31 Temmuz 2013 Çarşamba

Ben çok empatik bir insanım!

Başlığı okuyan bir kesimin yüzünde müstehzi bir gülümsemeyle "hadi canım ordan" dediğini duyar gibiyim. Ama yargılamadan önce bir dinle, bir oku, bir anlamaya çalış. (işte empatinin zirvesi)

TDK Güncel Türkçe Sözlüğü'nden empatik kelimesinin anlamını buraya yazıp olaya bilimsel bir hava katmak istedim. Sözlükte böyle bir kelime yokmuş! O zaman, empati yeteneği güçlü lan insanlara empatik denir deyip geçelim. Gördüğünüz gibi kelimeleri sadece tüketmiyorum, üretiyorum da.

Empati kelimesi ise şöyle tanımlanıyor sözlükte: duygudaşlık. Vikipedi ise empatiyi "... bir başkasının duygularını, içinde bulunduğu durum ya da davranışlarındaki motivasyonu anlamak ve içselleştirmek demektir. Kendi duygularını başka nesnelere yansıtmak anlamında da kullanılır." olarak açıklıyor.

Yani kendini başkasının yerine koymak. O zaman ben de diyorum ki "eğer empati kendini başkasının yerine koymaksa en büyük empatik benim" (bak siyasete de girdik, gerçekten bazen bu blog kontrolümden çıkıyor)

"Bağzı" insanlar bana asabi der, aslında olay şöyle gelişir: birisi bir şey yapar, içimden "ben olsam böyle mi yapardım?" derim, cevap çoğu zaman hayırdır. "Peki ben ne zaman böyle yapardım?" diye sorarım kendime. "Karşımdakine gıcıklık yapmak istediğim zaman."

İşte tam o anda sirenler çalmaya başlar, sinirlenirim. "Hımmm demek beni gıcık etmek istiyorsun, gör bakalım gıcıklık nasıl yapılırmış" deyip savaş baltalarımı çıkartırım.

Ne oldu? Empati yaptım. Acaba bu terimi icat eden kişi kullanım alanını bu şekilde genişlettiğimi görse neler hissederdi? Bak yine empati yapmaya başladım, dikkat.

Hani iletişimin temeli empatiydi? Emapti kurmak için ne kadar çabalasam da bir şeyler yanlış gidiyor. Genelde sorunlara yaklaşımım "ortada bir sorun varsa kesinlikle benden kaynaklanmıyordur" çerçevesinde olsa da bi durdum. Emapatik olduğum kadar özeleştirelimdir de. (bu da sözlükte yoktu, Türk diline armağan olsun) Acaba bir şeyleri yanlış yapıyor olabilir miydim? Bu konuda bir adım atmaya karar verdim. Tabii ki duygusal zekamı geliştirecektim. Ama nereden başlayacaktım?

Bu dünya engin bir deniz. Bir de kötü örneklere denk gelip olaydan tamamen soğumak da var, çok dikkatli olmam lazımdı. Daniel Goleman ile başladım, kitabın adı Duygusal Zeka. Kendisi bu kitabı teee 1995' te yazmış. Aslında kitapta kendi düşüncelerine ve yorumlarına pek yer vermemiş, genel olarak bu konu hakkında yapılan çeşitli çalışma ve deneyleri derleyip toplamış.



Kitapta öncelikle "Allahım neden böyle davrandım ki" diyerek pişman olduğumuz durumları beynimizin çalışma prensipleriyle açıklıyor. Bu bölümden çıkarımım şu ki her şey solak olmam yüzünden. Çünkü duygusal tepkilerimizin kaynağı sağ frontal lob'ken bunları dizginleyen bölüm sol frontal lob'muş. E ben solak olduğuma göre beynimin sağ tarafı daha çok gelişmiş. Genetiğim bile bana karşı, işim çok zor.

Tam bu noktada "ben de solağım, hiç öyle davranmıyorum" diyen olursa kalbini kırarım. Gelişmeye çalışıyoruz şurda, azıcık takdir edin.

Kitabın devamında duygusal zekayı etkileyen faktörler, nelerden etkilendiği, faydaları, nasıl geliştirilebileceği gibi konular hakkında bilgi veriyor. Ayrıca hem anne-babalara duygusal dengesi sağlıklı çocuklar yetiştirmek için yol gösteriyor hem de yetişkinlere öğrenilmiş duygusal deneyimleri değiştirebilmeleri için. Kitabın bir kısmı bize pek hitap etmiyor, zira Amerikan okullarında duygusal okur yazarlık eğitiminin konması konusunda görüşler içeriyor.

Kitapta bugüne kadar duymadığımız bir şey yok. Ama bildiğimiz bazı şeyleri akademik çalışmalarla desteklenmiş şekilde sunduğu için bilinç ve farkındalık seviyesini arttırıyor. İlgilenenlere duyurulur.

30 Temmuz 2013 Salı

Çok parlak fikirlerden dev bir hizmet daha

Bir önceki yazımda dediğim gibi kişisel gelişim konusunda parlak bir örnek sayılmam. Ama başarılı olduğum bir konu vardır, hedef gerçekleştirme. Kafama bir şey koydum mu kuvvetle muhtemel yaparım.

Arkadaşlarım hep şunu sorar "Bunu nasıl beceriyorsun?" Sihirli bir reçetem yok, ben buyum. Ancak düşündüm ki uyguladığım bazı yöntemler var. Konu ne olursa olsun. Belki keramet bunlardadır.

Ben de bu yöntemleri buradan paylaşmaya karar verdim. Amacım kesinlikle ahkam kesip ukalalık yapmak değil. Aşağıda okuyacaklarınızı ben icat etmedim ancak bende işe yaradıklarını gördüm. İşte "bensel gelişim" tüyolarım:

Kendini tanı: Yeteneklerin ve eksiklerin neler, seni ne harekete geçirir keşfet. Biraz akademik yaklaşırsak kendine SWOT analizi yapabilirsin. Pazarlama ve yönetim metodudur genelde ama pekala bir insana da uygulanabilir. Bunun Türkçe karşılığını bilmiyorum ama şöyle yapılıyor: bir kağıda güçlü (Strengths) ve zayıf (Weaknesses) yönlerini ve içinde bulunduğun durumun fırsat (Opportunities) ve tehditlerini (Threats) yazıyorsun. Bu bilgileri hedefini gerçekleştirmek için kullanabilirsin.

Hedef koy: Herkesin hayalleri vardır, ama tüm hayaller hedef olamaz. (ne laf çıktı benden be!) Hedefin yeteneklerin ve imkanlarınla paralel, gerçekçi olsun. Çok uçuk bir hayali hedef diye koyarsan ve sonunda başarısız olursan, yaşayacağın yılgınlık başka konularda da cesaretini kırabilir.

Araştır: Bilginin efendisi ol. Neyi nasıl yapacağını öğrenmek uygulanabilir bir plan yapak için faydalıdır.

Plan yap: Mümkün olduğunca detaylı, her adımı içeren bir plan yap. Hatta bir plan yetmez, B, C, D  planların da elinin altında olsun.

Plana uy: İyi bir plan yapmak çok önemli ama bu plana uymak daha da önemli. Plana uymak için ne gerekiyorsa yap: ödül, ceza, rüşvet, tehdit, harekete geçmek için seni motive eden neyse onu bul ve kullanmaktan çekinme.

Kutla: Başarının büyüğü küçüğü olmaz, her başarıyı kutla. Bu insana başka bir hedefi gerçekleştirmek için ilham ve şevk veriyor.

Bu yöntemlerin daha iyi anlaşılması için bir de örnek paylaşıyorum. Gördüğünüz resim şu anki evime taşınma maceramın bir parçası. İçinde hedef var, plan var, B planı var, araştırma var. İsteyen gülebilir serbest, ama şunu da söyleyeyim, bu şekilde taşınma işim tıkır tıkır yürümüştü. :)



Bazen de her şeyi usulünce yaparsın ama şans seninle değildir. O zaman da olanı bırakıp yeni hedeflere yelken açmak en iyisi sanırım.

Herkese bol şanslı günler!

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Kişisel gelişimin Dany Brillant üzerine yansımaları

Bu blog'u çok önemsiyorum, bu nedenle fikirlerine önem verdiğim kişilerden yılmadan ve ısrarla geri bildirim talep ediyorum.

Cumartesi akşamı da bir grup olarak yeni evlenen arkadaşlarımızın evine davetliydik. Gündem çok yoğun: yeni evlilerin evlilik deneyimleri, yeni iş kuran arkadaşlarımızdan gelişmeler, işsel gelişmeler, sağlık konuları ve tabii ki benim blog'um. Blog'umu geliştirebilmek için tehdit, şantaj, rüşvet, yağ çekme, merak uyandırma, elimden ne gelirse ardıma koymadım.

Misal;

Gözünde bir rahatsızlık çıktığı için monitör, telefon ekranı vs okuyamayan arkadaşıma: "raporlanabilir sağlık problemleri dışında herhangi bir bahaneyi kabul etmiyorum, rapor getir"

Yaratıcı yazarlık dersleri almış arkadaşıma: "biliyor musun, kendimi geliştirebilmek için iyi bir editöre ihtiyacım var, senin katkıların çok önemli"

Bir konu hakkında sohbet ederken lafı ortasında bırakıp "bu konu hakkındaki fikirlerimi blog'umdan okuyabilirsiniz"

Derken, elle tutulur bir kaç öneri koparabildim kendilerinden.

Arkadaşlarımdan biri kişisel gelişim üzerine yazmamı önerdi. Bu konuda maalesef yeterli altyapım yok. "Nasıl olacak bu iş?" dedim. "Kendi tecrübelerini yaz" dedi.

Gerçekçi olalım, bugüne kadar engin kişisel gelişim dünyasına örnek gösterilebilecek bir başarım olmadı. Kitleleri peşimden sürükleyemem. Bu konudaki tek girişimim çok sevdiğim Dany Brillant'ın Türkiye'deki fan'larını arttırma teşebbüsüydü.

Plan şuydu: doğum günü olan her arkadaşıma bir adet Dany Brillant CD' si hediye edecektim. Onlar da CD'yi dinleyip bayılıp başkalarına önereceklerdi. Tam bir saadet zinciri. Biz Dany severler çığ gibi büyüyecektik. Dany' cimin ekibi albüm satışlarında artışı analiz edecek ve Türkiye'de konser vermenin iyi bir fikir olduğuna ikna olacaktı. Ayrıca bu analizleri derinleştirip her şeyin tek bir Dany Brillant fan'ı tarafından başlatıldığını tespit edeceklerdi. Ondan sonra artık sahne arkası mı olur, Dany' cimle düet mi olur bir şekilde bana şükranlarını sunacaklardı.

Tabii o zamanlar twitter falan yok. Öyle "1dcometoturkey" "turkeylovesjustin" falan diye hashtag' ler açalım, TT yapalım, ne mümkün. Her şeyin kas ve çene gücüne bağlı olduğu günler.

Olmadı. Plan işe yaramadı. Kalabalıklar içinde yalnızdım, ya da belki en başta o kadar kalabalık yoktu.

Sonuç olarak Dany Türkiye'ye geldi. Hem de birden fazla kere. Ben gidemedim. 18 Eylül' de yine geliyormuş. Türk-Fransız Ticaret Derneği' nin Büyük Gala Gecesi' nde Hilton' da sahne alacakmış. Kişi başı 150  euro. Peeeh, çok pahallı zevklerim var şu hayatta. Ben CD' lerimi dinlemeye devam ederim.

CD demişken, Best of albümü güzeldir adı üstünde. Ben bir de Casino albümünü severim. Henüz adını duymamış olan varsa bir şans vermesini tavsiye ederim. Bakarsınız sanatı halka indirebiliriz, hem artık sosyal medya da var.

Albüm kapağı
Neyse, kişisel gelişim dedik, Dany' den çıktık. Ben nasıl gelişeyim? Ama hedef gerçekleştirme konusundaki tecrübelerimi bir sonraki yazımda paylaşayım.

28 Temmuz 2013 Pazar

Gaz Rehberi

Bu blog'u sabırla takip edenler için dev hizmet.

Bir önceki yazımda "bir ego şişirme aracı olarak alışveriş ilişkisine girme" konulu toplumsal yaraya parmak basmıştım. İşte şimdi siz sevgili okuyucularla ihtiyaç anında nasıl ego şişirileceğinin çok basit ve zevkli bir yöntemini paylaşacağım. (şair burada yazıları arasındaki devamlılığa dikkat çekip okur tarafından takdir edilme beklentisini dillendirmek istiyor)

Bir kaç sene önce yüksek lisans yaptım. Sevgili kardeşim "ay abla oku oku nereye kadar" dese de öğrenmenin yaşı yok. Neyse, bu yüksek lisans programında bir dersimizin bitirme ödevi RBS diye bir şeydi. Açılım Reflected Best Self Exercise. Program İngilizce olmasına rağmen, bu çalışmadan en yüksek faydayı sağlamak için dileyen Türkçe yapabiliyordu, ben de Türkçe yaptım. Bu alıştırmanın Türkçe karşılığı da şu oluyor: Yansıyan En İyi Benlik Geri Bildirim Uygulaması. (evet İngilizcesi kulağa daha havalı geliyor)

Bu alıştırmanın ana fikri şu: Her türlü kişisel gelişim programı insanın zayıf yönlerini geliştirmeye odaklanır ama bu zayıf yönlenin güdük kalmasının da bir nedeni vardır, belli ki yeteneğiniz yok. Yeteneğiniz olmayan bir alanda kendinizi geliştirmek için heba olacağınıza enerjinizi güçlü yanlarınızı tespit edip bunlardan daha iyi faydalanmaya harcayın. Böylece daha başarılı olabilirsiniz.

Bu havalı lafları şöyle özetleyeyim: yakın çevrendeki insanların da yardımıyla kendinin gaza getir, aş, coş, koş. Bunun için seni iyi tanıdığını düşündüğün çeşitli kişilerden sana güçlü yanlarını yaşanmış örneklerle ve onlara nasıl ilham verdiğinden bahsederek iletmelerini istiyorsun. Sonra gelen bu bildirimleri derleyip toplayıp bir rapor haline getiriyorsun. Ta ta ta taaaaam işte karşınızda kişisel gaz rehberi.

Kişi sayısı sana kalmış. Kaç kişinin yeterli olacağını düşünüyorsan buyur ama en az 10 olması tavsiye ediliyordu.

Bu geri bildirimleri talep etmek ilk anda birisinden seni yağlamasını istemek gibi kulağa zor ve saçma geliyor. Ama yılmayıp yola devam edersen sonuç oldukça tatmin edici oluyor.

Ben mesela bu raporu hala pc'min bir köşesinde saklarım. Ne zaman kendimi yetersiz, güvensiz ve değersiz hissetsem açar okurum. İnanın etkisi kelimelerle anlatılamayacak kadar güçlü oluyor.

Önemli not: kendi raporumu oluşturmamda katkısı olan ve benim için çok önemli bazı yakın arkadaşlarım ve sevgili kardeşimin burayı okuduğunu biliyorum. (en azından bana takip ettiklerini söylemişlerdi, ak koyun kara koyun çıksın bakalım ortaya). Her birine buradan sonsuz teşekkürlerimi ve sevgilerimi iletiyorum.

26 Temmuz 2013 Cuma

Satıcıdan dost, müşteriden post* olmaz

* kafiye olsun diye uydurulmuştur

Hazır başlamışım, hızımı da almışım, bir başka konu hakkında daha muhteşem tespitlerimi paylaşıp çok parlak fikirlerimi halkın hizmetine sunayım bari.

Bir önceki yazımda bahsettiğim gıcık olduğum şeyler listesinde bu aralar yine üst sıralarda boy gösteren bir başka konu, son yılların pazarlama trendleri arasında yer alan "müşterilere müşteri olduklarını hissettirmeyin" nosyonu.

Nedir anacım yani "önce müşterilerinizin ihtiyaçlarını anlayın, onların sizi kendisine yakın görmesini sağlayın, bir ilişki kurun" safsatası. Bak politik olmaya falan çalışmıyorum, dan diye söylüyorum, bu saçmalığın daniskası, abuk subukluğun dik alasıdır.

Öncelikle hitap şekillerinden başlayalım. Ne oldu da kırk yıllık "müşteriler" otel ve restoranlarda konuk, hava yolu şirketlerinde misafir, gsm şirketlerinde abone, bankalarda kart sahibi oldu? Belli bir ücret karşılığında birisinden bir mal ya da hizmet alan kişiye müşteri denir. Nokta. Neden bunu müşterilerden saklamaya çalışıyoruz. Bu bir bardaktan bardak olduğunu saklamaya çalışmak gibi bir şey.

Ey güzel kardeşim, sen bana istediğin şekilde hitap et, yok sana öyle değer veriyoruz, seni böyle seviyoruz de, benden o malın/hizmetin ücretini tahsil ettiğin sürece ben müşteriyim sen de satıcı. Ha dersen ki "aaa lütfen burda biz varken hesap ödemek senin ne haddine, ölümü gör allah aşkına" amenna,  o zaman satıcı-müşteri eksenindeki ilişkimizi başka bir boyuta taşıyabiliriz. Hatta ben de sana arada sırada küçük jestler yapar, bana ödetmediğin hesaplar karşılığı ufak hediyelerle falan gönlünü çelmeye çalışır, bayramda yılbaşında kart gönderir, doğum gününde sürprizlerle seni sevindirmeye çalışırım.

Yok bana dersen ki "ama böyle yaparak daha çok satış yapıyoruz" ben de derim ki ona kandırmak denir canım. Haaa ticarette bu şekil kandırmayla problemim yok, sonuçta bir taraf kazancını maksimize etmeye çalışırken diğer taraf aldığı faydayı maksimize etmeye çalışıyor. Her ikisinin de çıkarları doğrultusunda bir yerlerde buluşurlar buluşurlar, yok buluşamazlarsa da başkalarıyla buluşurlar. (hey yavrum hey, gözünü sevdiğimin econ 101'i) Ama allah aşkına söyleyin bana a dostlar, müşteriye sen aslansın kaplansın diye muamele etmek bu fayda-kazanç maksimizasyonu denkleminin ne tarafında bir artış sağlayacak?

Aslında bu firmalara da çok kızamıyorum, çünkü biliyorum ki bu müşteri güruhunun arasında da var böyle psikopat, kendisine müşteri olduğunun hissettirilmesinden arıza yaratan garip kişilikler. Zaten sosyal hayatında tatmin edemediği dostluk, sıcaklık, önemsenme vb manevi ihtiyaçlarını ücret mukabili bir şirketin karşılamasını bekleyen zat-ı muhtereme ne desem boş. Böyle insanların karşısına geçip "lolololo müşterisin sen müşteri, hey hey hey" diye bağırıp sinirden önce morarıp sonra da çatlayıp patlamalarını izlemek geliyor içimden ama, valla tutuyorum kendimi.

Ben müşteri olmaktan utanmıyorum, gocunmuyorum. Bir alışveriş esnasında müşteri gibi davranılmak istiyorum. Bu alışveriş sırasında egomun şişirilmesine ihtiyacım yok, yeteri kadar büyük bir egom var zaten, çok ihtiyaç duyarsam da şişirme işini seve seve yapacak sevenlerim de var. (sağ olsunlar var olsunlar) İhtiyacım olan şey neyse onun için ödediğim bedelin karşılığını almak istiyorum. Hiç ihtiyacım olmadığı halde bana anlamsız bir alışveriş "deneyimi" kakalamak için gösterilen o çabaların benim ihtiyacımın maliyetini şişirmesini istemiyorum. Delikanlı gibi, bana "vay müşterim hoş geldin" diyecek onlar için sadece müşteri olduğumu hissettirecek firmaların da buradan alnını öper gözlerinin yağını yirim.

Bir önceki yazımda olduğu gibi, ilişkinin sınırlarını çizmenin önemine bir kez daha dikkat çekerek satırlarımı burada noktalamak istiyorum. Müşteri müşteriliğini, satıcı satıcılığını, herkes haddini bilsin; bak o zaman dünya nasıl da daha yaşanası bir yer olacak.

İş hayatında mutluluğun sırrını açıklıyorum

Asla bir sevgi kelebeği olamadım şu fani ömrümde. Aksine herhangi bir şeye, bir insana, bir olaya gıcık olmam çok kolaydır.

Geçenlerde kurumsal hayat bilgesi @plazakasari'nin bir tivitini okuyunca bu özelliğimle ilgili bir aydınlanma yaşadım: ilk görüşte nefrete inanıyorum. Evet, yıllardır duygu dünyam ile ilgili içten içe farkında olduğum ama ifade etmeyi beceremediğim bu durumu kendisi sağ olsun 3 kelime ile özetlemiş: ilk görüşte nefret.

Şimdi benim bu "problemimi" onarmak için ruh dünyamı çözümlemeye çalışacak, içimdeki yaraya merhem olmaya çalışacak iyileştiricileri yazının burasında bırakıp ana fikre odaklanalım.

Gıcık olduğum şeylerin listesi bir hayli uzun, son zamanlarda ziyadesiyle kafaya taktığım konu ise iş hayatında "biz bir aileyiz" ayağına yatma olayı. Gıcık oluyorum. Ne münasebet, bu ne teklifsizlik yahu! Benim zaten bir ailem var, yılların sabrıyla emek emek dokuduğum aile ilişkilerime hop havadan gel ortak ol. Yok öyle yağma, hem aile olmak öyle kolay bir şey mi ki sen söyledin diye biz bir aile olalım.

Hadi test edelim bakalım "aile"mizi.

Mesela aileni çok seversin değil mi, yeri gelir canını verirsin. Test edelim mi bakalım beni gerçekten ne kadar sevdiğini. Ama baştan uyarayım sonra demedi deme, istersem sabırları çok zorlayabilirim, buna hazır mısın gerçekten? Peşin peşin söyliiim ben taraftan öyle göz yaşartıcı sevgi gösterileri, fedakarlıklar biraz zor, bu yolda tek başınasın dostum.

Sonra her zaman toz pembe değildir ailenle ilişkiler. Sabredersin, sınırları zorlarsın, yeri gelir patlarsın, belki de çok pişman olacağın sözler söyle eylemler yaparsın, ya da öyle sözlere ve eylemlere maruz kalırsın. Sonuç? Her zaman geri dönebilirsin, her döneni de kabul edersin. Neden? Çünkü o ailedir, atsan atılmaz, satsan satılmaz. Bizim aramızdaki ilişki öyle mi ya? Uygun koşulların oluşmasına bakar, o koşullar oluştu muydu sen beni atarsın, ben de seni satarım. E hani biz bir aileydik, n'ooldu?

Misal, paraya ihtiyacım olsa, açarım telefonu babama, miktarı söylerim, hoooop para cepte. Unutmazsam geri öderim, ödemezsem de dert değil, canım sağ olsun. Bu senaryonun bizim ilişkimize uyarlanmış halini ise dile getirmekten bile korkarım hafazanallah.

Ya da mesela, annemin babamın evine girerken beni şu ana kadar hiç bir zaman metal dedektöründen, çantamı da x-ray cihazından geçirme teşebbüsünde bulunmadılar. Böylelikle ilişkimizde heyecan hep zirvede, sürprizlerle doluyuz. Neden o zaman her sabah kollarımı açmış içim sevgi dolu yüzüm gülücüklerle kaplı sana koşarken beni o dedektörlere, x-ray'lere mahkum ediyorsun? Allah bilir sen de annem gibi bana değil çevreye güvenmiyorsundur.

Yaaa işte böyle canım ciğerim. Patronla çalışanın bir aile olması eşyanın tabiatına aykırı, hiç birbirmizi kandırmayalım. Son tahlilde ben, belli bir süre için beyin gücümü sana kiralamış bir çalışanım. Senden bu kirayı tahsile etmek dışında bir beklentim yok, sen de benden o süre içinde beyin gücümün senin emrine amade olması dışında bir beklenti içine girme. Bizler ortak bir hedefi gerçekleştirmek için hasbelkader bir araya gelen insanlar olduğumuzu aklımızdan hiç ama hiiiiiç çıkartmayalım. İlişkimizin sınırlarını çizelim, bu sınırlara karşı saygı gösterelim, bu ilişkiye başka anlamlar yüklemeye çalışmayalım.

Gör bak ne kadar mutlu olacağız.

25 Temmuz 2013 Perşembe

Zalım

Yeni spor salonu maceralarımı yazacağımı söylemiştim, araya kilo verme konusundaki psikolojik direncin kırılmasının verdiği heyecan girdi, kaynadı gitti. Kimse unuttum, yan çizdim sanmasın, hemen sözümü tutayım.

Yeni salonda öncelikle hocamdan bahsedeyim. Sevgili hocam, hoca olarak çok acımasız, kalpsiz, zalim bir insan. Belki salon dışında çok iyi bir insandır, ne bileyim yufka yüreklidir, zor durumda olan birisini görünce hemen yardıma koşar, ama bu adamın bütün garezi bana mıdır kardeşim.

Bana öyle programlar yazıyor ki pestilim çıkıyor, eve gelince adım atacak halim kalmıyor. Diyebilirsiniz ki "be hey kadın, manyak mısın, bırak gitsin". Evet manyağım ve hatta psikopatım. Herhangi bir işe başladım mı, yarım bırakmak tabiatıma aykırı. Madem ki hocam benim o hareketleri yapabileceğime inanmış, ben onu nasıl yüzüstü bırakırım. Bana güvenen insanları yarı yolda bırakmak beni bozar kardeşim.

Program zor olmasına zor, bir de bitmek bilmiyor. Bir dumble'ı kaç defa indirip kaldırabilirsin, bir pedalı kaç defa çevirebilirsin ki. Hocama kalsa sınır yok. Hele karın hareketlerinin tekrar sayısına "max" yazmıyor mu, işte benim bittiğim an. Max ne demek yaaa, yok mudur bunun ideali. Hadi ideali geçtim, sen oraya minimumu yaz, ben zaten onun üstüne çıkarım, yapma desen de yaparım.

Sonunda isyan ettim. Bir gün çıktım karşısına, "Hocam siz benim evde çok mutsuz, kocasıyla anlaşamayan, bu nedenle işten kalan vaktinin her anını burada mis kokular içinde geçirmek isteyen biri olduğumu mu sanıyorsunuz?" dedim. Anlamadı beni, öyle baktı suratıma. Sonra daha medeni bir şekilde derdimi anlattım da programlar kısaldı, şimdi daha makul sürelerde sporumu yapıp eve gelebiliyorum.

Anlaşamadığımız bir başka konu ise ölçüm meselesi. Oraya bir tane dandik kantar bozması bir cihaz koymuşlar, neymiş efendim üstüne çıkıyorsun, boyunu, cinsiyetini giriyorsun, ondan sonra bu cihaz senin kilonu, yağ oranını, metabolizma hızını, ıvırı zıvırı hesaplıyor. Sihir gibi yani, her derde deva mübarek. Hesaplıyor da, ben o spor salonunda gençliğimi tüketip her ölçümde sonucun aynı olduğunu görünce yıkılıyorum resmen. Ben de ne yaptım? Tabi ki isyeeeaaaannn. Yine bir gün çıktım hocamın karşısına, "ben ölçüm istemiyorum, hem bu ölçüm olayının da doğruluğuna, bilimselliğine inanmıyorum, üstüne çıkıyorum, o neredeyse bana röntgen filmimi vercek, nasıl oluyor ki bu, bunu çalışma mantığı nedir yani, vır vır, dır dır" bir beş dakika kadar susmadan vızıkladım. Adam suratıma baktıı baktııı, artık o sırada aklından neler geçirdiyse benimle ilgili (bilmek istemiyorum), "tamam o zaman ölçmeyelim sizi" dedi. O gün bugündür kendi kendimi tartıyorum, mezurayla ölçüp biçiyorum, kendi başımın çaresine bakıyorum.

Son olarak da hocamın müthiş motivasyon girişiminden bahsedeceğim. Yeni yılın ilk günlerinde salona bir gittim aa ne göreyim, bir panoda 9 başka üyeyle birlikte fotoğrafım ve adım, üstünde de bir başlık "2012 yılında en düzenli devam eden üyelerimiz". Bu arada isimleri 1'den 10'a kadar sıralandırmışlar ve ben 10. sıradayım. Hemen şöhretin  büyüsüne kapıldım, foto çektim ve sosyal medyada paylaştım. Eee, derece yapmışım sonuçta, ne kadar öğünsem azdır. Sonra zafer sarhoşluğu geçince aklım başıma gelmeye başladı, ben bütün bir yıl boyunca sektirmeden haftada üç gün geldim, bu halimle 10. oldum, acaba 1. olan ne yaptı? Acaba giriş çıkış sayısı mı sayılıyor yoksa içeride geçirdiği süre mi, sıralama neye göre yapılıyor, aldı beni bir merak.

Önce resepsiyondaki kıza yanaştım, açık açık teklif ettim "giriş kartımı sana bırakayım, ben gelsem de gelmesem de her gün giriş-çıkış için okut" Neden diye sordu. Allahım insanlar soru sormasa, sadece itaat etse hayat ne kolay olacak. "Bu sene için hedeflerim büyük, ilk üçe talibim" dedim, anlamadı, böyle parlak fikirlerimi paylaştığım çoğu insan gibi yüzüme boş boş baktı. Neyse derdimi anlattım, eğer giriş çıkış adedi sayılıyorsa bu planın işe yarayacağını, yok içeride geçirilen süre sayılıyorsa da her sabah işe gitmeden salona uğrayıp giriş yapacağımı, akşamları da eve dönerken çıkış yaparmış gibi kartımı okutacağımı söyledim. Bana ne cevap verse beğenirsiniz, ilk 10 içinde herhangi bir sıralama yokmuş, rastgeleymiş, ilk sırada yazılan 1. son sırada yazılan 10. anlamına gelmiyormuş.

"Nasıl yani yaaa, neden o zaman ben 10. sıradayım" demişim ki bu derdimin müsebbibi de yine gaddar hocam çıktı. Bu parlak fikir ona aitmiş, rastgele sıralamayı o önermiş, panoyu da o hazırlamış. Ne yaptım tahmin edin bakalım: isyeeeeaaaaannn.  

Bir koşu vardım yanına başladım dırdıra. "Bir kere bu yöntem bırak beni motive etmeyi spordan soğuttu, ayrıca sosyal çevremde bir reputasyonum var, 10. sırayı nasıl açıklarım onlara. Dahası evliliğimi tehlikeye attınız, adımı 10. sırada gören kocam bana "sen bana her akşam spora gidiyorum diyip nereye gidiyorsun da anca 10. olabildin" diye hesap sorsa ben ona ne cevap veririm" Her zamanki gibi hocam sustu ve yüzüme baktı (istersem gerçekten insanların nefesini kesip nutuklarını tutturabiliyorum) "Anladım" dedi. Bakalım 2013 listelerinde göreceğiz ne anladığını, heyecanla bekliyorum.

Çenem düştü, amma yazdım.  Bu yazıyı nasıl bağlayacağımı bilmiyorum, spor maceralarım şimdilik bu kadar der kaçarım.

Öptüm. K.İ.B. Bye.


24 Temmuz 2013 Çarşamba

Günüm nasıl aydı

Bugün güneş daha parlak, gökyüzü daha mavi, çimenler daha yeşildi benim için.

Aslında güne pek iyi başlamadım, saati kapatıp mışıl mışıl uyumaya devam etmişim. Beyimin dürtmesiyle uyanıp saate bir baktım ki evden çıkmak için 15 dakikam var. Ki normal bir günde ben gözümü açıp yataktan kalkacak enerjiyi bulmak için 15 dakikaya ihtiyaç duyarım.

Evet, sabahlar benim için çok zordur. Uyanamam, uyansam ayılamam. Ayılsam bile kelimenin tam anlamıyla domuz gibi olurum. Çekilecek dert değilim ama naapcan işte.

Benim için günün en keyifli saatleri gün batımıdır zamanıdır. Hele şöyle tam güneş batıyorken, ben de denizden çıkmışsam, fonda latin ezgileri elimde de güzel bir içkim varsa, ooo benden iyisi yok. Nasıl bülbül gibi şakırım, çekirge gibi zıplarım, tadından yenmez.

Neyse dönelim sabaha. Saati görüp panikle banyoya bir depar atmışım ki, bu performansı sürdürebilsem değme sprinter'larla kapışırım, o kadar yani.

Banyoda işimi bitirip giyinmek için odaya döndüm. İki elim kanda da olsa her sabah tartılıyorum. Yine tartının üstüne çıktım, fakat çok umutsuzum. Ben strese girince yemek yerim, mutlu olunca yemek yerim, bir şey başarınca yemek yerim, bir şeyi beceremeyince yemek yerim, üzülünce yemek yerim.

Yaklaşık iki aydır, pazartesi - cuma sıkı bir rejim yapıp hafta sonu geldi mi üstün çabalarımdan dolayı kendimi ödüllendiriyorum. E bayramda da yazlığa gidilecek, oradan dönülüp bir hafta sonra tatile gidilecek. Kalmış şunun şurasında 2 hafta. İyice stres aldı beni. Hem stres hem ödül mekanizması birleşince yemek için uygun koşullar oluşmuş oluyor tabi. Ben de kilo almasam da olduğum yerde sayıp duruyorum.

Yine artık ezberlediğim rakamları görmek için çıktım tartının üstüne. Dan dan dan, anam o ne, birinci hedefime ulaşmışım. Ben o anda geç kalmışım, servisi kaçırmışım, peheeeey umrumda mı sanki. Hepsini bir yana bırakıp evde zafer koşusunda başlamışım zaten sonraki bir kaç dakikayı hatırlamıyorum. Servisi kaçırsam ne olur ki, o gazla icap ederse 30 km'yi koşarak katederim, gıkım çıkmaz. O kadar mutlu oldum yani. İşte ben buna "gün aydın" derim.

Gerçi zafer sarhoşluğu geçtikten sonra insanın bir gecede 3 kg birden verebilmesinin hiç de mümkün olmadığını idrak ettim. Kesin tartının pili falan bitiyor, ama ben o rakamları gördüm ya, tamamdır. O pili de böyle düşük rakamlar görmeye devam ettikçe değiştirmem arkadaş!

23 Temmuz 2013 Salı

İntikam

2009 yılında, şu fani dünyada 30. şeref yılımı doldurduğum için kendime bir hediye sunmak üzere bir spor salonuna üye olup rejime başladım. O gün bugündür, tatil nedeniyle şehir dışında olduğum günler hariç, hiç aksatmadan haftada 3 gün spor yaparım.

Spora çok sevdiğim için mi başladım? Hayır.

3,5 senedir, çok sevdiğim için mi düzenli spor yapıyorum? Hayır.

Spor yaparken tek düşündüğüm şey şu: bir an önce bitse de eve gidip bir sigara yaksam. Ama o spor yapılacak. Nokta. (bir ara şu sigara meselesine de el atsam fena olmayacak)

Sporla haşır neşir geçirdiğim ilk yılın ardından Avrupa yakasından Anadolu yakasına taşındım. Zamanlama da süper oldu, üyeliğimin bitmesi ve taşınmam aynı haftaya denk geldi.

E üyelik bitti, adamlar bir kere bile aramaz mı "üyeliğinizi yenileyelim" diye. Hadi aramayı geçtim, bir sms de mi atmazlar? Tık yok. En kıytırık mağazaların bile veri tabanına bir kere girdin mi yağmur gibi yağan sms ve telefonlardan sonra yıllık üyelik ücreti hatrı sayılır bir meblağ olan adamlar tarafından aranmamak bu kadar mı koyar insana? Koydu. Kendimi gruba kabul edilmeyen çocuk gibi hissettim, gururum kırıldı.

Tabi adamlara da hak veriyorum, her gittiğimde sadece değiştirdiğim havlular nedeniyle işletme maliyetine tek başıma iyi bir katkıda bulunuyordum. Ama ilişkimiz böyle bitmemeliydi, koca bir yılın hatrı vardı.

Seneleeer seneler sonra, geçtiğimiz ay bir sms aldım. 10. kuruluş yıl dönümleri şerefine düzenledikleri bir kampanya nedeniyle beni üyeliğimi yenilemeye davet ediyorlardı. İşte kırılan gururumu tamir etme fırsatı ayağıma gelmişti. Hemen telefona sarılıp, fakir ama gururlu genç edasıyla "gönderdiğiniz sms'lerden rahatsız oluyorum, lütfen beni veri tabanınızdan çıkarın" dedim mi? Dedim.

İntikam soğuk yenen bir yemektir.

O zaman bile üyeliğimi yenilemeyi teklif etmediler ama olsun, böyle ufak teknik detaylara takılmamak lazım.

Şimdi ise 2,5 senedir devam ettiğim salonla mutlu mesut bir ilişkim var. Her sene üyeliğimin bitmesine 2 ay kala yenileme teklifinde bulunuyorlar, erken yenileme yaparsam ekstra ay öneriyorlar, 2012 yılında en düzenli devam eden ilk 10 üye arasında resmimi astılar falan.

Tabi güzel şeyler bunlar ama zaman zaman yetmiyor. İlişki emek ister neticede, bazen yeteri kadar çaba sarf etmediklerini düşünüyorum. Bu konudaki görüşlerimi de bir sonraki yazımda aktarayım.



 


21 Temmuz 2013 Pazar

Yırtmak

Hafta sonumuz güzel geçti. Dün bir arkadaşlarımızı kahvaltıda ağırladık, akşam biraz deniz havası aldık. Bu sabah da başka bir arkadaşlarımızla Emirgan'da güzel bir kahvaltı ve keyifli bir sohbetin ardından eve döndük.

Bu sabahki sohbetimizin bir kısmını arkadaşlarımızdan erkek olanın ticari anlamda parlak yırtma fikirleri üstüne gerçekleşti. O bize planını anlattı, kağıt üstünde çok güzel ve başarısız olması imkansız bir ticari faaliyet. Ancak ufak bir teknik problem var, plana göre ben ve onun eşi tüm finansal riski alıyoruz, benim kocam çalışıyor, bu parlak arkadaşımız ise para kazanıyor. Gerçekten, bu plan onun açısından kusursuz, bir de bizi ikna ederse çok zengin olup yırtması işten bile değil.

Dönüş yolunda, başarılı bir yırtma planını hayata geçirmeye muvaffak olursam hayatımda neleri değiştireceğimi düşündüm. Sabahtan beri sürekli kafamın içinde vır vır beni meşgul eden çamaşır yıkama, haftalık yemek pişirme, evi derleyip toplama faaliyetleri nedeniyle ilk aklıma gelen bir daha asla ev işi yapmamak oldu. Hatta uzunca bir süre başka bir hayal bulamadım.

Karadeniz fıkralarının kahramanı Temel gibiyim; her gün kuru fasulye-kuru soğan ikilisine talim eden Temel'e büyük ikramiye çıkarsa ne yapacağını sormuşlar, her gün soğanın sadece cücüğünü yerim demiş.

Hayallerimin bu kadar küçük olmasına sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Ya da bu soruyu şöyle sormalıyım:Günlük koşuşturmaların içinde hayal kurmayı bile mi unuttum, yoksa sahip olduklarım beni yeterince tatmin ettiği için daha fazla bir şeyin eksikliğini hissetmiyor muyum?


Yok yok her akşam uykuya dalmadan önce kendini büyük bir stadyum konseri verirken hayal eden bir kişi için hayal kurmayı unutmuş demek doğru olmaz.

O zaman bu durumdan şu çıkarımı yapıyorum: ben hiç bir zaman yırtamam, çünkü yeterli motivasyonum yok. Hemen bir özlü söz de uyduruvereyim şuracıkta: rahatlık değişimin düşmanıdır. (o kadar da özlü olmayabilir ya da daha önce başkası söylemiş olabilir, bilemiyorum, bana kendimin bulduğu çok iyi bir laf gibi geldi bir anda)

Emekli olana kadar çalışmaya devam, ve hatta emekli de olamayıp ruhumu o masanın başında teslim edeceğim, ve ağzımdan dökülen son kelimeler şunlar olacak: aaaah ah bana ne ticaret önerileri geldi ama dönüp de yüz vermedim hiç birine.

Kalkıp bir iki kap daha yemek hazırlayayım, makineye de yeni çamaşırları atayım bari.

19 Temmuz 2013 Cuma

Yeni stres kaynağım

Blog yazma işi çok stresli bir aktiviteymiş. Kendimi şu anda milyonlara seslenen bir hatip gibi hissediyorum, ve o milyonların her birinin ağırlığını omuzlarımda hissediyorum.

Tamam biliyorum, seslendiğim milyonlar henüz benden haberdar değil. Ama ben her zamanki gibi uzun vadeli düşünüyorum. Bir gün ben de keşfedileceğim, insanlar yazdıklarımı okuyunca çok etkilenecek, eğlenecek, beni başkalarına tavsiye edecek falan filan. İşte ben bugünden, o günlerin stresini yaşamaya başladım. Ağır bir sorumlulukmuş bu.

Boş kaldığım her an ne yazsam, nasıl yazsam diye düşünüp duruyorum, çevremde olup biten her şeyin yazılabilitesini sorguluyorum. Ayrıca bu blog için yeni bir isim bulmam lazım. "Çok parlak fikirler"in çok parlak bir fikir olduğunu düşünmüştüm, ama şu ana kadar içerik sıfır.

Sanırım, bu yaşadığım şey topluluk önünde bir konuşma yapmam gerektiğinde hissettiğim o ilk bir kaç dakika ile aynı durum. O ilk bir kaç dakikayı atlatıp bir nebze rahatladığımda konuşma işini iyi kotarıyorum, burada da o ilk bir kaç dakikaya denk gelen süreyi atlattığımda iyi içerikler çıkarabileceğimi umuyorum.

Bu tutukluk dönemim astrolojik sebeplerden kaynaklanıyor sanırım. Bugün öğrendim, gezegenlerden biri, artık hangisiyse, geri gitmeye başlamış. Bu da kötü iletişim, insanın ağzını bozması gibi durumlara sebep oluyormuş. Henüz ağız bozma durumum yok ama iletişemiyorum.

Şu geri giden gezegen hangisiyse yerine gelmesini bekleyeceğim, baktım oluyor blog sevdasından toptan vazgeçerim. Sanal ortam için büyük bir kayıp olacak, ama ben bununla yaşayabilirim.

18 Temmuz 2013 Perşembe

Daha iyi bir blog için



Bugün profesyonel blog okuru olan kardeşimden blog’umla ilgili ilk geribildirimleri aldım. Kendisine buradan teşekkür etmek istiyorum ve önerilerinin ne kadar değerli olduğunu göstermek için hemen uyguluyorum. İşte önerileri:


  • Blog’ u ihmal etme, mümkün olduğu kadar sık güncelle – bu adım şu anda tamam. Bu yazı beş günde üçüncü yayınım oluyor.
  • Daha akıcı yaz, mesela kısa cümleler kur – anlaşıldı, tamam. Stop.

  • Güncel konular yaz, mesela spor – bu akşam spora gittim, her zamanki ciddiyetimle programı tamamladım. (çok güncelim)

Bakalım öneriler işe yarayacak mı, göreceğiz.  

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Motive edilmek ya da motive olmak. İşte bütün mesele bu.


Bu yazımda sizlerle çağımızın trendi motivasyon üzerine çok parlak fikirlerimi paylaşmak istiyorum. Belirtmekte fayda var ki aşağıda okuyacaklarınız herhangi bir bilimsel veriye dayanmayan, tamamen bana ait özgün fikirlerdir.

Sonda söyleyeceğim en baştan söyleyeim de okuyup okuyup "bu muymuş parlak fikir hıh!" diyebileceklerin zamanın boş yere almış olmayayım: Bir kişinin başka bir kişiyi birinci kişinin zaten yapması gereken bir iş hakkında motive ediyor olması fikrini çok saçma, anlamsız ve faydasız buluyorum.

İşte şimdi neden bu blog' da gerçek adımı değil de bir rumuz kullanmak zorunda olduğumun güzel bir örneğini tecrübe ediyoruz. İlk yazımda medeni cesaretim olmadığı için demiştim ama "finansal cesaretim yok" deseymişim daha doğru olacakmış sanırım. Çalıştığım şirket beni daha iyi bir yönetici olmam için motivasyon vb konularda çeşitli eğitimlere yolluyor. Dolayısı ile bu fikirlerimin çalıştığım şirketteki yöneticilerim tarafından öğrenilip onlarda "yanlış ata oynuyoruz" hissiyatının oluşmasını istemem. Ben bir at olmadığımı bilsem ve şirketteki yöneticilerimin de benim bir at olmadığımın farkında olduğunu ümit etsem bile, "böyle çok parlak fikirlere sahip olduğuna göre desindes'i ne kadar eğitmeye çalışsak da faydasız, yok artık eğitim falan!" düşüncesine kapılmalarını bilinen profesyonel nedenlerden ötürü hiç ama hiç istemem. (Bilinen profesyonel nedenleri şu şekilde özetleyebilirim: eğitim mekanının sağladığı yemek, ağırlama gibi yan faydalar, güne geç başlayıp erken bitirebilme olanağı, stressiz hafif bir gün geçirebilme şansı, gelen telefonlara "şu an bir eğitimdeyim, müsait değilim, lütfen bu konuyu X ile görüşün" diyebilme lüksü gibi bileşenlerden oluşan kaytarma paketi)

Asıl konumuza dönecek olursak, belli bir eğitim seviyesindeki bir yetişkinin "motive edilebilir" oluşu o kişinin kusurudur. Bu şu anlama gelir: "Ben neyi yapmam gerektiğini bilemeyecek kadar bilinçsiz, benim için neyin önemli olduğunu ayırt edebilecek zihinsel yeteneklerden yoksun, kendi iyiliğim için gerekenleri yapamayacak kadar beceriksiz biriyim, lütfen biri bana bunları öğretsin." Tamam, gerektiğinde yardım istemek başarının anahtarı ve takdir edilecek bir özellik olabilir, ama bu yardım talebini "motivasyon ihtiyacı" adı altında sürekli hale getirmek o kişinin kusurudur. Tıpkı başka kusurlarımızda olduğu gibi, motivasyon konusunda da önemli olan bu kusurun farkına varıp düzeltmek için maksimum eforu göstermektir.

Yukarıda belirtilen kusurlara sahip bir kişiyi ne yaparsanız yapın harekete geçirmek mümkün değildir, bu nedenle böyle bir insanı motive etmeye çalışmak başarısızlığa mahkum anlamsız ve faydasız bir çaba olarak kalacaktır. Öte yandan yukarıdaki kusurları barındırmayan bir kişinin ise motivasyon ihtiyacı olmayacağından onu motive etmeye çalışmak da gereksiz ve saçma olacaktır. Dolayısıyla gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki, motivasyon tıpkı gerçek güzellik gibi içten gelir. Varsa vardır, yoksa ikinci bir kişinin bunu içeri koyması mümkün değildir.

Herhangi bir şeyi sevmek o işi yapmaya motive olmayı kolaylaştırabilir ancak şart değildir. Sonuçta yaptığımız her şeyi sevdiğimiz için yapmıyoruz, aksine sevmediğimiz bir çok şeyi yapmak zorunda olduğumuz için yapıyoruz. Neyi yapmak zorunda olduğumuzu ayırt etmemizi sağlayan şey ise sorumluluk bilincimizdir.

Sorumluluk bilincine ek olarak, belli bir işi yapmanın karşılığında bir ödüle erişme ya da cezadan kaçınma söz konusu ise, kişi kendi özgür iradesi ile bu ödül ya da cezanın kendisi için ne ifade ettiğine karar vererek buna göre harekete geçme ya da geçmeme kararını alıp uygulamaya koyabilir.

Uzun lafın kısası, birisini bir işi yapmaya motive etmeye çalışmak boş bir çabadır, gerçek motivasyonun kaynağı insanın içinden gelen sorumluluk bilinci ve özgür iradedir.

Bu yazdıklarımı okuyan gelecekteki potansiyel işverenime önemli not: Sorumluluk bilinci fazlasıyla gelişmiş bir insanım, motivasyon problemim bulunmamaktadır. Ek olarak, istersem başka kişiler üzerinde çok motive edici bir etkiye sahip olduğum tecrübelerim ve etkim altında kalan insanların tecrübeleriyle sabittir. Ayrıca yakın zamanda bana uygulanan bir duygusal zeka envanterinde en yüksek puanı kendini kontrol etme kapasitesi boyutundan aldım, sanırım, bu düşündüklerimi ve davranışlarımla ifade ettiklerimi ayırma yeteneğim konusunda bir ipucu veriyordur. Öptüm. Kib. Bye.

14 Temmuz 2013 Pazar

Merhaba

Bazen aklıma gerçekten çok parlak fikirler gelebiliyor. Bu fikirlerden benden başka kimsenin haberdar olmamasının büyük bir kayıp olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle parlak fikirlerimi bu mecradan - ilgilenen birileri bulabilirsem - paylaşmaya karar verdim.

Aklıma gelen bu parlak fikirleri kimliğimi açık ederek paylaşacak kadar medeni cesarete -henüz- sahip olamadığım için bir rumuz altında yayınlayarak kendimi daha rahat hissedeceğime karar verdim. Bu nedenle kendimden desindes adıyla bahsetmeyi uygun buldum.

Olur da eşinden dostundan aldığı tavsiye üzerine ya da bir tesadüf eseri bu sayfaya gelip okuyan birileri varsa sizlere desindes hakkında biraz bilgi vermek isterim.

Kendimi genelde şöyle tanımlarım: ne istediğini bilen, eğlenmeyi seven, şehirli, kariyer sahibi bir kadın.

Gerçekten de çoğunlukla ne istediğimi bilirim, maalesef en iyi ben bilirim, herhangi birinin bana bir şey dikte ettirmeye çalışmasına asla tahammüle edemem ve istediğim zaman (bazen de üzülerek istemediğim zamanlarda) bu özelliğimi çok açık bir şekilde ortaya koyarım.

Eğlenmeyi çok çok severim. Sevmeyen yoktur herhalde. Nasıl eğlenirim? Bir kere şarkı söylemeyi çok severim, ama benim şarkı söylememi benden başka seven yok maalesef. Annem, babam, kardeşim, ananem, eşim ve en yakın arkadaşlarım defalarca benim şarkı söylememin benden başka kimse için eğlenceli olmadığını açık bir şekilde ifade etmiştir. Olsun ben yine de severim. Hatta en büyük hayalim bir konser vermek. Ama öyle ufak bir mekanda, eşe dosta bir iki şarkı mırıldanmak falan değil, bildiğin stadyum konseri vermek istiyorum.

Şarkı söylemekten başka dans etmeyi de çok severim. Gagnam dansı ve kolbastıyı hala beceremiyorum, roman havasına biraz daha çalışmam lazım ama en büyük hayali stadyum konseri vermek olan birisini bu ufak teknik detayların durduramayacağını tahmin edersiniz. Yani kapı gıcırtsı duysam kalkıp eşlik ederim. 

Kendimi tanıtırken şehirli demiştim. İstanbul'da yaşıyorum. Tamam İstanbul'un trafiği herkesi olduğu gibi beni de bunaltıyor ama hiç bir zaman gidip bir sahil kasabasında çiçek böcek yetiştirirken hayal edemiyorum kendimi. Öyle köy hayatı, doğal yaşam, horoz sesiyle uyanmak gibi hayallerim yoktur. Belki ilerleyen zamanda olur, şimdilik böyle.

Son olarak da kariyer sahibi kısmına geldik. Öyle çok matah bir kariyerden bahsetmiyorum ama 15 seneye yaklaştım. Maalesef işim insanlık için faydalı şeyler yapamamı sağlayacak bir iş değil. Hatta sevdiğim bir arkadaşımın dilinden ifade edecek olsam durum şudur: kıyamet kopacak olsa kurtarılacak insanlar değiliz. Yaptığımız işin hiç bir katma değeri yok. Dünyaya bir göktaşı çarpıp yaşam sona erecek olsa, gelecekte yeni bir hayat kurmak için hiç kimse doktor, ziraatçi, mühendis, inşaat ustası, fırıncı, tarım işçisi gibi insanların birincil ihtiyaçlarını karşılayacak meslek mensupları yerine bizi kurtarmaz. Napalım, ben de dünyaya bir göktaşı çarpmaması ve kapitalist düzenin sürmesi için dua ediyorum her akşam yatmadan önce. Ekmek parası neticede.

Şu ana kadar henüz herhangi bir parlak fikir paylaşmadığımın farkındayım, ilk yazı tanışma maksadı taşıyordu. Şimdilik burada noktalıyorum, bir sonraki yazıda görüşmek üzere.