyzesi gibi, müziği duyar duymaz dans etmeye başlıyor bizimki.

Sabahları düzenli spor yaptık beraber, bayılıyor. Esneme hareketlerinde benden daha başarılı ama mekik çekme konusunda da ben ondan daha başarılıyım, kabul etmek lazım. Gerçi mekik konusunda da annesinin "kemik gelişimine zarar verebilir" tezi olmasaydı daha çok gelişme gösterebilirdi bence. Mekik çekmekle kemik gelişiminin ne alakası varsa!

Çok soru soruyor. Hep soru soruyor ve ben annesini "büyüyünce öğrenirsin"in iyi bir cevap olduğuna ikna edemedim bir türlü. Her soruya "uygun" cevap vermemiz gerekiyormuş. Hem de somut anlatımla. Mesela neden kapının arkasında oynamaması gerektiğini anlatırken "yukarıdan birisi gelip kapıyı açarsa sana çarpar ve canın acıyabilir" demek yerine "yukarıdan baban gelirse..." diye somutlaştırmak gerekiyormuş.

Ayrıca 2,5 yaşında olan bu çocuk hipotenüsün ne olduğunu biliyor! Ben 25 yaşında olup hipotenüsün ne olduğunu bilmeyen insanlar tanıdım ama sor bizimkine "üçgenin uzun kenarı" diyor. Madem bu kadar somut ve doğru yanıtlara verecez bari dik üçgen diye konuyu açıklığa kavuşturalım diyorum, kimse beni ciddiye almıyor.

Bu arada meraklılara not: ne annesinin ne babasının ne de bizlerin bu yaşta çocuğa geometri öğretmek gibi bir niyetimiz yok. Lakin bir Barış Manço şarkısında geçen hipotenüs lafını duyar duymaz bizimki sormuş o ne diye. Annesi de her zamanki somut yaklaşımıyla üçgenin uzun kenarı diye yanıt vermiş ve bizimki de bunu unutmamış.

Normal tabi, bu yaşta çocukların beyni sünger gibi ne verilirse emiliyor. Ben de fırsattan istifade "en büyük Galatasaray, dünyadaki en muhteşem insan teyzem" gibi gerçekleri de öğretmeye çalıştım ancak henüz başarılı olamadım. Daha fazla çalışmam gerekiyor anlaşılan.

Ah şu İstanbul - İzmir olayı olmasa ben neler öğreteceğim Can'a! Geometrinin dibine vururuz yeminle!

22 Temmuz 2015 Çarşamba

Uçuş hakları

İddia ediyorum ki en güvenilmez ulaşım aracı uçak. Elbette ki özel jetle yapılan seyahatleri tenzih ederim. Tarifeli seferlerden bahsediyorum.

Görünürde bir tarife var lakin kimin umrunda? Belli bir tarihte belli bir saate biletini alıyorsun ancak o gün o saatte uçup uçamayacağını havayolu şirketi bile bilmiyor ki sen buna güvenip plan yapasın.

Evet, bayramda ulaşım sefaletini çeken 5.893.421 kişiden ikisi de bizdik.

Giderken 1 saat, dönüşte 1,5 saat olmak üzere 2,5 saat rötarımızı aldık. Gidiş - dönüş toplam uçuş süresi ise 90 dakika.

Buradan havayolu şirketlerine DE seslenmek istiyorum (hala seslenmediğim bir kesim kaldıysa haber etsin, herkese laflarım hazır bu aralar): 1,5 saat rötardan sonra pilotun "özür dileriz, anlayışınız için teşekkür ederiz" lafları hiç bir şey ifade etmiyor. Sandviçlerinizi "bu uçuşa özel yarı fiyata" satmanız da yeterli değil.

Böyle bir özrü kabul etmiyorum. Daha ciddi bir şeyler yapmanızı istiyorum: harakiri yapabilirsiniz mesela.

Harakiri ağır geldiyse o sandviçleri ikram edin. Yanında da şöyle bir - iki kadeh bir şeyler ikram edin ki ayaklanan sinirlerimiz yatışsın bir nebze. Mümkünse kırmızı şarap olsun. Roze de olur.

Hadi bunu da yapmıyorsunuz madem, gece 1' de havalanan uçağın içinde hostesler hala bir şeyler satmaya çalışmasın, patırtı yapmasın, ışıkları kapatın da azıcık uyuyalım!

Bu arada uçak yolcuları olarak haklarımızı biliyor muyuz? 2012 başından beri geçerli olan kurallara göre: tüm iç hatlarda ve 500 km'den kısa dış hatlarda 2 saat; 1.500 - 3.500 km arası dış hatlarda 3 saat; daha uzun uçuşlarda 4 saat ya da fazla rötarlarda havayolu şirketi içecek, yiyecek, telefon, e-posta ve uçuş tarihi değişiyorsa konaklama hizmeti sunmak zorunda. 

O yüzden uçuş gecikmeye başladığı anda kronometreyi çalıştırmaya başlarım. Maksat kıllık olsun. Lakin havayolu şirketleri de hin oğlu hin tabi, bugüne kadar süreyi aşana denk gelmedim.

Olsun, ben haklarımı bileyim de, belki bir gün lazım olur. Umarım kullanmak zorunda kalmam lakin şartlar olgunlaşırsa söke söke hakkımı alırım.

Yolcular olarak, haklarımız rötar durumlarıyla sınırlı değil, daha fazlasını bilmek isterseniz şuraya tıklayıverin.

Teşekkürler, dağılabilirsiniz.

gece istanbul semaları

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Biz biz biz idik...

...32 kız idik, ezildik büzüldük bir sıraya dizildik?

Bildiniz, diş. Bugünkü konumuz da dişlerimiz.

Öncelikle bu dünyaya at olarak gelmediğim için binlerce şükür. At olsam beş para etmezmişim. Belki de önceki yaşamlarımdan birinde çok kötü bir attım ve gerekli dersleri öğrenmem için bu yaşamımda dişlerimle sınanıyorum. Bilemiyorum, bu konudaki yorumları hamarat-sarışına bırakıyorum, kendisi spiritüel konularda benden kat kat bilgili - duyarlıdır.

Kendime not: ilk konsey toplantısında diş-önceki yaşam-at konularını gündeme getir. Tamam.

İşin şakası bir yana, hep derim ya çok şanslı bir insanımdır diye. Dişlerim hariç. Şu yaşıma kadar diş nedeniyle yaptığım doktor ziyaretlerini grip için yapmamışımdır. Buna da şükür, dermanı olduğu sürece her doktora giderim. Küçük bir servete mal olsa da.

İstanbul da ilk diş doktorum çok havalı, çok bilinen bir beyefendiydi. Randevu alması çok zor, kolay hasta kabul etmeyen bir hekim. Nasıl olduysa beni kabul etti. Etti etmesine de etmeseydi daha iyi mi olurdu acaba diye düşünmeden edemiyorum. Yaptığı işten memnun kalmadım.

Sonra ikinci doktoruma çok ısındım. Bende acaip bir "dişçi koltuğu" fobisi olmasına rağmen her seferinde beni rahatlattı. Bir kaç sene kendisiyle düzenli irtibatlarımız oldu. Lakin en son röntgen çektirdiğimde, kendisinin çektiği bir dişi gösterip, "iyi çekilmemiş bu, kökte parçalar kalmış" diyince benim güven yerle bir oldu ve kendisiyle irtibatımızı koparttım.

Yaklaşık bir senedir yeni bir doktor arayışındayken imdadıma bir doktor arkadaşım yetişti. Yetişti demeyeyim, ben beynini yiyince yetişmek zorunda kaldı. Bahsi geçen arkadaşım diş tedavilerinde sedasyon konusunda uzman bir hekim. Ne sandınız, bu kadar havalı arkadaşlarım var işte benim!

Kendisinin önerdiği hekimden randevumu aldım, iki haftadır düzenli görüşüyoruz. Görünen o ki, uzuuuun süreli bir ilişkimiz olacak, zira enkaz devraldı kendisi.

Aslında burası bir klinik, bir tane ana doktorum var ve her konunun uzman doktoru var. Ben gidip o meşum koltuğa oturuyorum, çene cerrahı geliyor, kanal tedavisi doktoru geliyor, dolgu yapacak doktor geliyor.

Kliniğin temizlik, hijyen ve titizliği beni tatmin etti. Şu ana kadar tedavime dahil olan doktorların tümünün yaklaşımından da memnun kaldım. Ne yaptığını bilen, güven veren ve rahatlatan bir tarzları var. Takip, ilgi tam yerinde, bir tedaviden sonra ertesi gün hemşireler arayıp bir problem var mı diye soruyorlar.

Umarım bu memnuniyetim devam eder. Yani, İstanbul'da diş hekimi arıyorsanız Dentway Kliniği'ni deneyebilirsiniz, benden söylemesi.

İşin bir de muhasebesi var maalesef. Şöyle söyliim: benim tüm tedavilerim tamamlandıktan sonra birileri beni kaçırırsa fidyeyi sadece dişlerim için istemeleri yeterli olur.

Bugünkü maruzatım bundan ibarettir, dağılabilirsiniz.

12 Temmuz 2015 Pazar

Kabakoz Plajı

İstanbul gibi içinden deniz geçen bir şehirde denize girmek için kilometrelerce yol gitmek zorunda kalmak. Türk olmak enteresan bi şey.

Bu hafta sonu sıcakların başlamasıyla biz de deniz sezonunu açalım dedik. İstikamet Şile tarafı ama kafamızda da belli bir yer yok.

Şile'yi geçip Ağva Sahil istikametinde ilerlerken karşımıza çıkan Akkaya Çiftliği diye bir yerde küçük bir mola verip çalışanlara da denize girecek yer sorduk. Yol boyunca yer alan köylerin hepsinin kumsalı olduğunu söylediler. Biz de yol üzerinde ilk köy olan Kabakoz'a girip bakalım, beğenirsek kalırız, olmadı yola devam ederiz dedik.

Kabakoz Köyü'nde sahil tabelasını takip ederek bir süre gittikten sonra deniz kenarına ulaştık. Beğendik, kaldık. İki tepeciğin arasında konuşlanmış böyle bir kumsal:


Sahilde, kumsalın hemen bitiminde iki tane restoran; bunların arkasında da bir kaç motel, bir otel ve kamp alanı, bir kaç restoran ve bir otopark var.

Otopark alanında araç bırakmak günlük 15 tl. Eğer şezlong ve şemsiye kiralamak isterseniz o da var, kişi başı 30 tl. Ancak çoğu deniz sever şemsiyesini, kamp sandalyesini ve portatif buzluğunda içecek - yiyecek stokunu kapmış gelmişti. Bugüne özgü müdür bilemem ancak kumsal hem fazla kalabalık değildi hem de birbirine rahatsızlık veren kimse yoktu.

Kumsal güzel ve genel olarak temizdi, ama tabii ki çoğunluğumuzun çöpünü toplamak gibi alışkanlığı olmadığından yukarıdaki fotoda da görüldüğü üzere tek tük pet şişeler, plastik bardaklar kumların üzerine sere serpe uzanmış bekliyordu.

Deniz Karadeniz, malum dalgalı. Hele de bugünkü rüzgarla iyice dalgalanmış. Sahilde cankurtaran yok. Yani kendi kendinize dikkat etmeniz gerekiyor.

Gözünü sevdiğimin Karadeniz'i işte. Az tuzlu, göz yakmaz; denizi dalgalı yunus gibi dal çık. Dibi yer yer kum, yer yer kayalık. Dalgalı denizde dalgalarla boğuşmak, dalıp çıkmak, atlayıp zıplamak çok keyifli olsa da kayalara dikkat. Elleriniz kesilmesin.

Eğer sizin de denize girme kültürünüz benimki gibiyse, yani denizde yüzmek yerine sürekli amuda kalkmaya çalışmak, taklalar atmak, dalgaların içine dalmak gibi aktivitelerden hoşlanıyorsanız kayalar ayaklarınızdan ziyade ellerinizi kesebilir.

Ayrıca bu gibi aktivitelerde mebzul miktarda su yutulduğundan az tuzlu denizin önemi daha da ön plana çıkıyor. Kabakoz denizinin suyu da tam ağzıma layıktı.

Denizde bol bol tepişip, kumların üstünde güneşlendikten sonra acıktığınızda sahildeki restoranlarda yiyip içebilirsiniz. Seçenekler kısıtlı, yemekler gurme olmasa da fiyatlar uçuk değil.

Bizim evimiz Çekmeköy civarında ve evden burası 54 km idi. Bu da gitmek isteyenlere uzaklığı hakkında fikir versin.

#yinegelecekben

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Uydurmasyon kurabiye

Tarihe altın harflerle yazılsın, ilk defa bir yerden tarif okumadan kendi kendime bir şey yaptım.

Benim rejim malum. Kalorileri düşük tutmaya çalışıyorum lakin nefsim istemiyor. Zaten kek, börek, poğaça, kurabiye zayıf noktam. Bu saydıklarımla zayıf kelimesini aynı cümlede kullanmak bile komik oldu. Geçiniz.

Diyet yapıyoruz, un, yağ, şekeri hayatımızdan çıkardık diye kurabiye de mi yemeyelim? Un yoksa yulaf kepeği var, şeker yoksa kuru meyveler var, yağ yoksa yok, olmazsa olmasın.

Ben de yulaf kepeği, süt, kakao ve kuru meyvelerle bir girişimde bulunayım dedim. Malzemeleri almak üzere dolabı açmamla, geçenlerde aldığım ve tatsız çıkan şeftalilerle yüzyüze gelmeyeyim mi? Madem tarif uydurucaz tam uydurmaca olsun, bu şeftaliler de ziyan olmasın dedim.

Robottan geçirilmiş iki adet şeftalinin üstüne yine robottan geçirilmiş yarım bardak fındık, dört kaşık yulaf kepeği, bir kaşık kuru üzüm, bir kaşık kakao ve bir yumurta akını ekleyip bir güzel yoğurdum. Biraz cıvık bir karışım oldu ama oldu.

Sonra fırın tepsisine irice parçalar olarak dizdim, bilirsiniz benim elimin ayarı yok, altı parça çıktı.

180 derecelik fırında 20 dakika pişirdim, işte sonuç:


Tamam böyle kıyır kıyır, ağızda dağılan cinsinden olmadı ama, kurabiye oldu mu oldu. Şeklinin bozuk olmasına bakmayın, tadı bence gayet iyi. Kuru üzüm biraz daha fazla olabilirmiş

Yulaf kepeği elimin altında olduğu sürece daha çoook denemeler yaparım ben.

10 Temmuz 2015 Cuma

Kelimeler yetmiyor

Türkçemiz çok güzel bir dil.

Her duruma uygun çeşit çeşit atasözlerimiz, deyimlerimiz var. Sadece durumlara mı uygun, ruh hallerine de birebir. Bir kişi için bir gün "iyi insan lafının üstüne gelir" derken, aynı kişi için ertesi gün "iti an çomağı hazırla" diyebilirsin mesela.

Bir duygunun derecelerini anlatmak için kaç tane kelimemiz var: beğenmek, hoşlanmak, bayılmak, sevmek. İlk aklıma gelenler.

"a" "e" gibi tek harfli kelimelerin yanısıra sondan eklemeli olması nedeniyle uzuuuuuuuun kelimelere de sahip bir dil. Mesela vikipediye göre popüler kültürde yer etmiş en uzun sözcük 70 harfli muvaffakiyetsizleştiricileştiriveremeyebileceklerimizdenmişsinizcesine imiş.

Bırak söylemeyi, bu kelimeyi okumak bile imkansız. Cümle içinde kullanmanın ise lafını bile etmiyorum.

Sözlüklerde yer alan en uzun kelimeler ise 20 harfli imiş: kuyruksallayangiller, ademimerkeziyetçilik, egzistansiyalizm, elektroansefalografi.

Gel gör ki bu kadar zengin bir dil bazen bana yetmiyor. Kimi zaman kendimi istediğim gibi ifade edemediğimi hissediyorum. Bu nedenle ben de kendi kelimelerimi uyduruyorum. İşte size bir seçki, tepe tepe kullanın ama kopiraytı mopiraytı bana ait, unutmayın.

Pazarkası: (Pazar-arkası) Pazar ile pazartesi günlerinin arasında, hafta sonu yorgunluğunu atmak, yeni haftaya hazırlanmak için olması gerekli gün. Büyük bir ihtiyaç.

Güçleme: Bir kısım yazarların illa "üç kitap yazacağım, çok para kazanacağım" diyerek mikemmel bir hikayeyi mahvetme eylemlerinin sonucu. Bu konudaki parlak fikirlerimi de şurada paylaşmıştım.

Rokaye: İngilizcede "novella" diye anılan; roman olamayacak kadar kısa, hikaye olamayacak kadar uzun edebi tür.

Göz hasarı: Kullanılacak un, şeker, su gibi bilumum malzemelerde kati bir ölçü vermek yerine "göz kararı, aldığı kadar" gibi muğlak ifadelere yer verilmesi sebebiyle ortaya çıkan tarifte meydana gelen hasarı tanımlamak için kullandığım deyim.

Backresyon: Her tatil dönüşü yaşadığım ruh hali. Hayatı, yaşamın anlamını sorgulatan; varoluşsal ikilemlere düşüren, en ağır depresyon cinsi. Depresyonun dibi. Dibinin dibi.

8 Temmuz 2015 Çarşamba

Büyücüler

Bu aralar bende bir tembellikler, bir üşengeçlikler, bir isteksizlikler, bir neler neler. Tamam zaman zaman gelir bana böyle şeyler ama bu sefer sebebi ben değilim. Hayat bazen böyle oluyor işte. Olsun. Eninde sonunda su yolunu bulur nasıl olsa.

Bu tembellik-üşengeçlik-isteksizlik üçgeni kitap okumamdan blog yazmama; spor kariyerimden restoran keşiflerime her bi şeyime sirayet etti. En son okuduğum kitabı 22 haziranda yazmışım. Peheyyyy, her hafta bir kitap bitiren bana neler olmuş böyle.

Tamam, her şeyin suçunu da hayata atmayayım şimdi. Her konuda olduğu gibi kitap seçme konusunda DA hatalı seçimler yapabiliyorum.

En son bitirdiğim kitabı elime alırken çok heveslenmiştim. Nasıl heveslenmeyeyim ki, tanıtımı aynen şunu söylüyordu: "yetişkinler için Harry Potter". Benim Harry sevgimi bilmeyen kaldıysa öğrensin.

İlk 20 sayfa seçimimden çok memnundum, sonraki 50 sayfada bir şeylerden kuşkulanmaya başlamıştım ama yine de yılmadım, okumaya devam ettim. Ve kitabı bitirdim. Sonuç: hayal kırıklığı.

Lev Grossman'ın yazdığı Büyücüler'den bahsediyorum. Bir kere şundan emin oldum, konu ne olursa olsun içine "yetişkinlik" girdiği zaman otomatikman sıkıcı kategorisine giriyor. Peki büyücülerin içine yetişkinler girerse ne oluyor, şöyle özetleyeyim: varoluşsal kaygılar, alkol, uyuşturucu, cinsellik, aldatma sahne alıyor.

E hani büyücülerden bahsediyorduk, işin sihri nerede kaldı. Bunlar zaten büyücü olmayan biz zavallılar için neredeyse gündelik konular. Büyücüleri kullanmaya ne gerek var ki, gayet sıradan karakterlerle de aynı hikaye anlatılabilirdi. Bizimla değılsın Lev Grossman.

Bir başka eleştirim de akışla ilgili. En doğru ifade bu olur mu bilemedim ama kurguda bir dağınıklık var. Bazı bölümleri okurken "bunun olayla ilgisi ne ki şimdi" diye sorarken buldum kendimi. Bilemiyorum, belki de bu durum benden kaynaklanıyordur. Olur olmaz yerlede bir sürü soru sormak gibi bir alışkanlığım vardır neticede.

Çeviride de beni rahatsız eden bölümler vardı. Tekrar tekrar okumama rağmen anlayamadığım cümleler, anlam düşüklükleri bende özensiz bir çeviri olduğu hissiyatını uyandırdı.

Bu kitap bir üçlemenin ilk kitabıymış, üçüncüsü henüz Türkçe'ye çevrilmemiş. Peki ben şimdi size bu kadar karaladığım kitabın ikincisini okuyacağım desem, hakkımda ne düşünürsünüz? Rahat olun, problem diil. Ben kendimi biliyorum zaten.

Bir kaç tuhaf alışkanlığımdan bir tanesi de kitap alışverişlerimde kendini gösterir. Şöyle ki, eğer ben bir kitap alıyorsam ve o bir seri ise tüm seriyi alırım. Neden? Ya ben kitabı çok beğenirsem ve gecenin bir yarısı bitirirsem ne olacak? Kitapsız falan kalırım maazallah, devamında ne oldu diye meraktan öleyim mi? Ölmeyeyim. O yüzden kitapların hepsi elimin altında bulunsun isterim.

Bu nedenle ikinci kitabı da almış bulundum işte. E aldığım kitabı okumayacak mıyım? Mecburen okuyacağım elbette.

Ben biliyorum zaten, başıma ne geliyorsa bana müstahak. Oh olsun bana.

5 Temmuz 2015 Pazar

Vay bana vaylar bana

Öğrenmenin yaşı yok, her gün yeni bir şey öğreniyoruz, bir şey öğrenmek için hiç bir zaman geç kalmış sayılmayız.

Mesela ben ozalitin bir maden cinsi değil de kopyalamakla ilgili bir şey olduğunu 2000'li yılların başında öğrenmiştim. Benim meşhur hamarat sarışın o seneler Beşiktaş'ta bir ozalitçiye yakın bir eve taşınmıştı da, ben de şehrin göbeğinde maden satışı yapılmasından işkillenince gerçeği öğrenmiştim.

Halbuki fonetik olarak baktığımızda ozalit linyite ne kadar da yakındı.

Ozalitin gerçekte ne olduğunu 20 yaşımdan sonra öğrenmiş olabilirim, problem diil. Peki insan ince kemikli olduğunu 30 yaşından sonra öğrenir mi? 

Bu hafta bir diş muayenesine gitmem gerekti, cerrahi bir prosedür olacak ama doktorum demez mi "sizin kemikleriniz çok ince yapılı, önce tomografi çekmemiz lazım, belki kemiklerinizin inceliği yüzünden başka bir tedavi uygulamamız gerekebilir"

Şaştım kaldım, ben ince kemikli miydim yani?

"Belki yüzümün kemikleri incedir ama diğer kemiklerim kalındır" diye kamuoyu araştırmasına başladım. Benim için kamuoyu = hamarat-sarışın ile o-kadar-da-hamarat-olmayan-kumral. Hemen ilk konsey toplantımızda birinci gündem maddesi olarak sordum: "yav benim kemiklerim inceymiş, siz fark etmiş miydiniz?"

Tabii ki de ince kemikliymişim, ellerimden, ayaklarımdan, bileklerimden belliymiş, nasıl kalın kemikli olabilirmişim ki, asıl kalın kemikli olan onlarmış.

Resmen yıkıldım.

Ben senelerdir kendimi "tartıda ağır çekiyorum ama benim kemiklerim kalın" diye avutuyordum. Ne avutması, resmen kandırıyormuşum. Kas ve su dediğin ne ki zaten, kemikleri de elediğimize göre kala kala yağ mı kalıyor yani şimdi?

Peh!