30 Ocak 2014 Perşembe

Bilinmeyen Shakespeare

Meğersem ünlüüüüü Shakespeare hakkında ne dedikodular varmış da hiç haberim yokmuş. Edebiyat dedikoduları da pek tatlı oluyormuş mirim.

Söylentiler diyor ki, aslında Shakespeare'in (ki yazının kalanında kendisinden kısaca SP diye bahsedeceğim) eserleri diye bildiğimiz tüm o soneleri, oyunları yazan kişi SP değilmiş. Yıllar yıllar boyu hepimiz kandırılmışız anacım.

Denilenlere göre aslında tüm o edebi şaheserler Cristopher Marlowe isimli, genç yaşında şüpheli bir şekilde öldürülen şair ve oyun yazarına aitmiş. En ünlü eseri Dr. Faust imiş. Ayrıca kendisi devletin gizli bir ajanıymış. Elizabeth dönemi James Bond'u diyebiliriz kısaca.

Ben okuduklarımın yalancısıyım, SP, Marlowe' un eserlerinin altına sadece imzasını atan bir tacirmiş aslında. Zaten kendisinin aldığı eğitim ve kültürü de o muhteşem eserleri yazması için yeterli değilmiş. 

Zaman içinde SP'nin dönüştüğü marka ve kültür gücüyle edinilen ticari çıkarlar nedeniyle bu gerçeği ortaya çıkartmak isteyen çeşitli araştırmacı ve akademisyenler ise engellenmiş, ciddiye alınmamış.

Bizde faiz lobisi varsa ellerin de Shakespeare lobisi var gördüğünüz üzre.

Peki ben bunları nereden öğrendim? Son okuduğum kitaptan: Şeytan ve Şair, yazarı John Underwood. Kitaptaki hikaye kurgu olmakla beraber yukarıda bahsettiğim Marlowe teorisini temel alıyor.


Yazar, Dan Brown gibi bir gizem ve entrika dünyası yaratmaya çalışmış ancak maalesef bu konuda çok başarılı olamamış. Özellikle başlarda, yaratılmak istenen esrarengiz hava nedeniyle kim kimdir, şimdi anlatılan bölüm kimin başından geçiyor diye karakterleri oturtmakta hayli zorlandım. Bir de kimi yerleri okurken karşılaştığım anlam düşüklükleri beni rahatsız etti, çeviriden dolayı.

Sonlara doğru da bir gönül ilişkisi yerleştirilmiş, bu da çok zorlama olmuş.

Ayrıca değinmeden geçemeyeceğim, kitapta bir bölüme çok güldüm. Hikayede sırrı çözmeye çalışanlar Amerikalı bir gazeteci ile oyunculuk eğitim alan kızı. Hanım kızımız, tabii aldığı eğitim nedeniyle, SP'i sular seller gibi biliyor. İlk başta babası kendisine SP-CM teorisinden bahsettiğinde inanmak istemese de kanıtlara ulaştıkça ikna oluyor ve tam bu noktada dünyası yıkılıyor.

Neymiş efendim yıllarca kendisine doğru diye öğretilen her şey koca bir yalandan ibaretmiş, bu şekilde kandırıldığı için hiç bir şeye inancı kalmamış, bu kandırılmışlıkla nasıl yaşayacakmış falan filan. Tam anlamıyla depresyona giriyor.

Muasır medeniyet seviyesinde bir ülkenin vatandaşının derdi de başka oluyor canım. Bizler gözümüzün içine baka baka yapılan hırsızlıklara öyle alışmışız ki, birinin başka bir yazarın eserlerini çaldığını öğrendiğimizde "Vay şerefsizlere bak" der geçeriz. Yani iyi ihtimalle şerefsiz deriz, işin ucunda "bugüne kadar başkaları çaldı, bari şimdi bizimkiler çalsın" demek de var. Roman kahramanı da olsa depresyona girip hayata küsmez.

Gördüğünüz gibi okuduğum kitaplar çerez kategorisinde olsa da, öğrenmek isteyen için her türlü dersi ihtiva eder.

27 Ocak 2014 Pazartesi

Varoluşçuluk - i don't exist

Ofiste kızdığım zamanlar sıklıkla kullandığım bir cümle vardır: zaten i don't exist. Hani beni kale almasanız da olur minvalinde.

Bu arada siz dalga geçmeden ben kendimle dalgamı geçeyim: evet bazen Türkçe - İngilizce karışık konuşurum, hava atmak için elbette. Beyaz yakalıyız ya, ondan.

Yok canım yaaaa ne yakası, ne beyazı, komik bulduğum ve komik olduğum için böyle konuşurum. Son tahlilde hepimiz işçiyiz, kim kime neyin havasını atıyor.

Bir arkadaşımın bu konuda çok iyi bir kriteri vardı: bir gün kafana esip işe pijamayla gelmeye karar verdiğinde hiç kimse sana "bu ne hal böyle" diye hesap soramıyorsa işte sen patronsun demektir. Eeee patron değilsen ne oluyorsun: işçi. Alt kademe, orta kademe ya da üst kademe fark etmez, işçisin sen işçi kal.

Neyse efendim dağıttık konuyu. Geri gelelim.

Bazen de kızdığım firmalar hakkında "sosyal medyada kampanya başlatacam haaa" diye atıp tutarım, okuyanlar bilir. Geçen hafta fark ettim ki, ben kiiiiiiim sosyal medyada kampanya başlatmak kim. Gerçekten de sosyal medyada yokmuşum, hakikaten i don't exist yani.

Geçen çarşamba akşamı eve geldim, annemle kurulduk Muhteşem Yüzyıl seyrediyoruz, bir taraftan da bilgisayarı aldım elime, şeker patlatayım dedim. Aaaa o da ne, feysbuk açılmıyor, bir de mesaj çıkıyor, güvenli internet bilmem nesi nedeniyle bu site yasak falan diye.

Şaşırdım yani, feysbuk güvensizse de benim güvenliğim söz konusu olan, kime ne. Biraz araştırdım, ttnet'in aile profiline geçmişiz, feysbuk'ta oyun sitesi diye yasak. Müşteri hizmetlerini aradım, noooluyor öğrenmek için. El-cevap "valla bir sorun var, biz de bilmiyoruz tam olarak ne olduğunu, teknik ekip inceliyor".

Klasik olarak ben bir sinirlen, "benim internet profilimi benden habersiz kim değiştirir" diye dellen. Aldım elime telefonu, ttnet'le ilgili bulabildiğim bütün kullanıcıları mention'layarak tivit üstüne tivit atmaya başladım.

Bir Allah'ın kulu da ciddiye alıp bir cevap yazmaz mı. Yok. Bir kişi de tivitlerimi re-tivitlemez mi? Yok, yok.

Feysbuka girdim, statüme yazdım, böyle böyle sorun yaşıyorum, tweeter'da popüler olan birileri el atsın, bir dikkat çekeyim deyu. Nerdeeee, güya o kadar arkadaşım var feysbukta, sanal dünya yalan dünya.

Deriiiiin düşüncelere daldım, ben var mıyım, insan var olduğunu nasıl anlar, varlığımın kanıtı sadece kapladığım yer mi...

Hayata küstüm küsücem, az kaldı.

22 Ocak 2014 Çarşamba

Zumba da yapamıyormuşum...

...maalesef.

Ne kadar hevesle başladığımı okumak isteyenler buraya tıklayabilir.

Her hafta salı ve perşembe günlerini iple çekiyorum. O kadar seviyorum yani.

Hem de güzel yapıyorum sanıyordum. Salondaki arkadaşlar da sağ olsun gaza getirip duruyordu.

"Ay ne güzel dans ediyorsun, valla seni zevkle seyrediyoruz, en estetik sen yapıyorsun" diye veriyorlardı gazı. Ben de zaten almaya dünden razı, aldıkça alıyordum.

Bizim zumba hocası feysbukta sayfa açmış. Her hafta dersin 10-15 dakikasında video çekimi oluyordu, işte bu çekimleri de sayfasında yayınlıyormuş. Bir ara feysbukta arayıp bulamamıştım. Dün sayfanın adını iyice öğrendim, akşam videoları seyrettim.

Anam o ne... Tam bir kazık, hareketleri beceremiyorum, beceremediğim için bir noktadan itibaren kendi tarzımda tepinmeye başlıyorum. Tamam ben çok eğleniyorum da ayrık otu gibi duruyorum.

Bir de madem o kadar eğleniyorum, bunu saklamak için neden bu kadar çaba sarf ettiğimi de merak ettim doğrusu. Suratımdaki o ifade nedir yahu. Sanki zorla beni dans ettiriyorlar. Tevekkeli değil insanlar çok suratsız buluyorlar beni. Ay o meymenetsiz ben miyim, bir gül, azıcık tebessüm et yahu. Neredeeeee, büyük bir ciddiyetle işime odaklanmışım.

Bir de kıyafet olayı var. Millet güzel güzel giyinmiş, her derse ayrı bir kreasyonla arz-ı endam eylemiş. Ya ben? Çoğunluk aynı kıyafetler. Normalde böyle bir şeyi der etmem ama yaklaşık 3 ayın videosunu seyredip ardarda aynı şeyleri görünce hırslandım. Bir de ben spora giderken eski bir tişört ve eski bir kapri kombinasyonundan hiç şaşmadığım için milletin güzel güzel kıyafetlerini kıskandım doğrusu. Bu hafta sonu zumba kıyafeti alışverişi yapmaya karar verdim.

Ayrıca artık hareketleri yaparken sadece eğlenceye değil biraz da estetiğe odaklanacağım. Bundan sonra o videolarda rüzgar gibi eseceğim. Herkesler hayran kalacak. Belki birileri beni keşfeder falan ünlü olma fırsatı da yakalarım böylelikle.

Bu arada merak etmeden duramıyorum (bu kalıp da Ally McBeal'ciğimden yadigardır bana) acaba hakkını vererek becerebildiğim bir şeyi ne zaman keşfedeceğim. Eminim muhakkak var öyle bir şey de ben henüz tespit edemedim. Şimdiye kadar deneyip de beceremediğim şeyler şarkı söylemek, resim yapmak, yemek yapmak, seramik yapmak, yüzmek. Bir kalemde aklıma gelenler bunlar, detaylı düşünsem başka şeyler de bulabilirim herhalde. Gördüğünüz gibi liste bayağı uzun olsa da henüz pes etmedim. Daha gencim, elbet bir şey bulurum.

20 Ocak 2014 Pazartesi

Hadsiz seni!

Dün kırmızı gözlerimden bahsetmiştim. Tabii pazar olması sebebiylen doktora muayene olamayıp telefonda tarif suretiyle önerilerini almıştım. Bu sabah tam teşekkülü bir hastaneye gidip muayene oldum.

Hastalığımın tıbbi adı viral konjonktivit imiş.

Olansa şu imiş efendim, vücudumda kalmış bir grip virüsü ha bire bana saldırıp duruyormuş.

Kasım sonuydu sanırım, bir grip girişimini başarıyla savuşturmuştum. Yani savuşturduğumu sanıyordum ama becerememişim. Sonra Aralık' ta bir taarruz daha oldu, onu da bir takım salvolarla geri itmiştim, ocak başında ise bir hafta sonunu yatakta geçirtti bana hain virüs, zaten o sefer bronşit olmuşum meğersem.

Tam onu atlattım derken geçen hafta boğazım ağrımaya başladı ama kimseye söylemedim, sigarayla seviyeli bir ilişkim olduğundan kelli çevremdekilerle "boğazım acıyor - sigara içme" polemiğine girmek istemedim.

Cumartesi sabahı da uyandım, ama gözlerim uyanmayı reddediyor. Bir süre gözlerimi açamadım, açtığımda ise ne göreyim, benim gözler bir gecede mutasyon geçirip kırmızı olmuşlar. Bari şöyle güzel bir yeşil ya da derin bir mavi olaydı, bana düşe düşe kırmızı düşmüş.

İşte efendim bütün bu olaylar hep birbiriyle ilişkiliymiş, bu ocağına ateşler düşecise virüs ha bire bana saldırıp duruyormuş. Doktor böyle dedi.

Bunu duyar duymaz cinlerim tepeme çıktı.

Bre gafil, bre densiz virüs! Sen kimle uğraştığını sanıyorsun? Kim oluyorsun da benle mücadele etmeye çalışıyorsun. Tabii arkadaşlarımın bana kısaca "mücadeleci desindes" deyu hitap ettiğini bihaber beyhude bir çabayla beni alt etmeye çalışıyorsun. Bende bir virüs parçasına pabuç bırakacak göz var mı sanırısın.

Madem öyle ben de virüsle mücadele eylem planımı açıklıyorum:


1) tiz vakitte ananem aranacak, uzaktan okuma üfleme suretiylen virüs def edilecek

2) bu virüsün bir daha bana musallat olmamasını teminen hemmmen bir nazar boncuğu temin edilecek

3) annemin zencefil, bal, limondan mütevellit kış çayının suyu çıkartılacak, hatta şu anda çıkartıyorum, gayet lezizmiş

Gelelim doktorun önerilerine, bu kısmı özellikle beyim için yazıyorum: zinhar ev işi yapmayacakmışım; meyve soymak, çay demlemek, çay koymak bu hastalık için çok tehlikeliymiş. Katiyen düzenli zumba yapmam, kalan zamanlarda evde, özellikle de televizyon karşısında yatmam gerekiyormuş.

E beycağzım, bana muhalefet ediyorsun, tıbba da muhalefet edemezsin herhalde, bilim böyle diyor. Mecbur riayet edecez.

Bunun dışında bulaşıcıymış bu meret, tokalaşma, sarılma, öpme yok; tek kullanımlık havlu, bol bol el yıkama şeklinde klasik hijyen kurallarına sıkı sıkıya uymam icap ediyor. Bir de 3 adet damlam var, günün çeşitli vakitlerinde gözüme damlatıyorum.

Zaten kızarık gözler, bir de damladan sonra sulanınca bütün gün ağlıyormuş gibi dolaşıyorum. Bu günlerde bol bol timsah göz yaşları döküyorum anlayacağınız.

Beni gören "ay noooldu sana, neden ağlıyorsun" diye soruyor. "Yaaa zaten çok hassas bir insanım, işte son zamanlardaki gelişmeler yüzünden hüngür hüngür ağlıyorum" diye cevap veriyorum. Tabi cümlenin ortasında bir gülme geldiği için kimse inanmıyor. Ama şu gülme işine bir çare bulursam, bugünlerdeki görüntümle çok iyi duygu sömürüsü yapıp herkese istediklerimi yaptırabilirim.

Kendimi vampire benzetmiştim ya doktor da kurt adamlığı uygun gördü. Çok fantastik bir hastalık anlayacağınız. Ancak şükür acı yok. İlk gün batma ve yanma hissiyatı vardı, bugün de damla kullanma saatim yaklaştıkça kaşıntı geliyor, o da kuruluktan oluyormuş.

Neyse, ben bu virüsün bacaklarını kırar ceplerine koyar postalarım evelallah, benle uğraşmak her babayiğidin harcı değildir.

Herkese sağlıklı günler dilerim.

19 Ocak 2014 Pazar

Kısa kısa

Yoğun ısrar üzerine Piyer Loti ve Galata Kulesi'niden bahsettiğim yazımda - ki buradan ulaşabilirsiniz - yer alan iki manzara fotoğrafını beyimin çektiğini belirtmek istiyorum. Kopirayt mopirayt kendisinin yani, utanmasa telif ücreti isteyecek.

********************************************************

Fotoğraf demişken bir hususu belirtmek istiyorum. Takip edenler bilir, okuduğum kitaplarla ilgili yazdığım yazılara görsel koymak için kitap fotoğrafları çekiyorum. Valla bu fotoğraf işi yazmaktan daha zor geliyor bana. Şöyle güzel bir kompozisyon olsun diyorum, kitabı bir oraya koyuyorum, bir buraya. Bir alttan çekiyorum fotoyu, yok olmadı üstten, olmadı yandan... Çok zor yani. Bende sanatçı mayası yok anacım. Bugüne kadar denediğim ve başarısız olduğum sanat dallarına fotoğraf da eklenmiş oldu.

********************************************************

Sanırım vampir oldum. Gözlerim dün sabah kalktığımdan beri kırmızı. Evet, evet vampir oldum. Doktor "mikrop kapmış, enfeksiyon" dedi, damla ve merhem verdi ama inanmıyorum. Bu arada gerçekten vampir olsam hiç güzel olmazmışım, kırmızı göz bana yakışmıyor.

*********************************************************

Bu arada yılbaşından hemen sonraki hafta sırt ağrısı, ateş, öksürük şikayetiyle gittiğim doktordan bronşit teşhisiyle çıkmıştım. Aynı zamanda 2013 yılında hiç doktora gitmediğimi fark edip "hahahayyyyt ne güçlü bünyem varmış beaaah" diye düşünmüştüm. Bu yılın ilk ayını çıkaramadan ikinci doktor vakamla kendime nazar değdirme konusunda kendimden başka rakibim olmadığını kanıtladım. Tebrikler bana gelsin.

*********************************************************

Hafta sonu yine annemleri gezdirmeyi bahane ederek Tekirdağ'a uzandık, orada yaşayan kuzenim ve eşini ziyaret ettik. Dostluk, yarenlik, akrabalık güzel şey.

*********************************************************

Malum 30 mart yerel seçimleri nedeniyle muhtarlıklara seçmen listeleri asıldı. Enteresan şeyler duyuyoruz, listelerden silinenler, listelere eklenenler falan. Her seçimde adres listesine göre asılan listelerin bu sene soyadına göre asılması enteresan.

18 Ocak 2014 Cumartesi

Katil kim acaba?

2014'ü Ahmet Ümit senesi ilan ettim.

Son bir kaç kitabını okumuştum, en son da burada bahsettiğim Beyoğlu'nun En Güzel Abisi'ni okuduktan sonra dedim ki neden bütün kitaplarını okumuyorum?

Hemen harekete geçtim elbette. Kitap okumayı ne kadar sevdiğimi bilen iş arkadaşlarım da yılbaşı hediyesi olarak D&R'da hediye çeki almışlar. Gerçi hediye mi ceza mı bilemedim, çünkü şurada bahsettiğim maceramın her bir saniyesine tanıklık ettiler, buna rağmen bunu uygun görmüşler, sağ olsunlar.

Neyse efendim, ben de geçen hafta girdim siteye, üstelik cep boy kitaplarda da % 24 indirim varmış, hemen siparişlerimi verdim, bekliyorum. İnşallah bu sefer başarılı olabilirsem 7 tane kitabım gelecek. Menfi ya da müspet gelişmelerden haberdar ederim sizleri.

Bu arada kendisinin Kavim kitabını okudum.






Yine gizemli bir cinayet. Arka kapaktan alıntı: "Göğsünde haç saplı bıçakla öldürülmüş bir adam. Adamın kanıyla satırları çizilmiş bir İncil."

Bu sefer arka planda Anadolu'nun zengin kültürü, bu topraklarda bizlerden önce yaşamış Hristiyan, Süryani, Nusayri, Rum topluluklarının hikayeleri.

Hani hep deriz ya biz zengin bir kültür mirasına sahibiz, bu topraklarda nice toplumlar bir arada kardeşçe yaşamış, yaşıyor. Aslında bir arada yaşamayı beceremediğimiz aşikar. Kitaptaki kahramanların birininin ağzından yazılmış şu cümleye hak vermemek mümkün değil: "... Türk olduğumuz için, Müslüman olduğumuz için bizden önceki kültürleri görmezden geliyoruz."

Kitapta işlenen bir başka konu ise emniyet teşkilatı içindeki yozlaşma, politik oyunlar, derin devlet oluşumu ve tüm bunların sonucu olan kişisel dramlar.

Hikayeye dönecek olursak bu kitapta çok fazla karakter yok. Hikayeye girip çıkan bazı yan karakterler dışında her zamanki kahramanlarımız Başkomiser Nevzat, Zeynep, Ali, Evgenia'ya ek olarak itirafçı olup daha sonra ufak çaplı mafyalığa soyunmuş Bingöllü Kadir, yeraltı dünyasında var olmaya çalışan Kınalı Meryem, kendini Aziz Pavlus sanan antikacı Malik, entel Can, Emniyet Müdürü Cengiz.

Katil uşak diyip henüz okumamış olanlara pislik yapayım dedim ama kitapta uşak karakteri yok, müsterih olunuz.

Hikaye güzel, kurgu güzel. Zevkle okuyacağınızı tahmin ediyor, ısrarla tavsiye ediyorum. Üstelik katili de açık etmedim.

Eminim ki kitabı bitirdikten sonra siz de benim gibi bir çok konuda daha fazla bilgi edinmek için araştırma yapmak isteyeceksiniz. Ayrıca şunu da belirteyim okurken "bu hikayeden ne güzel film olur" diye aklımdan geçirmedim değil.

İyi okumalar.

12 Ocak 2014 Pazar

Ey güzel İstanbul

Bu hafta sonu annemle babamın gelişi sebebiyle mis gibi havayı da kaçırmamak için ufak bir geziye çıktık. Güya annemleri gezdiriyoruz kisvesi altında biz de beyimle güzel bir İstanbul turu yaptık.

İlk istikametimiz Pierre Loti idi. Bilmeyenler için Pierre Loti, Eyüp mezarlığının üstünde yer alan bir tepe. Ünlü yazar buradaki kahveye sık sık geldiği için bu tepedeki kahve de onun adıyla anılır olmuş. Gerçekten gelmiş mi bilemem, bizzat görmedim sonuçta. Ama burada bir çay içip Haliç üzerinden güzel bir İstanbul manzarası seyretmek mümkün. Aşağıdaki gibi.

Pierre Loti'den çıktıktan sonra biraz daha İstanbul manzarası görelim diyerek Galata Kulesi'ne yollandık. Kuleye çıkmak için biraz sıra bekledik, doğal olarak bir sürü turist vardı. Sıra beklememizin ne kadar iyi bir şey olduğunu yukarı çıktığımızda anladık. Çünkü aşağıdaki bekleme süremiz sayesinde yukarı çıkışımız tam güneş batış saatine denk geldi, bu sayede zaten güzel olan manzara aşağıda göreceğiniz üzere adeta katmerlendi.


Vikipedi'den aldığım bilgilere göre yerden, çatısının ucuna kadar olan yüksekliği 69,90 metre, duvar kalınlığı 3,75 metre, iç çapı 8,95 metre, dış çapı da 16,45 metreymiş. Yapılan statik hesaplamalara göre ağırlığı yaklaşık 10.000 ton'muş.

sözlük anlamıyla kuledibinden bir görünüm
Galata Kulesi 1348 yılında inşa edilmiş, o zamanlar İsa Kulesi adıyla biliniyormuş. Osmanlı zamanında ise bir çeşit hapishane olarak kullanılmış. Daha sonraları da yüksekliğinden dolayı yangın kulesi olarak hizmet vermiş. İyice harap olan kule 1960'larda restore edilmiş ve tepesine yeni bir külah yapılarak turistik hizmete açılmış. Kulenin tamamını çevreleyen seyir terasında 360 derece dönerek yukarıdaki muhteşem manzara ve fazlasını görmek mümkün.

Evet, Hezarfen Ahmet Çelebi'nin 17. yy'da kendi yaptığı kanatlarla atlayıp Üsküdar'a indiği kule bu kule.

Hem Pierre Loti hem de Galata Kulesi'nde manzarayla gözlerimize ziyafet çekmiş olduk. Bu arada yukarıda bahsettiğim tarihsel bilgileri ise Murat Belge'nin İstanbul Gezi Rehberi kitabından aldım. İstanbul'da yaşayan ve yaşadığı şehrin tarihi hakkında bilgi sahibi olmak isteyen herkese tavsiye edeceğim bu kitabı tarihi yerleri gezmeye çok meraklı bir arkadaşımda gördüm, aldım. İyi ki de almışım. Çeşitli gezi rotaları belirleyip gördüğün yapılar hakkında derli toplu tarihsel bilgilere ulaşmak gezinin keyfine keyif katıyor.

Yalnız uyarmadan geçmeyeyim, kitap İstanbul'u çeşitli bölgelere bölerek anlatıyor, her bölümde ise önemli mekanlar alt başlıklarda yer alıyor. Ancak alt başlıklar belli bir rota sıralamasında değil. Yani önceden bir plan yapıp gezi sıralaması belirlenmediği takdirde, kitapta yer alan başlık sıralamasında ilerlemek zaman kaybettirici ve yorucu olabilir.



8 Ocak 2014 Çarşamba

Beyoğlu'nda gezersin gözlerini süzersin

Beyoğlu'nda gezen ben değilim. Yani çok severim, zaman zaman da gezerim ama bu sefer gezen Başkomiser Nevzat.

Evet, Beyoğlu'nun En Güzel Abisi.

Çok keyifle okudum kitabı, hatta o kadar ki çabucak bitmesin diye kendime günlük sayfa sınırı koydum, ancak maalesef kaçınılmaz sondan kaçamadım. Kitap bitti.

Zaten polisiyeyi çok severim, hele güzel yazılmış polisiyeye bayılırım. Hele o güzel yazılmış polisiye bildiğim mekanlarda geçiyorsa ağzımın suyu akar.

Ahmet Ümit'in yeni romanı çıktı diye gazetede okur okumaz ilk siparişime koydum kitabı. Kapak dizaynı da o kadar albenili ki, "oku beni, oku beni" diye haykırıyor adeta.



Kitabın konusunu yılbaşı gecesi Beyoğlu'nun arka sokaklarında işlenen bir cinayet oluşturuyor. Başkomiserimiz bir yandan cinayeti çözmeye çalışırken bir yandan 6-7 Eylül olaylarını değinip Tarlabaşı'nın kentsel dönüşüm adı altında peşkeş çekilmesine içerleniyor, Gezi protestolarında hayatını yitiren fidanlara saygı duruşunda bulunuyor.

Çok çok severek okudum, tadı damağımda kaldı.

Sonra hemen internette bir araştırma yaptım, bakalım başka okuyucular ne düşünmüş diye. Klasik olarak beğenenler olduğu kadar beğenmeyenler de var, çok normal. Katıldığım eleştirilere de denk geldim katılmadıklarıma da. Ancak bir konudaki eleştirileri haksız buldum.

Neymiş efendim Gezi protestoları, 6-7 eylül olayları, azınlıklar, kentsel dönüşüm, iç göç, bürokrasinin kokuşmuşluğu, uyuşturucu ticareti, pavyonlar her şeyden bahsetmiş yazar, muhalif olup siyaset yapmak için hangi konuyu bulduysa koymuş mealinde eleştirilere rastladım.

Evet yukarıdaki konuların hepsi ve daha fazlası yer alıyor kitapta. Ama sorarım size Tarlabaşı'nda geçen bir hikayede yukarıda saydıklarımdan hangisi abartı, zorlama, fazladır ki. Üstelik bahsedilen konuların hiç biri hikayede eğreti durmamış.

Bir de Gezi protestolarından kitapta bahsedilmesinden rahatsız olan bir güruh var, bu şekilde rant sağlamaya prim yapmaya çalışmakla suçluyorlar yazarı.

Aklı başında hiç kimse bir romanı "aman da Gezi'den bahsediyormuş" diye okumaz herhalde, aklı başında olmayanların da kitap okuduğundan şüpheliyim zaten. Belki bu konuya yer verdiği için sempati duyup bu kitabı okuyacaklar vardır, olsun, ne sakıncası var?

Üstelik toplumsal hafızamız bu kadar zayıfken bu tip romanlar böyle önemli olayların hiç bir zaman unutulmamasını sağlamayacak mı? Yıllar sonra birinin bu kitabı okuyup da Gezi protestolarında yaralanan, sakatlanan, hayatını kaybeden insanların varlığından haberdar olması kötü bir şey mi? Başka nereden öğrenecekler, tarih kitaplarından mı?

Üstelik yıllar geçmesine de gerek yok.  Bizler sosyal medya sayesinde olan biten her şeyden haberdar olabildik belki ama tüm olaylar sırasında medyanın malum tutumundan dolayı gizlenmiş, saklanmış gerçeklerin bir roman aracılığıyla dahi olsa dile getirilmesi ve okuyucuda "dur bakalım neler olmuş, biraz araştırayım bu konuyu" hissiyatı yaratması neden kötü olsun ki?

İşte bunlardan dolayı bu eleştirileri getirenlerden hiç hoşlanmadım.

Hikayeye dönecek olursak kurgu başarılı olmasına rağmen daha kitabın ortasına gelmeden katili tahmin ettim, ve sonunda da tahminim doğru çıktı. Bu da benim bunca yıllık polisiye kitap okuma, dizi izleme mesailerimle geliştirdiğim yeteneğim işte. Kurgu cinayetlerde katili şıp diye teşhis edebiliyorum.

Kitabı henüz okumamış ve sonuyla ilgili bilgi almak istemeyenler okumayı burada bıraksın. Zira bundan sonrasında yazdıklarım hikayeyi açığa çıkaran unsurlar içeriyor ve bir sürprizi açığa çıkarıyor.

Kurgu cinayetlerde katil her zaman cinayet işlemek için görünürde hiç bir sebebi olmayan kişi çıkar. Tabii ki de okuyucuyu şaşırtmak için. Ama aslında bu kişinin hep bilinmeyen, gizli bir hikayesi vardır. Bu hikaye de cinayet sebebinin ta kendisidir ve ortaya çıkmasıyla düğüm bir anda çözülür.

Bunu da kötü bir şey diye yazmıyorum, aksi olsa çok sıkıcı olur. Zaten beni meraklandıran da o hikayenin ne olduğunu tahmin etmek oluyor. O bölüme gelene kadar ben de sürekli kafamdan şüpheli şahısla ilgili hikayeler yazıyorum, acaba yazar nasıl bağlayacak diye tahminlerde bulunuyorum.

İşte benim için iyi bir cinayet romanı da, yazarın şüpheli şahsın hikayesini kurgu cinayete ne kadar inandırıcı bağlayabildiğine göre belirleniyor, katilin ne kadar sürpriz bir kişi olduğuna göre değil.

Bu kitapta da katil kolayca tahmin edilebiliyor, nedenini de az çok çıkartabiliyorsunuz ama son bölüme gelene kadar cinayeti nasıl işlediğini anlamak mümkün değil, ben anlayamadım yani.

Beğenmediğim de iki konu oldu. Engin'in katili bulunuyor ancak Titiz Tarık'ın kim tarafından neden tutulduğu kısmı havada kalmış, bir sonuca bağlanamamış gibi geldi bana. Ki tüm kitap boyunca bu iki olay hep bir arada ele alınıyor.

Bir de yazar kendini hikayenin bir kahramanı olarak romanın içine yerleştirmiş. Kendisinden bahsettiği bu bölümler okurken en keyif almadığım kısımlar oldu, olmasa da olurmuş, hatta daha iyi olurmuş.

Ancak son tahlilde ben bu kitabı çok beğendim, böyle bir polisiye romanı ayıla bayıla yazmam beni çok sığ bir insan mı yaptı bilemedim şimdi.

6 Ocak 2014 Pazartesi

Özgüvenmek ya da özgüvenmemek

Uzun zamandır kitap yazmıyorum. En son kitap alabilmek için verdiğim mücadeleden burada bahsetmiştim. Sonra araya yurt dışı seyahati girdi, başka yerden sipariş verdim falan ama bir süre kitapsız kaldım. Neyse sonunda siparişlerim geldi, ben de rahat bir nefes aldım.

Şimdi bir laf yumurtlıycam: nasıl en kısa yol bildiğin yolsa en hızlı alışveriş de bildiğin siteden yapılır.

Kitaplar gelince bir tanesini seçip hevesle okumaya başladım. Hani bir karar vermiştim ya, üç tane zevkim için, bir tane de kişisel ya da mesleki gelişimimle ilgili kitap okuyacağım diye. Ben de katıldığım liderlik eğitiminde önerilen kitaplardan birini seçtim okumak için. Adı Özgüven.




İtiraf ediyorum, zaman zaman özgüven problemleri yaşıyorum ben de çoğu insan gibi. Özellikle yeni tanıştığım insanların karşısında, yabancıların yanında, yeni ortamlarda tıkanıp kalabiliyorum. Hem insanlarla sohbet edip iletişim kurmak istiyorum, hem de salakça bir şeyler söylemekten korkup kabuğuma çekiliyorum. Bu yüzden kitabın adı cazip geldi, belki bu sorunumu aşmaya yarayacak ip uçları bulabilirim diye düşündüm.

Herhangi bir kitap, film, oyun hakkında kötü demek istemem, o kadar emek verilmiş neticede. Bir de zevk meselesi, ben beğenmiyor olabilirim ama beğenen vardır. Ama bu kitabı okumanızı tavsiye etmiyorum.

Özgüvenden ziyade çok daha temel konular ele alınmış kitapta. Kendini sevmek, eleştirileri kabul edebilmek, hatalarla başa çıkabilmek, isteklerini dile getirebilmek gibi bir yetişkin olmanın temel davranış kalıplarındaki problemlere yer verilmiş.

Kitabın içeriği o kadar sorunlu durumlardan bahsediyor ki gerçekten böyle problemleri olan, kendini bu kadar sevmeyen, kötü olan her şeyden kendini sorumlu tutan, kendi değerinin farkında olmayıp kendini hep başkalarının görüşlerine göre değerlendiren kişiler çözümü daha derinlerde ve farklı yöntemlerde aramalılar. Bu kişilerin adam akıllı psikolojik destek almaları gerekir kanaatindeyim. Gerçekten de kitapta verilen örnek vakalar "yuh artık bu kadar da olmaz" dedirtiyor insana.

Neyse okumak isteyen varsa okusun da dediğim gibi kitapta bahsedilen sorunlara sahip insanların bu sorunları kitap okuyarak çözemeyeceklerini düşünüyorum.

Bana derseniz ki "madem bu kadar beğenmedin, hepsini okudun mu kitabın, okumasaydın madem" haklısınız ancak benim de huyum kurusun, başladığım işi yarım bırakamıyorum. Beğenmesem de bitene kadar okudum kitabı.

5 Ocak 2014 Pazar

Yollar yürümekle aşınmaz

2013'ün son günü ofisteki arkadaşlarla toplu bir kahvaltı yaptık. Herkes yeni yıl kararlarından bir tanesini bir kağıda yazdı. Bilmiyorum, belki bir kısım insanın tek kararı vardı. Neyse yazılanları beraber okuduk ve kağıtları 2014 sonunda çıkarmak üzere bir kutuya koyduk.

Yeni yılla ilgili kararlar genelde bilinen konular üzerine. Kilo vermek, spora başlamak, araba kullanmayı öğrenmek, bir müzik aleti çalmak gibi.

Yaaa evet, iş yerinde çok renkli bir ortamımız yok.

Mesela kimseden Everst'e tırmanmak, okyanusu geçmek, uzaya gitmek gibi ilginç şeyler çıkmadı.

Millete laf söylüyorsun, senin kararın çok mu enteresan derseniz hayır derim. Ben de sıkıcı bir insanım neticede.

Efendim, benim yeni yıl kararım her gün 10.000 adım atmak. Yılın son günlerinde bir adım sayar aldım. Yataktan kalkar kalkmaz hemen takıyorum, gece yatana kadar da sürekli üstümde taşıyorum. Ancak sonuçlar pek iç açıcı değil maalesef.

Gördüm ki normal bir günde ortalama 7.500 adım atıyormuşum. Spora gittiğim günlerse 11.500'e çıkıyor.

Ama mesela cuma öğleden sonra rahatsızlandım, malum grip illeti.

Akşam eve gelir gelmez yattım, cumayı 6.000 adım civarında bitirdim. Cumartesi ise tüm gün kafamı bile kaldıramadım, bütün gün yattım, aşağıda görüldüğü üzere 21:40 itibarıyla adım sayım 1.258 idi.

yeni oyuncağım

Ama bugün kendimi daha iyi hissetim, beyimle 1 saatlik bir yürüyüşe çıktık. Bu akşamı 8.000 civarında kapatabilirim sanırım.

Adım sayımı arttırmak için mehter takımına bağladım. Ofiste pek mümkün olmuyor tabi ama evde resmen 2 adım ileri 1 adım geri dolaşıyorum. Ya da salondan mutfağa bir kaç şey götürmem gerekiyorsa her seferde sadece bir tanesini alıp mümkün olduğunca çok adım atmaya çalışıyorum. Bu şekilde perşembe günü adım sayımı 9.500'e çıkarabildim.

Anlayacağınız bu sene de kafayı adımlara taktım, bana bol bol tabanvay yolları görünüyor.

4 Ocak 2014 Cumartesi

Kısa bir 2013 raporu

Okulda falan ekonomi dersi alan ya da bu konulara ilgi duyanlar bilir, enflasyon ancak fiyat endeksleri yoluyla ölçülebilir. Fiyat endeksini özetle herhangi bir mal ya da hizmetin belli bir zamandaki değeri olarak tanımlamak yanlış olmaz sanırım. Mesela 1 kg elma geçmişte kaç paraymış, şu anda kaç para bunu bilirsek enflasyon oranı, paranın alım gücü vb ekonomik göstergelere ulaşabiliriz.

Şimdi yılın ilk yazısı ekonomi dersi mi almaya geldik diyen sevgili okur, azıcık daha iyi bir hafızam olsa konuyu buradan çok ilginç bir yere bağlayacaktım.

Yüksek lisans yaparken aldığım bir ekonomi dersinin hocası enflasyon hesaplamalarının belli bir yıla kadar gidebildiğini çünkü daha önceki yıllara ait fiyat endeksi bilgilerinin olmadığını anlatmıştı.

Yılın kaç yılı olduğunu bilmiyorum ama internette biraz araştırma yapınca bilinen ilk bilimsel çalışmanın 20. yy başında olduğu bilgisine ulaştım.

Şimdi asıl ilginç kısım geliyor işte: hocamın dediğine göre bilinen ilk fiyat endeksi bilgisi şimdi kim olduğunu hatırlamadığım ünlü bir tarihsel kişiliğin (yazar, ressam, bilim adamı olabilir) karısının bütçe tutturmak amacıyla tuttuğu notlardan oluşuyormuş. Kadıncağız bütçe açık vermesin diye yaptığı her bir kuruşluk harcamayı not edermiş.

İşte vakti zamanında dersi can kulağıyla dinlemiş olsaydım şimdi burada amma caka satardım, isim vererek falan, bilmiş bilmiş yazardım. Napalım böyle yarım yamalak bilgilerle yetineceğiz artık.

Peki bütün bunları neden yazdım?

İnanıyorum ki, gelecekte bir gün, ben bu dünyadan göçüp gittikten sonra birileri benim not defterlerimi, excel dosyalarımı bulacak. Bütün bu bilgiler bugünün gündelik hayatıyla ilgili gelecekteki torunlarımızın torunlarının torunlarına önemli bir ışık tutuyor olacak, benim de adım tarihe altın harflerle yazılacak.

Zira ben tam bir istatistik manyağıyımdır, aklınıza gelen - gelmeyen bir çok şeyi not ederim.

Mesela 2013 yılında benzin fiyatının % 5,16; motorin fiyatının % 5,8 arttığını nereden biliyorum? Çünkü her benzin aldığımda kaç litre aldım, litresi kaç liraymış, bir önceki depoyla kaç km yol yapmışım hepsini tek tek not ederim. 2013 başında 4,65 tl'ye aldığım benzini yıl sonunda 4,89 tl'ye; 4,31 tl'ye aldığım motorini ise 4,56 tl'ye almışım.

Senelerdir neden yapmamışım bilmiyorum ama 2013 marttan itibaren okuduğum kitapların da listesini tutmaya başladım. 10 ayda 30 kitap okumuşum, yalnız kategori konusunda biraz daha çalışmam lazım, grupları pek beğenmedim.

Temmuzda başladığım blogum için 83 yazı yazmışım, bir yazım ortalama 43 kişi tarafından okunmuş, 2014'te bunu iyileştirmem lazım. Ama tabii ki de bu tek başıma yapabileceğim bir şey değil. Siz sevgili okuyucularımın desteği gerekiyor. Okuyun, okutun.

2014 yılı için tutulmasını istediğiniz bir istatistik varsa çekinmeyin yazın. Bütün yıl tutar, sene sonunda buradan rapor veririm.