30 Mart 2015 Pazartesi

Yok aslında birbirmizden farkımız

Dün yazmıştım Seni Seviyorum, Mükemmelsin, Şimdi Değiş güzel oyun, kendinizden çok şey bulacağınız garanti deyu.

Bütün oyun boyunca salondan yükselen "ayyy evetttt" "kesinlikle doğru" "aynı ben/sen/biz" nidaları eşlik etti oyunculara. En çok gülünüp beğenilen ve alkışlanan sahneler de bu sahneler oldu.

Herkesin kendini bir yandan biricik, tek, eşsiz zannedip öte yandan herkesin birbirine bu kadar benzemesi, hem de taaaam 17 yıl önce yazılmış bir hikayede herkesin kendinden bir şeyler bulması eğlenceli bir şey aslında.

Bir taraftan pompalanan özgün olma, farklı olma, kendin olma düsturları içinde herkes, bunları olmak için ne kadar çabalarsa o kadar birbirine benziyor adeta. Haaa bir de söylemeden geçemeyeceğim, bir şeyi herkes yapıyor diye yapmamak kimseyi daha orijinal falan yapmıyor. Ben onlara ayrıca gülüyorum da bu ayrı bir yazının konusu olsun.

Bu nedenledir ki yok aslında birbirimizden farkımız demek istiyorum.

Farklı olmak o kadar iyi midir, benzer olmak o kadar kötü müdür ben bilmem, aklım ermez. Amaaa şunu söyleyebilirim, hani herkesin tuhaf bulduğu o küçücük şeyler var ya işte orijinal olan onlar. Hani, bende var diye söylemiyorum ama orijinal olmak istiyorsanız tuhaf olmanız gerekiyor bir nebze.

Tuhaf olmak adına da saçmalamayın ama yani, içinizden geliyorsa geliyordur. Gelmiyorsa kasmaya gerek yoktur. Aynı olmak o kadar da kötü değildir, ikizler falan ne kadar şirin mesela. Birbirinin tıpkısının aynısı ama yine de şirin.

Kendin ol yeter.

Büyük fikir insanı, düşünür Jennifer Lopez'den bir alıntıyla satırlarımı noktalamak isterim:  I'm real, waht you get is what you see.

bakanlık ünüteleriyle farkını ortaya koymuş

29 Mart 2015 Pazar

Seni Seviyorum, Mükemmelsin, Şimdi Değiş

Tiyatro sezonu kapanacak neredeyse, 2015' in ikinci oyununa gidebildik. Zengin Mutfağı'ndan sonraki oyunumuz Seni Seviyorum, Mükemmelsin, Şimdi Değiş. Talimhane Tiyatrosu'nun Zorlu Gösteri Sanatları Merkezi'nde sahnelenen oyunu.

27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü'nü 17 yıldır sahnelenen bu müzikalle kutlamak istedik... Demek isterdim, İstanbul koşullarında yalan olur. Ama 27 Mart günü şartların uygun olması nedeniyle böyle bir fırsat yaratabildik.

Şartların uygun olması = cuma akşamı, oyunun sahnelendiği Zorlu Center'a yakın bir lokasyonda toplantının olması. Böylelikle de, teeeee dünyanın bir ucundan öbür ucuna cuma akşamı trafiğini çekmeden, insan gibi bir etkinliğe yetişebilmek.

Hey yarebbim, İstanbul'da yaşamanın hayat standartlarımızı nasıl yükselttiğine bakar mısınız? Dile kolay, akşam sosyalleşebilmek için öncesinde atlatmamız gereken 2 saatlik bir yolculuk macerasından bahsediyoruz.

Neyse, bu kadar ağlamak yeter, keyifli kısma geçelim. Oyun gerçekten keyifli. Hiç bir zaman eskimeyecek, her zaman prim yapacak bir konu: kadın - erkek ilişkileri. İlk buluşmadan, çocuk sahibi olmaya kadar yaşananların esprili bir dille anlatıldığı bir müzikal.


Oyuncuların hepsinin sesleri mükemmel. Oyunculuklar da kesinlikle çok başarılıydı ama sesler ayrı ve büyük bir övgüyü hak ediyor. Tamamı müzikal oyunculuk eğitim almış ya da seslendirme sanatçılığı yapan oyuncuların yeteneklerine hayran kalmamak mümkün değil. Adem Yılmaz, Anıl Altınöz, Begüm Günceler, Defne Koldaş, Ezgi Erol ve Mert Aydın'a kocaman birer alkış.

Bazı yabancı menşeli oyunlarda görülebilen uyarlama probleminin de bu oyunda esamesi okunmuyordu. Çok başarılı bir adaptasyon olmuş. Özellikle şarkı sözleri hem anlamlı, hem güncel, hem de müzikalitesinden hiç bir şey yitirmemişti. Oyunu Türkçeye çeviren Hale Kaya Tuncer ve şarkı sözlerini Türkçeleştiren Zeynep Talu'ya da kocaman birer alkış.

Bir alkış da dekor tasarımını gerçekleştirmiş Jemima Robinson'a gitsin benden. Salona girdiğinizde boş bir sahne karşılıyor sizi. Oyunun akışı içerisinde, her sahne için uygun dekor, tekerlekli platformlarla sahneye taşınıyor. Masa, sandalye, koltuk... Sahnenin arkasındaki duvara yansıtılan görüntülerle oyunun akışına göre kah bir sokakta buluyorsunuz kendinizi, kah bir restoranda, kah bir evin oturma odasında...

Oyunda daha güzel olabilirdi dediğim tek şey kostümler oldu. Özellikle açılış ve kapanış sahnelerinde Ezgi Erol ve Begüm Günceler'in giydiği elbiseler oldukça başarısız seçimlerdi. Hikayenin amacına hizmet edip etmemesine bakmaksızın tamamen estetik kaygılarla söylüyorum ki her iki oyuncu da çok güzel kadınlar olmalarına rağmen elbise seçimleri nedeniyle aksi bir görüntü sergiliyorlardı.

Hem prodüksiyon, hem oyunculuk, hem metin, hem müzikler açısından başarılı bu oyunu izlemenizi tavsiye ederim. Şu anki ilişki durumunuz ne olursa olsun kendinizden çokça şey bulup bol bol güleceğiniz garanti.

25 Mart 2015 Çarşamba

Nasıl gidiyor?

Bana istediğiniz soruyu sorun, hiç korkmam. İlla bir cevabım vardır. Baktım çok zorlanıyorum bilmiyorum derim. "Bilmiyorum" dan güzel cevap var mı allasen!

Hele işimle ilgili gelirse soru zerre korkmam, bilmiyorsam da araştırır taraştırır öğrenirim. 

Lakiiiiin iş yerinde bir soru var ki, bende fatal error'e neden oluyor, zınk diye kalakalıyorum: "Nasıl gidiyor?"

Öğle yemeğinde, kahve molasında ya da benzer bir gayri resmi ortamda karşılaştığım bir iş arkadaşımdan geliyorsa bu soru, ben bittim a dostlar.  İşte bu soruya akıcı bir şekilde cevap verebilen insanları acaip kıskanıyorum.

Şu "small talk" denilen zımbırtı var ya, hani "resmi olmayan bir ortamda, çok fazla derine odaklanmadan yapılan kısa sohbetler" deyu. Havadan sudan konuşmak yani. Heh, işte bunu beceremiyorum. Tek kelimelik cevaplarla detaylı bir hava - su raporu arasında gidip geliyorum. Aslında gidip gelmiyorum, ya biri ya diğeri oluyor.

Biri bana "nasıl gidiyor" dediği zaman iki cevap ihtimalim var. Ya "iyi" diyorum ki pek iyi bir cevap değil. Sanki kestirip atıyormuşum gibi görünüyor olabilir. Soğuk nevale sanılıyor olabilirim.

İkinci olasılık ise hayat hikayemi anlatmaya başlamam. Hem de doğduğum günden itibaren. Sonra ilkokuldan başlayarak tüm eğitim - öğretim hayatım, tatil anılarım, hobilerim, fobilerim, vs vs. Bu da pek hoş olmuyor. Böyle bir densiz, bir kendini bilmez görünüyor olabilir.

Aslında ne soğuk nevaleyim ne de kendini bilmez, sadece iletişim kurma konusunda problemlerim olabilir. Doğaldır, hepimiz insanız.

Tamam, bugünkü derdim buydu, dağılabilirsiniz.

23 Mart 2015 Pazartesi

(G)üçleme

Buradan Suzanne Collins olsun, Veronica Roth olsun, Hugh Howey  olsun değerli yazarlara seslenmek isterim: üzgünüm ama, üçleme işini beceremiyorsunuz. Ben üzgünüm ama siz daha çok üzülmelisiniz bence. Şanınıza yazık.

Bu üçlemelerde, giriş iyi, hevesle ilk kitabı okuyorum. Tadı damağımda hemen ikinciye geçiyorum, gelişme süper. Olaylar tırmanıyor, heyecan dorukta. O hızla üçüncüye geçiyorum: sonuç tısss.

Tamam belki Silo'da ilk kitabın sonunda yanlış yargıya varmış olabilirim ama  ikincide hakkaten heyecan zirve yaptı. Vayy be dedim, bütün bunlar ne ayaktır, ne olaylar olmuş olabilir ki bu insanlar böyle yerin dibine girmiş diye kafa patlattım. O hevesle üçüncüye geldim, yine fos, yine fos.

O Açlık Oyunları neydi öyle? İlk kitapta dibim düştü yeminle. Hikayenin girişi, yazarın tasvir ettiği dünya beni benden aldı. İkinci kitaba heyecanla başladım, sürprizler beni şaşırttı. Ama üçüncüde bu muymuş yani dedim, bula bula bu finali mi uygun buldun diye yazara baya söylendim.

Ya Uyumsuz-Kuralsız-Yandaş'a ne demeli? Geçtiğimiz yaz tatilimizi beyimle, kim hangi gruba dahil olur diye deriiiin analizlerle geçirdik. Kim fedakar, kim dürüst, kim bilge, kim cesur, kim dost diye tüm tanıdıklarımızın kulaklarını çınlattık. Sonra ikinci kitapta illa bir şey olmak zorunda değiller canım, birden fazlası olabilirler diye uzlaşma yolları aradık, bulduk. Derken üçüncü kitabı okudum. Pöffff...

Öyle bir hayal gücüyle, caaaanım bir hikaye yarat, sonunda batır. Olacak şey değil. İkide bırakın daha iyi valla, illa iyiler kazanacak diye benim hayallerimi yıkmak zorunda mısınız?

Üçleme zor iştir sevgili yazarlarımız, ucunu bağlayamayacaksanız hiç bu işlere girişip benim gibi hayal gücünün rüzgarları arasında savrulmaya hevesli okurların hevesini kursağında bırakmayın. Biraz sorumluluk: write responsibly!

Bak J.K. Rowling öyle değil ama. Üç değil on üç yazsaydı keşke.

Bu konudaki fikirlerim de bunlardan ibarettir. Arz ederim.

22 Mart 2015 Pazar

Japonya'yı nasıl bilirsiniz?

Mesela ben Japonya diyince aklınıza neler geldi? Benim aklıma ilk gelenleri hemen sıralayayım: sushi, kimono, ikebana, kiraz çiçekleri, geyşa, harakiri, kamikaze, samuray, manga, gaz çıkarmak, turist, origami, atom bombası, yanardağ, sumo, çay töreni, yakuza...

Tabu oyununda gerçekten başarılıyımdır.

Neyse konuyu dağıtmayayım. Peki Japon vatandaşlarını nasıl bilirsiniz: onurlu, kibar, alçak gönüllü, ahlaklı, sakin...

Japon politikacıları mesela efsane mertebesine ulaşmıştır. Zaman zaman televizyonlarda görürüz, bir şey yapmışlardır, ya da yapmaları gereken bir şeyi yapamamışlardır, bu nedenle utanç içinde istifalarını açıklarlar. Bizde utanç duyma kültürü olmadığından, siyasetçilerimiz de ellerinden gelse koltukları oğullarına (kızlarına değil ama) devretme niyetiyle göreve geldiklerinden, böyle utanç istifalarına ancak uzaktan tanık olur, hayran hayran izleriz.

İşte ben Japonya'yı böyle bilir-dim. Taaa ki şu aşağıda görmüş olduğunuz kitabı okuyana kadar:

Yazar Barry Eisler, kitap Rain Fall. Aslında kitabın konusu bir kiralık katilin son aldığı işinden sonra istemeden içine düştüğü bir macera. Ancak kiralık katilimiz Japonya'da ikamet etmekte olan yarı Amerikan yarı Japon bir melez: Jonh Rain.

Had safhada gizlilikle çalışan katilimiz işinde çok çok başarılı, işlediği cinayetleri doğal nedenlerden kaynaklanan ölümlermiş gibi göstermekte usta. Bu nedenle özellikle ortadan kaldırılması gereken siyasiler, bürokratlar söz konusu olduğunda en doğru adres.

Pekiiiii Japonya'da siyasiler, bürokratlar neden ortadan kaldırılmak isteniyor dersiniz: yolsuzluk.

Okuyup Japonya'da var olduğunu hayal dahi edemeyeceğim yozlaşmışlığı, derin devlet-yakuza ilişkilerini gördükçe "vayyyy arkadaş bu ne hal" dedim, "sen de mi Brütüs" dedim "güvendiğim dağlara kar yağdı" dedim, dedim de dedim.

Hikaye ve karakterler elbette kurgu. Lakin Japonya'da geçen bir kitapta böyle bir hikayeyle karşılaşmayı hiç beklemezdim. Japonya' yı hiç böyle bilmezdim, hayallerim yıkıldı.

"Yazar Amerikalı olduğu için böyle, kıskançlıktan yazmış bunları zağar." diye kendimi avutmaya çalışıyorum ama ı-ıh, olmuyor.

18 Mart 2015 Çarşamba

Tatlı Cenneti

Bu yazıyı yazıp yazmama konusunda oldukça kararsız kaldım doğruyu söylemek gerekirse. Hep böyle sevdiğim beğendiğim yerleri yazıyorum, anlatıyorum. Sonra gitmek istediğimde yer bulamıyorum. Duysan, milyonlarca takipçisi olan, sosyal medya fenomeni, işte benim Zeki Müren!

Olsun yaaa, böyle etkili bir insanmışım gibi düşünmek hoşuma gidiyor. Neyse, yazsam mı yazmasam mı diye düşündüm, düşündüm, dedim ki kendi kendime "yazmalısın, güzellikleri paylaşmalısın, bu senin bir blogcu olarak sorumluluğun".

İşte bu sorumluluk bilinciyle sizleri İstisna Tatlar ile tanıştırmak isterim, müşerref olacaksınız. Minicik bir tatlı ve kahve dükkanı. Gerçekten minicik, içeride en fazla iki üç kişinin sığabileceği küçük 3-4 masa, kapının önünde de genelde iki kişinin oturabileceği, zorlayarak üç kişinin sıkışabileceği minnacık 7-8 masa. Masa değil masacık, amma alttan ısıtmalı, hiç üşümüyorsunuz dışarıda otursanız bile.

Ne zaman gitsem dolu, hep dolu. İki kere yer bulamadan dönmüşlüğüm vardır, ki birinde belki bir masa boşalır diye uzuuuun uzun bekledim de. Artık üçüncü gidişimde "ne olursa olsun oturacağım, burada tatlı yemek istiyorum ben!" diye kararlı bir tavır sergileyince başarılı oldum.

Menüye gelirsek, yaklaşık 7-8 çeşit tatlı mevcut, bir de işte çay-kahve. Benim bugüne kadar denediklerim tiramisu, nutellalı brownie (nutellalı diyorum!), oreolu cheesecake vee ballı bişeyli kek.

Bunların arasında favorim nutella kontenjanından brownie ve tiramisu oldu. Brownie'nin porsiyonu gözünüze küçük gelebilir, aman yanılmayın. Gayet yoğun tadıyla yetiyor da atıyor bile. Tiramisu ise kesinlikle denenmeli.

Sırada tadım bekleyen balkabaklı-ıspanaklı kek ile mozaik pasta var. İnşallah yaza kadar bunları da hüpletmeyi düşünüyorum. Sonunu düşünen kahraman olamaz!

Peki nerede bu İstisna Tatlar diye soracak olursanız ellerim klavyede geri gide gide adresi vereyim: Moda'da. Daha spesifik olmak gerekirse, Kadıköy'den Moda istikametine giden Moda Caddesi üzerinde sağda kalıyor. Arayın bulun işte, hem gezmiş olursunuz, oralarda çok güzel dükkanlar var.

Afiyet olsun!

istisna tatların masa süsleri

16 Mart 2015 Pazartesi

Yiyelim, içelim, güzelleşelim

İşte ben bunu çok seviyorum: yeme, içme... Eh bi de güzelleşirsem benden iyisi yok.

Yav şu güzelleşme konusu gelmişken değinmeden geçemiycem. Bir ay oldu bizim ofiste telefonlar görüntülü oldu. Iyyyy keşke olmasaydı. Zira konuşurken sadece karşındakini değil, kendini de görüyorsun. Pek görülecek tarafım yokmuş diyeyim, anlayın. Ne kaddddaannn fotojenik olduğumu daha evvel burada ve burada anlatmıştım zaten.

Neyse yeme, içme konusuna dönelim...

Bu seferki restoranımız Fiamma. İtalyanca alev demekmiş. Taksim meydanda, Gezi Otel'in giriş katında, Şişhane'deki Da Vittorio'nun Vittorio'sunun yeni restoranı. Yine mi İtalyanız yine mi güzel? Evet.

Ben "İtalya" gördüğüm her yerde olduğu üzre makarnadan şaşmadım, pişman olmadım. Beyim lagos tercih etti ki o da ziyadesiyle memnun kaldı. Başlangıç olarak kuşkonmaz ızgara güzeldi de yanındaki yumurta fazlaydı. Eyyy yımırta, bizimla değilsın.

Ammmaaaa gecenin yıldızı creme brulee'ydi ki, tadı hala damağımda. Tamam tatlı uzmanı falan diilim ama neyi beğenip neyi beğenmediğimi bilecek kadar aklım başımda, bunu beğendim. Çok beğendim.

Restoranlardaki küçük masa takıntım yeme içme sektörünü hiç enterese etmese de ben yılmadan yazmaya devam edeceğim: Küçücük masalar is-te-mi-yo-ruz. Düşünün yaklaşık bir metrekare büyüklüğünde bir masada, iki kişi için yemek tabağı, çatalı-bıçağı, su bardağı, şarap bardağı, şarap şişesi, tuzluk biberlik, ekmekti, zeytinyağıydı ikramlar, paylaşılan başlangıç tabağı, peçetelik. Bir de süs olsun diye mum, obje falan. Ay valla bana fenalık basıyor, bardağımı, kadehimi, çatalımı tammmmm olarak aldığım yere koyacam diye milimetrik hesaplar yapmaktan. Bir mikron sağa kaydırsan masanın üstünde bir şeyleri devirmek işten bile diil.

Bizim masamız cam kenarındaydı, karşımızda ışıl ışıl boğaz köprüsüyle manzara hoştu. Lakin, pencerelerde yalıtım olmadığından olsa gerek camdan sızan soğuk hava hissedilmeyecek gibi değildi. Kendim üşümedim de tabağım üşüdü. Demem o ki ya yemeğinizi hızlı yiyin, ya da cam kenarına oturmayın. Yemeğiniz buzzz gibi olursa karışmam sonra.

Bir de benim şu kafe/restoranların wc'leriyle imtihanım ne zaman son bulacak Ya Rabbi! Roma'daki sınavımı yazmıştım. Fiamma'da ise daha beterine denk geldim. Burası bir otelin girişinde konumlandığından tuvaleti kullanmak için otel kısmına geçip alt kata inmeniz gerekiyor. Otel kısmına geçiş biraz alengirli. Barın yanındaki cam kapıdan geçmeniz gerekiyor. Kapıyı açmak içinse ne sihirli sözler işe yarıyor, ne de güç kullanmak. Çözüm solunuzda kalan duvardaki dikdörtgen butona basmak. Amaaaa, bunu size kimse söylemediği gibi, bir işaret de yok. Varsa da karanlıktan göremiyorsunuz. Zamanı geldiğinde bu ipucu için bana müteşekkir olacaksınız.

Son olarak, bu yazıda fotoğraf yok. Neden? Çünkü ortam oldukça loştu, flaşsız fotoğraflar bir şeye benzemiyordu. E öyle bir ortamda şak şak flaşlı fotoğraf çekecek kadar da görgüsüz diilim, o kadar diil yani.

Bir gün biraz paraya kıyıp hoş bir ambiyansta güzel yemekler yiyeyim derseniz, Fiamma listenizde olsun.

15 Mart 2015 Pazar

Kürk Mantolu Madonna

Tam 72 yaşındaki Kürk Mantolu Madonna, son bir kaç senedir hep çok satanlar listelerinde gördüğüm, hakkında çok yorum, tavsiye okuduğum bir kitaptı.

Nihayet ben de Raif Efendi ve Maria Puder ile tanışma şerefine nail oldum.


Türk edebiyatının en önemli karakterlerinden Maria Puder, bu şanının her parçasını bileğinin hakkıyla kazanmış olduğunu okuyucuya kanıtlıyor. Neden sanal ortamlarda en fazla tercih edilen takma isimlerden biri olduğunu, hayata ve aşka karşı takındığı tavırdan şıp diye anlıyorsunuz. Bu kadar erkeğin ona hayran olması, bu kadar kadının da ona öykünmesi hiç şaşırtıcı değil.

O bir özgür ruh; cesur ve ne istediğini bilen, daha azına razı olmayan bir kadın. Bazı okuyuculara antipatik gelebilecek arızalı gel gitleri var. Buna rağmen bir çok erkek "aşık olunacak kadın" diye tanımlamış kendisini.

Tabii ki de davulun sesi uzaktan hoş gelir. Yiyorsa gerçek hayatta "...ciddiye aldığım yegane iş budur... [resim yapmak] Sırf bunun için resim yaparak geçinmek istemiyorum. Çünkü o zaman kendi istediğimi değil, benden istenileni yapmaya mecbur olacağım... Asla... Asla... Vücudumu pazara çıkarmayı tercih ederim... Çünkü bence onun ehemmiyeti yok..." diyebilen ve bir kulüpte şarkıcı olarak çalışıp sarhoş erkeklerin sırtını öpmesine izin veren bir kadınla aşk yaşayın.

Öte yandan Raif Efendi, Maria Puder'in tam aksi bir profil çiziyor. Ne istediğinin hiç bir zaman önemi olmamış ya da bunun farkında olmamış, farkında olsa bile istemeye cesareti olmamış silik bir karakter. Ne zaman ki Maria Puder onu terk ediyor, işte o zaman onun kararlı bir davranışına tanık oluyoruz, Maria Puder'i geri kazanmak için.

İşte bu iki zıt karakter, birbirlerinde aşkı buluyor ve aşka inanıyor. Ama elbette hiç bir mutlu hikaye sonsuza kadar sürmez. İşte Raif Efendi ile Maria Puder'in hikayesi de kaçınılmaz sondan kaçamayarak malum yıkımla sonuçlanıyor. Sonuç: Türk edebiyat tarihinin en dokunaklı aşk öykülerinden biri. Raif Efendi'nin dilinden ifade edelim: "Hayat ancak bir kere oynanan bir kumardır, ben onu kaybettim. İkinci defa oynayamam..."

Sabahattin Ali'nin bu kitabı, hikayeden uzun romandan kısa "novella" kategorisine giriyormuş, şöyle bir araştırdım ama novella için yaygın kullanılan bir Türkçe karşılık yok sanırım. Hemen güzel Türkçemizi geliştirme çabalarımla anadilimize bir katkıda daha bulunmak isterim: ro-kaye. Dilediğinizce kullanabilirsiniz.

Edebiyat dünyamızın en önemli eserlerinden olan bu kitabı okuyunuz, okutunuz.

12 Mart 2015 Perşembe

Affetmem asla seni

Yeşil Peri Gecesi isimli kitabı okuyup beğendiğimi yazmıştım. Henüz okumayanlar varsa buraya tıklayıp okuyabilirler. Çekinmeyin, tıklayın.

Kitabın her sayfasından üzerinde uzun uzun düşünülecek en az bir cümle çıkmazsa ne olayım. Beni en çok etkileyen ise "Unutmak elimizde değildi. Karar verip unutamıyordu insan. Affedemediği gibi. Affetmek de elimizde değildi." cümlesi oldu. Kitabı bitirdiğimden beri, bu cümle üstüne düşünüyorum.

Şimdi efendim, benim çevrem gönül gözleri sonuna kadar açılmış sevgi pıtırcıklarıyla doludur. Herkes bir melek bir melek, aklınız durur.

Tamam, bende 40.000 terabyte hafıza vardır, hiç bir şeyi kolay kolay unutmam da, şu dünyanın tek affedemeyicisi de ben miyim ulen! Herkes sevgi pıtırcığı da, bi ben mi değilim. Bu nasıl iş!

Şaka bir yana, affetmek tuhaf bir şey. Unutabilmek demek. Bence. E bunun da bir düğmesi yok ki, basınca hafıza silinsin. Zaman alıyor. Zamanı olmadan hiç bir şey olmuyor.

Eğer unutmamışsan, olmamış gibi davranıyorsun, görmezden geliyorsun. O da olmuyor işte. Oluyor da samimi olmuyor, gerçek olmuyor. Ama işte ayak uydurup yuvarlanıp gidiyorsun.

İşte böyle bir kitap okuyorsun, deriiiiin deriiiin düşünüyorsun. Böyle manalı bir şeyler yazayım diyorsun. Derken bir gülme geliyor amaaaan ne düşüncem yaaa, bırak gitsin diyorsun.

Bu konudaki fikirlerim de bundan ibarettir, arz ederim.

10 Mart 2015 Salı

İzmirden bir Can gelir bizlere...

... amanın gözlere de bak gözlereeeee.

Maşallah çakır gözlüme.

Bu hafta sonu yine canlandık, neşelendik. Canımız, cananımız, paremiz, balımız geldi bizi ziyarete, neşemize neşe kattı.

Artık konuşması, kendini ifade etmesi oldukça gelişmiş. Cümleler kuruyor, başına gelenleri anlatıyor. Hikaye gibi anlatıyor yahu.

Babası basketbol maçına götürmüş, ama maç da seyircisizmiş, bizimkilerin haberi yok. Kapıdan dönmüşler. İşte bunu anlatıyor. "Maça gittik, maç bozuldu" diyor. Kendi uydurmuş bozuldu diye lafı.

Sonra yemek yemişler, ondan sonra eve gitmişler ama anahtarı unuttukları için içeri girememişler, o yüzden babaanneye gitmişler.

Buraya nasıl geldin diye soruyoruz, önce otobüse binmiş, sonra trene binmiş sonra da uçağa binmiş. Ama vapura binmemiş. En çok da treni sevmiş. Uçakta da kemer takılırmış ayrıca.

Bunların hepsini tek tek anlatıyor, geveze.

Gerçekten geveze, sürekli bır bır bir şeyler anlatmaca. Bir de merak, sormayın. İki sorusundan biri "acaba bu ne?" diğeri "sen napıyorsun?". Tamam bir soruyu bir kere sorunca cevap veriyoruz, iki, üç, dört hadi beş defaya kadar yolu olsun. Ama on defa sorulur mu yaaaa ON?

Sevince katlanıyoz işte.

Bir de asi, her şeye önce bir kere olmaz diyecek. Yemek yiyelim mi? Olmaz. Resim yapalım mı? Olmaz. Bir kere öpeyim mi? Olmaz. Bir kere sen öp? Olmaz.

Amaaaa sor bakalım top oynayalım mı? Tepişelim mi? Spor yapalım mı? Üffff nasıl oluyor hem de.  Hele dadüdü ister misin de. Olmaz mı, hem de nasıl olur. Dadüdü de ne ola ki diye merak edenler bi zahmet buraya tıklayıversin.

Şarkı söylemesi teyzesine çekmiş: çok güzel söylüyor. Hem de hangi şarkıyı tahmin edin: "teyzeeeee bana teyze teyze teyze dediler". Karşılıklı söylüyoruz. Daha doğrusu o başlıyor "teyzeeee" diye, ben de sanıyorum ki bana seslendi, tam efendim derken devamı geliyor, "bana teyze..." Ben de hemen eşlik ediyorum tabi.

Bu çocuk gerçekten alem, çok seviyorum yaaa!


5 Mart 2015 Perşembe

Yeşil Peri Gecesi

Eğer paşa gönlümün istediği bir eğitim dalı seçme şanım olsaydı üniversitede, yani iş bulmak için havalı bir şeyler okumak zorunda olmasaydım kesinlikle psikoloji okurdum. Gün içinde kafamda sürekli deli sorular: "neden öyle davrandı", "durup dururken şimdi neden bunu söyledi" "aslında gerçekte ne söylemek istiyor"

Tavırlarımızı, düşüncelerimizi belirleyen farkında olmadığımız ne çok şey var. Bunları anlamak, satır aralarını okuyabilmek çok güzel olmaz mıydı?

Mesela herkesin samimiyetini kolayca anlardım. Ya da böyle laga luga yapan birine "hadi ordan, sen git önce dıtdıttırı problemlerini çöz de gel koçum" derdim. Kimse bana numara çekmeye cesaret edemezdi, falan filan. Eğer psikoloji eğitimi almak bunları sağlamıyorsa da, söylemeyin, hayallerimi yıkmayın.

Ne münasebetle girdim böyle konulara diye sorarsanız Yeşil Peri Gecesi derim.



Ayfer Tunç'la tanıştığım Kapak Kızı kitabından bahsetmiştim. Ve de eklemiştim "...dili, kurgusu, anlatımı çok daha sürükleyici bir kitap Yeşil Peri Gecesi."

İşte bu kitabı çok beğendim. Şebnem'in dokunaklı yaşamının akıcı yazılmış hikayesinde neden kapak kızı olduğunu ve fazlasını öğreniyoruz. Hayatını mahvetmek isteyen, ancak hayattan da vazgeçemeyen bu nedenle kendi deyimiyle "mağdur olmayı seçmiş" bir kadının öz-yıkım öyküsü. Kimsenin suçu olmayan bir kazanın bedelini küçük bir kız çocuğunun nasıl ödediği. Toplumun yozlaşmışlığının, sahteliğinin buna nasıl katkıda bulunduğu. Aslında kimsenin nasıl da göründüğü gibi olmadığı.

Daha neler neler...

Kitabın her sayfasında bireysel ve toplumsal tespitler, not alınacak sayısız cümleler.

Ayfer Tunç'un müthiş akıcı dilinin yanı sıra çok güzel şiirlerden alıntılanan mısralar, ve kitabın sonundaki kitapta yer alan tüm şiirlere referans listesi.

Hele ki kitabın kurgusu muhteşem. Zaman atlamaları o kadar başarılı ki, hiç bir şeyi kronolojik sırada okumuyorsunuz, hatta en sondan başlıyor hikaye ama bütünlüğünden hiç bir şey yitirmiyor. Yaklaşık 40 yılı kapsayan öykü zaman sıçramaları ile, ya da zaman sıçramalarına rağmen, su gibi akıyor.

Bir çok cümle var demiştim ya not alınacak, ben bir tanesini seçtim: "Unutmak elimizde değildi. Karar verip unutamıyordu insan. Affedemediği gibi. Affetmek de elimizde değildi." Altına imzamı atarım.

Bu kitabı alınız, okuyunuz.

4 Mart 2015 Çarşamba

Çok parlak fikirlerin yeni procesi

Bugüne kadar bu blog'da hep beni duydunuz, hep ben konuştum. Şimdi sıra sizlerde!

2015 yılında burada çeşitli röportajlar yayımlamak istiyorum. Bu da benim yeni procem olsun. (Yılın ilk çeyreği bitti neredeyse, benim proceler yeni olgunlaşıyor)

Aslında bu fikir kardeşimden çıktı. Resmen yemiyor içmiyor, "ben bu blog'u nasıl geliştiririm" diye mesai harcıyor.

Bir kaç ay önceydi, konu nasıl geldi hatırlamıyorum bak şimdi. "Röportaj yapıp yayınlasana" dedi. Hakkatten yaaa, bunu nasıl düşünemedim bugüne kadar.

Tabii ki de röp serimize muhterem beyimle başlayacağım. Şu anda prodüksiyon için ön hazırlıkları yapıyoruz. Yalnız sorular konusunda pek anlaşamıyoruz, benim seçtiği soruları beğenmiyor zat-ı şahaneleri. Hiç "onu tanıtacak" sorular seçmiyormuşum da "hep kendimle ilgili" sorular seçiyormuşum.

E herhalde yani, röportajın objesi blog dolayısıyla blog'un yazarı ben olacağım. Soruların blog ve benimle ilgili olmasından daha doğal olabilir ki!

Herhalde sanıyor ki röportajın amacı, kendini bana tanıtmaya çalışmak. Artık bilmediğim nesi varsa! Ya da kendisini sosyal medyaya tanıtmaya çalıştığımı falan düşünüyor belki de. Aman Allahım, gizli gizli sosyal medya fenomeni olmayı arzulayan bir beyim mi var yoksa! Acaba ne gibi karanlık sırlar barındırıyor, hangi gizli yeteneklere sahip; en derin korkuları, en büyük hayalleri neler?

Bunların hepsini ve daha fazlasını pek yakında hep beraber öğreneceğiz! Beni takip etmeye devam edin! Kim bilir, belki röportaj piyangosu size de çıkabiliré

2 Mart 2015 Pazartesi

Kapak Kızı

Daha önceden sosyal medyayı ne kadar sevdiğimi yazmıştım. Sizi bilmem ama valla benim bilgim, görgüm, kültürüm artıyor, ufkum açılıyor sosyal medya sayesinde.

Bir sürrrrüüü yeni şeyler öğreniyorum: gündemi zaten sosyal medyadan takip ediyoruz da bunun dışında yemek tarifinden tut tatil programına, film eleştirilerinden restoran önerilerine sosyal medyada yok yok. Benim çok özendiğim farkındalık yaratan anneler bile var!

Sosyal medyanın bana faydalarından biri de önümde yeni dünyalar açan yeni kitaplar, yeni yazarlarla tanışmak. İşte bunlardan biri de Ayfer Tunç. Çok severek takip ettiğim bir kaç blog yazarının önermesi üzerine almıştım iki kitabını, birini bitirdim birine devam ediyorum. Şu anda kesinlikle söyleyebileceğim bir şey var ki sevgili Ayfer Tunç ile ilişkimiz iki kitapla sınırlı kalmayacak.

Bitirdiğim kitap Kapak Kızı:

Karlı bir tren yolculuğunda yolları kesişen 3 kişinin, Bünyamin, Ersin ve Selda'nın "Ayın Kızı Şebnem" nedeniyle yaşadıkları iç hesaplaşmalarına, kendileriyle yüzleşmelerine tanık oluyoruz. Yollarının Şebnem'le nasıl kesiştiğini okuyoruz. Şebnem'in öyküsü değil bu kitap, ama Şebnem'in, farkında olarak ya da olmadan, karakterlerimizin hayatlarına değdiği anda nasıl bir yıkıma neden olduğunu görüyoruz.

Bütün kitap bir trende geçmesine rağmen öykü asla tıkanmıyor, sıkmıyor. Ayfer Tunç'un akıcı dili sayesinde su gibi akıp gidiyor, geçmişe doğru dallanıp budaklanıyor.

Ersin ve Selda'nın "büyükşehir insanı bunalımları" nın yanında Bünyamin'in sıkıntıları daha sahici gelse de kitapta beni en fazla etkileyen cümlelerden biri de Ersin'in ağzından çıkıyordu: "Tembel işte, hayatını değiştirmeyi düşünmeyen, giderek daha az şeye razı olan, hiçbir şeye itiraz etmeyen biri... İşten eve, evden işe yani. Bir gün kendime niye yaşadım ki buna yılı diye sormaktan korkuyorum."

Şu anda ise elimde Şebnem'in hikayesinin olduğu Yeşil Peri Gecesi var. Bitirince onu da yazacağım ama şimdiden şunu söyleyebilirim ki, dili, kurgusu, anlatımı çok daha sürükleyici bir kitap Yeşil Peri Gecesi.

Hepinize amacı olan bir hayat dilerim.

1 Mart 2015 Pazar

Bir kış aktivitesi olarak Kartalkaya

Kartalkaya'da 4 otel var, Kartal, Grand Kartal, Dorukkaya ve Kaya Palazzo.

Diğerlerine hiç gitmedim ama bir kaç senedir kış tatili adresimiz belli Grand Kartal. Bu otele girer girmez kendimi zaman makinesiyle 80'li yıllara ışınlanmış gibi hissediyorum. Mobilyalar, lambriler sağ olsun bu konuda hiç zorluk çekmiyorsunuz.

Otelin yemekleri ise değme restoranlara taş çıkartır. Açık büfe sunulan yemeklerde, her şey bol ve leziz. Bu sene ise tatlı büfesinde nirvanaya ulaşmışlar. Hemmen gittim, tatlı büfesinin şefiyle tanıştım. Bu sene tatlı ekibi yeni gelmiş, Antalya'dan. Kendisini ve ekibini başarılı çalışmalarından dolayı tebrik ettim, o da bana mutfaktan özel tatlı servisi yapmayı teklif etti, ama kabul etmedim. Yüzsüzlüğün alemi yok.

Bu oteli sevmemizin bir başka nedeni de çalışanları. Tüm çalışanlar güleryüzlü, kibar, samimi ama asla sulu değil. Her sene gittiğimizde aynı garsonları görmemiz bu standardın sebebi olsa gerek. Ya da tam tersi, bilemedim işte, anladınız siz onu.

Odalar ise yayla gibi, oldukça geniş. Ferah ferah yayıl. Ama o kadar yayıldıktan sonra toplanması zor olabiliyor, benden uyarması.

11 katlı otelde kritik katlar 1. kat kayak odası ve spa, 4. kat restoran, 5. kat lobi bar. Biz daha önceden kritik lokasyonlara ulaşım kolay olsun diye 2 veya 3. katlardan oda tercih ediyorduk. Maalesef bir asansör problemi vardı otelde. Asansörler çok eski ve yavaş ve ayrıca küçük olduğundan kayak sonrası odaya çıkış problem, akşam yemeğe gitmesi başka bir problemdi. Bu sene odamızın en üst kattan verdiler, yine alt kat istediğimizi belirttik ancak resepsiyon görevlisi asansörlerin yenilendiğini, odayı denenmemizi, memnun kalmazsak değiştirebileceğini belirtti.

Gerçekten de asansörler yenilenmiş, bir tane de büyük bir asansör eklenmiş. Hiç bir sorun yaşamadık.

Bu otele gittiğinizde akşamları çılgın eğlence falan beklemeyin, yok. Zaten gündüz bütün gün kayakta olacağınızdan yeteri kadar yorulup, akşam yemekten sonra çöken ağırlıkla da eğlence falan aranmıyor. En çılgın eğlence şömine başında bir şeyler içip tavla oynamak. Ya da yanınızda bulmaca dergileri, kitaplar götürebilirsiniz.




Grand Kartal'ı çok seviyorum gerçekten. Tam kafa dinlemelik, her şeyden ve herkesten uzaklaşmalık. Hayır efendim, otel bana sponsor falan olmadı. Hatta şimdi bir eleştirimi ileteceğim.

Grand Kartal'ın kayak odasının çıkışını beğenmiyorum. Hem nispeten dar hem de lift'lere ulaşım biraz sıkıntılı. Eğimin bittiği yerle lift'ler arasında uzunca ve düz ve hatta yukarı doğru eğimli bir bölge var. Halbuki Kartal Otel'in kayak odası çıkışı çok daha geniş ve vijjjt diye lift'lerin önüne inebiliyorsunuz. Bu nedenden dolayı acaba seneye Kartal'da mı kalsak diyoruz ama yine yeniden tıpış tıpış Grand Kartal'a gidiyoruz.

Pistler ve liftler konusunda yurt dışındaki tesislerden oldukça eksik olsa da biz Kartalkaya'yı seviyoruz. Sonuçta yerli malı yurdun malı, herkes onu kullanmalı. İnşallah sezon kapanmadan bir de hafta sonu kaçamağı yapabiliriz.