30 Aralık 2014 Salı

2014 bana neler verdi

Geçtiğimiz yılın sonunda yeni yıl dileğimi paylaşmıştım: 2014 herkese hak ettiği her şeyi versin.

Eyyyy 2014, peki bana neler verdin:

1) Daha önce görmediğim iki yeni yer gördüm: Roma ve Midilli. Hepsini de detaylı yazdım, üşenmeyin okuyun. İyi bir gezi rehberi olabilir.

2) Oryantiring'de birazcık da olsa aşama kaydettim, az ama olsun, gelişme gelişmedir.

3) Yeni bir meşgale edindim: yoga. Sol omuzumdaki tendon zedelenmesi nedeniyle hareketlerde istediğim performansı gösteremiyorum ama yine de deniyorum. Bir de bu yoganın felsefesi benim kafaya biraz ters gibi. Çok emin olamadım şimdi, belki bir şeyleri yanlış anlamış olabilirim. Neyse, devam edeceğim, bakalım göreceğiz neler olacak.

4) Tammmm 33 tane kitap okudum. Görgüm, bilgim, kültürüm arttı.

5) Aralarda tembellik yapsam da istikrarlı bir şekilde blog'uma devam ettim ve yeni takipçiler kazandım. Ama blog konusu ayrı bir yazı hak ediyor bence, daha detaylı yazacağım.

2014, bana bu kadar iyi davrandığın için sana çok teşekkür ederim.

Klasik yeni yıl dileğimle 2014'ü uğurluyorum: 2015 herkese hak ettiği her şeyi versin.

Beyimle ben yine bir gün tıngır mıngır sallanırken...

29 Aralık 2014 Pazartesi

İntikam tehlikeli bir sanattır...

...bu sanatın inceliklerini bilmiyorsan ölürsün.

Der Oğuz Sipahi.

Oğuz Sipahi kim mi? Şu meşhur isimsiz kahramanın yıllar önce akıl hocası, can yoldaşı olmuş, babalık yapmış ama sonra ne olmuşsa olmuş düşman bellemiş.

Elbette dersimiz Derviş Şentekin. Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi'nin devamı olan Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum. Benim için 2014'ün son kitabı oldu bu polisiye.


Hikaye tam olarak ilk kitabın bittiği yerden başlıyor. Tam aynı yerden. Ancak bölüm numaraları büyükten küçüğe gidiyor, yani 41, 40, 39... diye.

İlk sayfadaki bölüm numarası olarak 41'i görünce, birinci kitabın 40 bölümden oluştuğunu düşünüp "herhalde bölüm numaralandırması kaldığı yerden devam etmiş" diye düşündüm. Ancak okudukça fark ettim ki numaralar küçülerek gidiyor. Böyle şeyler kolay kolay kaçmaz gözümden. Kronolojik olarak geriye doğru giden bir hikayede çok anlamlı olabilecek bu numaralandırmanın bu kitaptaki öyküye bir değer kattığını düşünmüyorum.

Bu kitapta öncelikle baş kahramanımızın eskiden çok değer verdiği, babası yerine koyduğu Oğuz Abisi'ni neden düşman bellediğini anlıyoruz. İlk kitapta bu konu hakkında hiç bir ipucu yoktu.

O kötü adam yok mu o kötü adam. Böyle iki can dostunun bile aralarının bozulmasına neden olmuş. Yediği diğer nanelerden hiç bahsetmiyorum bile. Mafya, derin devlet, kaçakçılık, her tarakta bezi var şerefsizin.

Bir de bu kitapta yeni bir karakter hikayeye dahil oluyor: Burcu. Ben kendisini çok sevdim şahsen. Bir kere İzmirli. İzmirli herhangi birini sevmemek mümkün mü? Her şeyden önce İzmir'e olan saygımızdan ötürü severiz İzmirlileri.

İzmirli Burcu bir komiser. O da kötü adamın peşinde. Kötü adamı yakalamak için kendi kişisel sebepleri olan isimsiz kahraman ve Burcu Komiser'in yolları elbette kesişiyor ve iş birliği yapıyorlar. 

İsimsiz kahraman diyorum ancak biliyorsunuz ilk kitabı okuduktan sonra ben kendisine Nazif ismini uygun görmüştüm. I-ıh olmamış. İkinci kitapta anladım ki kahramanımız aslında genç, yani daha yeni bir ismi olabilir, bu nedenle bu kitabı okuduktan sonra kendisine başka bir ismi uygun gördüm: Tunç.

Yine de çok emin olamıyorum, bir üçüncü kitap olsa fikrimi değiştirebilirim gibi geliyor.

22 Aralık 2014 Pazartesi

Sıfır aldım ama bir sor niye

Uzun süredir bahsetmiyorum ama oryantiring maceralarım devam ediyor.

Bir kaç haftadır yükselme trendine giren performansım bu hafta dibi gördü. Sıfır çektim. Mecazi anlamda değil somut olarak 0 (yazıyla sıfır) hedef buldum.

İlk denememde bile bu kadar kötü bir sonuç elde etmemiştim. Kaybolduğum gün bile kaybolmadan önce bir kaç hedef bulmuştum. Yani bu kadar kötüsü hiç olmamıştı.

Yaklaşık 2 saat dolanıp kocccca bir hiç elde ettikten sonra atladım arabaya kös kös eve dönüyorum. Dönerken de başarısızlığım sebeplerini düşünmeye başladım. Öyle derin, öyle derin düşünmüşüm ki, köprü çıkışını kaçırıp Edirne'ye doğru yol almaya başlamışım.

Şükürler olsun ki, sapağı geçtiğimi erken fark edip hemen ilk çıkıştan kendimi attım da eve varabildim.

Yaaa şimdi yazınca fark ettim, kendime çok yanlış bir hobi seçmişim. Bir milyon tane tabelanın olduğu TEM'de bile yolumu kaybetmeyi başarıyorum, oryantiring benim neyime.

Neyse, böyle negatif şeylere takılmayacağım, yeterli sabır ve konsantrasyonla gitmek istediğim her yere gidebilirim. Bugüne kadar gittim, bundan sonra da gideceğim!

Böyle duygusal gel gitler arasında savrulurken bu yazıyı asıl yazma amacım kaynayıp gidecek. Bu hafta oryantiring'de sıfır çekmemin sebeplerini düşünüyordum ya, hah oraya geri dönüyorum.

İki sebep buldum. Sonra biraz daha düşündüm, "neden bunu blog'da yazmıyorum ki?" dedim. Böylece kendime koyduğum hedefleri gerçekleştirmem konusunda beni her zaman takdir eden ve blog'da bu içerikte yazmamı isteyen arkadaşlarımın da sözünü dinlemiş olurum dedim. (not 1: deli miyim neyim, sürekli kendimle konuşup duruyorum. not 2: hamarat sarışınla hamarat kumrala selam olsun)

Sebepler diyordum.

İlk hatam: haritayı elime aldım 15 hedef var. 15! Bugüne kadar en iyi performansımda 13 hedef bulmuştum, onu da ucu ucuna becermiştim. 15'i görünce ağzımdan ilk çıkan: "ben bu kadar hedefi bulamam ki" oldu.

Ne kadarrrr yanlış, oysa olaya şöyle baksam ya: "hımmm çok hedef var, muhtemelen tüm süreyi kullanmak zorunda kalacağım, ama deneyebilirim, en azından 10 tanesini kesin bulurum, şansım da yardım ederse 15'i tamamlarım"

Ama ben ne yaptım, daha başlamadan kendimi yapamayacağıma ikna ettim. Ben ettim siz etmeyin, hiç bir konuda kendinizi yapamam diye şartlandırmayın.

İkinci hatam: kendimi tanımıyorum. Ben mesela 100 metreyi kaç adımda kat ettiğimi bilmiyorum. Dolayısıyla başlıyorum koşmaya ama kaç metre gittim hiç bir fikrim yok.

Zaten bende "göz var izan var" da yok. Mesela bir kişiye bakıp imkanı yok boyunu kilosunu tahmin edemem. Allah korusun, bir suça şahit olsam, zanlıyı tarif et deseler dut yemiş bülbül gibi kalakalıp adalet sistemini çökertebilirim. Benim 1.50 boylarında 60 kg civarlarında diye tarif ettiğim kişi Adirana Lima çıkabilir, o kadar yani.

Bunu oryantiring'e, oradan da değerli bir hayat dersine nasıl bağlayacağım peki? Şöyle: kendinizi bir şeyleri yapabileceğinize inandırırken akıllı olun. Yola çıkmadan önce sınırlarınızı, kapasitenizi, yeteneklerinizi ölçün biçin tartın. Yoksa benim gibi Allah ne verdiyse diye haldır haldır koşmaya başlarsanız dört dönüp bir tane bile hedef bulamadan yorulduğunuzla kalırsınız.

İşte böyle, daha önceden dediğim gibi oryantiring oyun değil hayat dersi. Tabi benim de payım var bunda, öyle boş boş bir işler yapmıyorum. Ne yaparsam yapayım sürekli bir kendimi geliştirme çabası içinde helak oldum valla. Hayrını görün.

17 Aralık 2014 Çarşamba

Yıllık geleneksel vize serzenişlerim

Yine aylardan aralık, yine bir vize kabusu mevsimi.

Yıllık geleneksel fotoğraf kabusumu elbette ifa ettim. Ama artık durumu kabullendim. Fotojenik değilim diye geçiştiriyorum fakat buradan beyime bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Adam beni herrrrr sabah o suratla görüyor yahu, yine de gık demiyor. Canım benim.

Neyse evrakları tamamladım, tur şirketine yolladım.

Türk vatandaşlarına vizesiz seyahat hakkı tanıyan 100 tane falan ülke vardır herhalde. Mesela Muz Cumhuriyeti'ne elimi kolumu sallayarak girebilirim. Ama sene olacak 2015 ama densiz Evropa ülkeleri haaaalaaaa vize talep ediyor.

İşte Fransa buyurmuş, "her kim ki benden vize isteye, parmak izi alına". Halbuki benim evraklara bir göz atsalar görecekler ki bu hatun kişisinden kaçak falan olmaz, döner dolaşır kürkçü dükkanına gelir. Lakin ne çare ki gidecez parmak izini verecez.

Tur şirketi dedi ki biz sizin adınıza randevu alacağız. Özellikle rica ettim: "randevu zamanını netleştirmeden önce lütfen karşılıklı teyitleşelim". E kendi çapımda möhim bir kişiyim, vaktim değerli.

Bence ben çok mühimim de, aslında işler bu ara yoğun olduğundan iyi bir planlama yapmam gerekiyor. Hele önceden belirlenmiş bir toplantıyla falan denk gelmemesi gerek bu randevunun.

Sanki ben bunu söylememişim gibi, tak bir mail: "şu gün şu saate randevunuzu aldık, bık bık, vık vık"

Hemmmmen mail attım: "olmezzzzzz, bana uygun gün ve saatler şunlar, lütfen bunlardan birine göre ayarlama yapın", el cevap: "yılbaşı için yoğunluk var, sizin tarihiniz şubatta, o zaman randevunuzu yılbaşından sonraya bırakalım mı?"

Bana dese ki "sizin istediğiniz tarihler müsait değil ancak şunlar var uygun, bunlardan birini seçin" elbette seçeceğim ancak resmen beni başından savmaya çalışıyor.

Biiiiiiiiiiir: Kimse beni başından savamaz.

İkiiiiiiiiiii: TDK'nın "randevu" kelimesi için verdiği tanıma bakalım: belli bir saatte, belli bir yerde iki veya daha çok kişi arasında kararlaştırılan buluşma. "Kararlaştırılan" kısmına dikkat çekmek istiyorum. Yani siz bana şu gün şu saat diyince onun adı randevu olmuyor. Ne oluyor peki? Belki emrivaki ki ben emrivakilerden hiç hoşlanmam.

Üüüüüüüç: Şubatta gidiyor olabilirim ama vizeyi şimdi almak istiyorum. Ben öyle "yumurta kapıya dayanıncagillerden" olamam. En başta diyin ki şubat turlarının vize başvurularını ocakta yapıyoruz, haaa derim malzeme bu. Ama bir haftada her şeyi bitiririz diyip sonra yan çizmeyin. Evet gıcık olabilirim ama bu tip amatörlüklerden hiç hoşlanmam.

Döööööört: Arkadaşım ben takıntılı bir insanım. Kafamda sürekli bir yapılacaklar listesi. Akıl sağlığımı korumak için o listeyi boşaltmam gerek. Yoksa balataları yakabilirim kolayca. Zaten listeye sürekli yenileri ekleniyor, benim de bir kapasitem var.

Neyse bakalım göreceğiz tur şirketiyle mücadelemiz nasıl sonuçlanacak. Daha salon kadını çizgimi terk etmedim, henüz tüm kozlarımı oynamadım. Ama işler zorlaşırsa ben de zorlaşabilirim.

15 Aralık 2014 Pazartesi

Google'da Çalışacak Kadar Akıllı Mısınız Bakalım

Baştan söyliim ben değilmişim.

Yıkıldım mı? Hayır. Tamam tamam, biraz üzülmüş olabilirim.

Durup dururken Google meselesi nereden çıktı diye merak edenleri daha fazla bekletmeyeyim, okuduğum kitaptan.


Willian Poundstone, 2003 yılında Microsoft şirketinin mülakatlarında sorulan bilmece türü sorulardan derlediği kitabın devamı denebilecek Google'da Çalışacak Kadar Akıllı Mısınız? kitabında yine benzer soruları ele almış.

Kitabın adını görünce, tamam dedim tam benlik. Siz buna gaza gelmek diyebilirsiniz, ben meydan okumalardan hoşlanıyorum diyorum.

Heyecanla okumaya başladım ve gördüm ki Google benim kalemim değilmiş.

Mesela kitapta şöyle bir soru var: "A noktasından B noktasına gitmeniz gerekiyor. Oraya gidip gidemeyeceğinizi bilmiyorsunuz. Ne yaparsınız?" Bunu okuyunca hemen aklımdan şunlar geçmeye başladı: "A noktasıyla problemin ne ki, otur oturduğun yerde, gidip gidemeyeceğini bile bilmiyorsun üstelik, deli misin nesin?" Hatta daha ileri gidip "Yeni bir ülke bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir." diyerekten Kavafis'e bile bağladım.

Halbuki, bu soruyu duyunca aklıma "bir ağın aranmasına ilişkin problem" gelmeliymiş. Peh! Aklıma Polat Alemdar bile gelirdi de ağ gelmezdi, gelmedi.

Bazı yerleri okurken çok zorlansam da genel olarak eğlendim. Gray kodu diye bir şey öğrendim. Ondan sonracığıma Enrico Fermi isimli bir fizikçiyle müşerref oldum. 20. yy'ın başlarında yaşamış olan İtalyan bilim adamı "fizik doktorasına sahip herkesin neredeyse her konuda tahmin yürütebilecek yeteneğe sahip olması gerektiğine" inanırmış.

Bu mühendislerin ben her şeyi bilirim, bilemezsem de uydururum düşüncesinin temeli teeeee Fermi'lere kadar dayanıyormuş demek.

Bir an bu kitapta yer alan soruları cevaplayabilecek, yanıt bulmak için orijinal fikirler üretebilecek insanlarla çevrili bir ortamda çalıştığınızı düşünsenize. Bir taraftan çok zorlayıcı diğer yandan da çok doyurucu bir deneyim olacağından eminim.

Buradan da çalıştığı şirketleri Google'la falan karşılaştırıp sürekli "ay Google'da dolaplar dolusu yiyecek varmış, istediğin zaman gidip istediğin kadar yiyomuşsun" diye bık bıklanan güruha da seslenmek istiyorum. Sen önce bu kitabı oku, adamların işe girebilmek için yanıtladığı sorulardan sadece biri hakkında mantıklı bir akıl yürüt, ondan sonra boş ver dolabı falan gel canımı ye.

Ekmek köfte meselesi.

Bak acıktım şimdi...

14 Aralık 2014 Pazar

Ebegümeci yemeği sallım

Pazarda gezmesini, meyvemi sebzemi hem gözümle hem elimle seçmesini severim. Bu konuda da şanslıyım, genelde oturduğum evlerin yakınında pazar kurulmuştur İstanbul'a taşındığımdan beri.

Ben de zaman oldukça pazara giderim. Maalesef sebzenin, meyvenin iyisini seçmekte pek başarılı değilim. Genelde kazıklanırım. Babam mesela bu konuda çok başarılıdır, en iyisini seçer hep. Ben de kendisinden ders almaya çalışırım ama balık hafızam işin püf noktalarını pek çabuk unutuverir.

Bu nedenle meyve sebze seçimini ilişki yönetimiyle halletmeye çalışırım. Şöyle ki, bir kaç tezgah gözüme kestirir, alışverişimi sürekli buradan yaparım. Adamlar beni unutmasın, artık bir hukukumuz oldu, kazıklamayalım bari desinler diye de her hafta sohbet muhabbet. İşe yarıyor mu derseniz, eh işte derim.

Her ne kadar bir kaç tezgahı belirlemiş olsam da, mümkün olduğunca gezer, farklı tezgahlara bakarım, belki farklı bir şeyler görürüm umuduyla. Malum kış da gelince pırasa, ıspanak, karnabahar, brokoli; dön dolaş yine aynı yine aynı. Biraz farklı sebze istiyor bünye.

İşte bu hafta da rutin pazar teftişimi yaparken bir de ne göreyim! Ebegümeci. Aşağıdaki güzeller bir tezgahtan melun melun bana bakmasınlar mı?

Baksınlar. Ben onları hemmmen almaz mıyım? Alırım. İstanbul'a geldiğimden beri ilk defa bir demet ebegümeciyle karşılaşmışım, öylece yanından geçip gidemezdim.

İlişki yönetimi stratejim kapsamında hemen muhabbete başladım. Şile'nin bir köyünden geliyormuş, kendi bahçelerinde yetiştiriyorlarmış çeşitli yeşillikler pazı, pırasa, kara lahana, ebegümeci. Zaten küçücük bir tezgah, her hafta geliyormuş, tamam dedim, ben de artık her hafta gelirim.

Aldım otlarımı, eve koştum. Annem çok güzel yapar bunun yemeğini, bizim oralarda sallım denir. Annemi aradım, tarifi aldım, kolları sıvadım.

Öncelikle otların körpe olmayan kısımlarını ayırmak gerekiyormuş. Hem yaprakları hem sapları. Zaten bende var bir damlacık ebegümeci, körpesi kartı uğraşamam diyerek hepsini bir güzel yıkadım. Saplarını yaklaşık 2 parmak aşağısından kestim kalanlarını yemekte kullanmak üzere ayırdım.

Çok ince olmayacak şekilde yaprakları doğradım. Çok ince olmayacak derken, iri yaprakları ikiye böldüm; daha küçük olanları olduğu gibi kullandım. Sapları da 4-5 cm uzunluğunda doğradım.

Bundan sonrasında klasik yağ soğan harcına bolca sarımsak ekleyip (ben yukarıdaki demet için 4 iri diş kullandım) yarım yemek kaşığı salçayla kavurup ebegümecini ekledim. Bu şekilde de kavurduktan sonra üstünü geçecek kadar suyunu ve tuz ekleyip pişmeye bıraktım.

Kaynamaya başladıktan sonra 1-2 tıkırdatıp (bu annemin lafıdır) altını kapattım. İşte sallım yemeğimiz hazır.

Fotoda da görüleceği üzere benim yemeğim biraz susuz oldu. Aslında biraz da sulu yapıp çorba olarak tüketebilirsiniz. Asıl lezzetini arttıran ise yerken üzerine dökeceğiniz bir kaşık kadar sirke oluyor.

Afiyet olsun.

10 Aralık 2014 Çarşamba

Feysbuk, Hababam Sınıfı, Recep İvedik falan...

Daha önce sosyal medyayı ne kadar sevdiğimden bahsetmiştim. Hele feysbuk sevilmeyecek şey mi yahu. Çevrenizdeki insanların belki de hiç tanık olmayacağınız yönlerini feysbuktan görüyorsunuz.

Mesela iş yerindeki sıkıcı toplantılarda canınızı çıkartmaya ant içmiş gibi görünen adamın aslında sevimli bir bisiklet sürücüsü olduğunu feysbuk olmasa nasıl öğreneceksiniz? Ya da her zaman asık suratlı gördüğünü kadının iş eğlenceye gelince "dibini görmeyen sevdiğini görmesin" felsefesine sıkı sıkı bağlı olduğunu feysbuk olmadan bilmeniz imkansız.

Kimin zekice espiriler patlatıp kimin boş teneke gibi tıngırdadığını da bizzat feysbukta tespit edebilirsiniz.

Hayır efendim, feysbuk hissedarı falan değilim, siz daha fazla tıkladıkça ben para kazanmayacağım. Benimki samimi duygular.

İşte bu çok sevdiğim feysbuk sayesinde geçen hafta tanıdığım birinin lise buluşması fotolarını gördüm. Bilmem ne lisesinin mezunları ben diyeyim 25 yıl, siz diyin 30 yıl sonra yeniden bir araya gelmişler. Bu buluşma da yerel gazeteye haber olmuş, işte bu haberin görsellerini gördüm feysbukta.

Katılımcılardan "duygu ve düşüncelerini" almışlar. "Bizim sınıf çok farklıydı, tıpkı Hababam Sınıfı gibiydik, çok haşarıydık, öğretmenlerimiz illallah demişti..." minvalinde açıklamalar.

İşte bu yazıyı klavyeye dökme sebebim...

Hababam Sınıfı 1975 yapımı bir film. Yani tam tamına 40 senelik. Maşallah. 40 sene sonra bile öğrencilik yıllarını anlatmak isteyenler için "zeki ama haşarı, iyi kalpli, güçlü arkadaşlık bağları" konularında rakipsiz tek benzetme.

Bazı şeylerin değişmemesi çok güzel, bazı şeylerin değişmesi ise o kadar kötü.

Mesela ne değişti? Burada geçtiğimiz günlerde duyduğum bir toplumsal analize bağlanmak istiyorum: "Eskiden İnek Şaban'a gülerdik, şimdi Recep İvedik var. İkisi de cahil ama İnek Şaban saftı, iyi niyetliydi, samimiydi; Recep İvedik ise kaba saba, nobran."

İşte bu toplumsal dönüşüm kötü. Düşünsenize, adam geğiriyor, osuruyor, küfrediyor, vuruyor, kırıyor ve kitleler bundan zevk alıyor. Gerisi malum hikaye.

Eğitim şart. Her okula en az bir Hababam Sınıfı şart.

görsel wikipedia'dan

9 Aralık 2014 Salı

Evimiz Can'landı

Hafta sonu İzmir' de ağır misafirlerimiz vardı. Cuma akşamı intikal ettiler, sonra bir gözümüz açtık, pazartesi sabahı işe gidiyoruz. Rüzgar gibi geçti yani.

Şeref konuğumuz elbette Can'dı.

Yaklaşık 26 aylık olan yeğenim, kardeşimden öğrendiğim kadarıyla 2 yaş olmanın tüm gerekliliklerini itinayla yerine getiriyor.

Mesela bu yaş grubu çocuklar bağımsızlığı öğrenirmiş. Bizimki de öğrenmiş. Yolda yürürken elini tutmak ne mümkün, kafasına göre takılıyor beyefendi.

Sevmediği bir kıyafeti zinhar giymiyor, sevdiklerini ise keyifle giyip bir de çevreye gösteriyor "baaaak" diyerekten.

Bol bol şarkı söylüyor, bağıra çağıra. Kendi sesini tanıyormuş. Bence bu genetik olabilir, zira teyzesi bu yaşına geldi hala sesini tanımaya çalışıyor aynı yöntemle.

Şarkı söylemek dışında enstrüman çalmaya da çok meraklı. Eline iki tane kalem, çubuk, sopa buldu mu başlıyor bateri çalmaya. Vurmalılarda oldukça iyi olsa da asıl uzmanlık alanı üflemeli çalgılar. Yakında yaylılarda da rüştünü ispat edip tek kişilik orkestra olarak konserlere başlamasını bekliyoruz.

Konuşması da her gördüğümüzde daha zenginleşiyor. İşte yeni kelimeler, fazlası da var ama not alabildiklerim bunlar:

Bididi: bisiklet
Abala: araba
Abidi: ayakkabı
Tabun: kamyon
But: çorap, ne alaka kimse bilmiyor
Bodudu: Bir şey çalışmıyorsa "bozulmuştur"
Bi: Video

iş yapıyormuş

2 Aralık 2014 Salı

Farkındalık yaratmak

Benim bu blog dünyasına girişim biraz geç oldu maalesef. Şöyle 10 sene önce falan bu işlere girişmiş olsaydım belki bugün sinemalarda sevgili @PuCCa yerine benim hayatımı izliyor olurdunuz.

Kısmet diilmiş, napalım.

Blog dünyasına geç girdim ama çok sevdim. Listemde takip ettiğim, otomobilden yemek tarifine, seyahatten anneliğe kadar çeşitli konularda yazan bir sürü blogger var. Her birini okurken gülüyorum, öğreniyorum, eğleniyorum ve kıskanıyorum.

Evet, kıskanıyorum. Iyyyy iğrenç kıskanç bir insanım, napalım Allah beni böyle yaratmış.

En çok kimi kıskanıyorum biliyor musunuz? Anneleri. Ama hepsini değil, bazılarını.

Ay hayır, anne olmak için kıskanmıyorum. Yaşam tarzlarından dolayı kıskanıyorum.

Bir anne profili var blog aleminde. Çocuk sahibi olduktan sonra profesyonel yaşamı bir kenara itmiş, çalışmaya ihtiyacı da yok, kendisini ailesine adamış, artık çocuklar biraz büyüdüğü için yavaş yavaş bir şeyler yapma arzusuyla hobi olarak ya da iş olarak blog yazmaya başlamış anneler.

Haliyle annelik, çocuk bakımı gibi konularda yazıyorlar. Sevenleri, takipçileri, ait oldukları sosyal grupları var. Birbirlerini destekliyor, birlikte hareket ediyorlar. Düzenledikleri buluşmalarla, sadece sanal dünyada değil gerçek hayatta da ilişkilerini sürdürüyorlar.

İşte ben bu annelerin bloglarını, instagram hesaplarını, twitlerini takip ediyorum.

Şimdi şu sahneyi hayal edin, akşam işten çıkmış, iğrenç İstanbul trafiğinde evime ulaşmaya çalışıyorum. Karnım aç, kafam şişmiş. Telefonumu çıkartıp sosyal medyada neler olmuş yakalamaya çalışıyorum.

O da ne! İnstagram'da bir grup bakımlı, hoş kadın, yüzlerinde en güzel gülümsemeleri ile arz-ı endam eylemiş. Niye peki, ben bütüüüün gün debelenirken, onlar "aralarından birinin x projesi için farkındalık yaratmak üzere düzenlenen kahvaltı etkinliğinde" buluşmuşlar.

Ben kıskanmayayım da ne yapayım a dostlar! Ben de farkındalık yaratmak istiyorum.

30 Kasım 2014 Pazar

Dolu düşün boş konuş

Geçtiğimiz perşembe akşamı tarihe geçmeli. Zira beyimden "cumartesi akşamı tiyatroya gidelim" önerisi geldi.

Yanlış anlaşılmasın, beyimle ben her ne kadar birer kültür mantarı olmasak da (mantar olsak benden yabani mantar olur, o ayrı) tiyatro, konser, sergi gibi kültürel aktivitelere o kadar da uzak durmamaya çalışırız. Lakin, organizasyon, bilet alımı, plan, program işlerine ben bakarım, beyim sadece "bulunur". Her konuda olduğu gibi bu konuda da iyi bir "bulunucu" dur kendisi.

Bu sefer teklif kendisinden geldi ama oyun seçme, bilet alma gibi işlerle ben ilgilendim. Olsun, insanlık için küçük, beyim için büyük bir adım neticede, kendisini takdir ediyorum.

Bu senenin sezonunu bu yıl 15. senesini kutlayan Oyun Atölyesi'nin Dolu Düşün Boş Konuş oyunu ile açtık. Karakterlerimiz evli bir çift olan Frank ve Donna, Donna'nın annesi, Frank'in iş arkadaşı Henry ve Frank'in müşterisi George.

buyrun size oyunun kimlik kartı, üstelik aralık programıyla

Oyun; beğenilmeme, kabul görmeme korkularımız, yetersizlik duygularımız ve nefret hislerimiz nedeniyle taktığımız maskeleri gözler önüne seren bir komedi. Aman çok dramatikleştirdim, sanki bilmediğimiz bir şey; ağzımızla söylediklerimiz ve aslında aklımızdan geçenler meselesi.

Biraz keyfimiz gelsin diye komedi seçmiştim ancak bu oyundaki komedi bizi hayal kırıklığına uğrattı. Komediden ziyade kaba güldürü diyeceğim. Maalesef ince esprilerden yoksun olan metinde, komedi unsuru daha ziyade küfürlere dayandırılmış. Zaten biletler de +16 ibaresi ile satılıyor.

"Iyyyy şuna bak küfür etti, terbiyesiz, ne ayıp" çizgisinde steril bir insan değilim, yeri geldi mi hak edene kallavi bir küfür de sallarım, yerine de iyi yakışır. Lakin, bu oyunda kullanılan küfürler eğreti durmuş, komediyi ucuzlaştırmış.

Komedi konusu  beklentimizi karşılamasa da oyunculukları hayranlıkla izledik. Gerçekten her biri rolünün hakkını fazlasıyla vermiş. Ancak yine de "yaşlı anne" rolünün neden genç bir erkek oyuncu tarafından canlandırıldığını anlamadım. Bunun dışında ben özellikle, oyuncuların akıllarından geçenleri oynadıkları sahnelerdeki oyunculuklarına bayıldım. Bu sahnelerde, "gerçekte aklından neler geçtiğini" anlatacak kişi dışında herkes donup kalıyor ve konuşan oyuncuların her biri tabir-i caizse döktürüyor.

Kendim kadı kızı olduğum için, yönetmenlik konusunda da iki çift laf etmesem çatlarım. Oyunun genelinde bir "gürültü" hakim, karakterler çok bağırıyor. Özellikle ilk perdede, Frank'in gırtlağını yırtarcasına bağırması çok rahatsız ediciydi.

Bir de dekora değinmeden geçemeyeceğim. Oldukça sade bir dekor var ancak yatak sahnesinde ayakta durmalarına rağmen yatıyormuş gibi görünmelerine ve yatak başı lambalarına bayıldım. Her ikisi de çok başarılı fikir ve uygulamalar olmuş.

Sonuç olarak, herkesin kendinden bir şeyler bulacağı bir metinle karşı karşıyayız. Her gün, kimlere neler söylediğinizi ve aslında neler söylemek istediğinizi bir düşünsenizse.

Benim en çok kendimi bulduğum sahne ise Henry'nin vereceği yemek davetiyle ilgili endişelerini anlattığı sahneydi: yemek salonda mı yensin, mutfakta mı, peki içkiler nerede içilecek, salondaki masa mutfağa taşınırsa müzik seti ne olacak, ikinci bir müzik seti mi alınsa acaba, salonda müzik seti var ama servis için sürekli mutfağa mı gidecek, yemekten sonra masayı ne yapacak...

Bu ve milyonlarca soru sürekli benim kafada pır pır, hem de sadece akşam yemeği değil, her konuda.

Kişisel takıntılarımı bir yana bırakayım, iyi oyunculuklar için bu oyun izleyin diye önereyim ve burada keseyim. Tiyatroyu ihmal etmeyin.

27 Kasım 2014 Perşembe

Fikri takip

Bayram tatili dönüşü bir hışım emniyet şeridi ihlalcilerini ve benim kendilerinin ceza alabilmesi için çaresiz çırpınışlarımı yazmıştım. Bu girişimimin sonucu hakkında da bilgi vermeyi atlamışım. Halbuki, bir işi takip etme, sonuçlandırma en önemli özelliklerimdendir, övünmek gibi olmasın. Buna takıntı diyenlerin kalbini fena kırarım.

Neyse efendim, o kadar çırpındım, çırpındım, çırpındım ve sonuç: koca bir hiç.

Hiç diyip haksızlık etmeyeyim. Emniyet Müdürlüğü benim bildirimimi ciddiye alıp yanıt yollamış.

El cevap: fotoğraflı ihbarlara hiç bir işlem yapılamıyormuş, ama duyarlılığım için teşekkür etmişler.

(Bu arada duyarlılığım için bana teşekkür edenlerin listesi hayli uzun: İstanbul İtfaiyesi, 155 polis imdattaki görevli memur, İgdaş, belediyenin emlak servisi ilk aklıma gelenler. Hepsinin hikayesi ayrı, belki bir gün yazarım, siz de eğlenirsiniz)

Gelen yanıt aşağıda. Hassas bilgileri gizlediğim için kusuruma bakmayınız.


Tamam, fotoğraflı ihbarlara yasal işlem yapılamamasını anlıyorum ama BİR ŞEY YAPILMALI!

İşte bu memlekette kim ne yaparsa yapsın yanına kar kaldığı için her şeyler yapılmaya devam ediliyor. Trafik kuralı da ihlal ediliyor, hırsızlık da yapılıyor, vergi de kaçırılıyor, cinayet de işleniyor...

Halbuki bunlardan bir kaç tanesini Taksim meydanında sallandıracaksın, bak bir daha aynı suçu işleyebiliyorlar mı.

Bir gün yetkili biri olursam, kafamda hayata geçmeyi bekleyen acaip procelerim var. Şu kadarını söyliim Allah sizi benden korusun.

25 Kasım 2014 Salı

İsimsiz Kahraman

Acaip bir teorim var: birileri bizim hem başarılı hem mutlu olmamızı istemiyor. Subliminal mesajlarla başarı ve mutluluk arasında seçim yapmaya zorlanıyoruz. Kim tarafından mı? Henüz bilmiyorum, uzaylılar olabilir.

Yoksa neden okuduğumuz kitaplarda, izlediğimiz filmlerde/dizilerde mesleğinde başarılı karakterlerin hepsi hayata küsmüş ya da takıntılı ya da asosyal olsun ki? Kim mi bunlar? Mesela depresif Dr House (ki kendisi adamımdır, idolümdür), takıntılı Brenda Leigh Johnson, asosyal Clark Kent, yaşama sevincini yitirmiş Başkomser Nevzat bir solukta aklıma gelen kahramanlarım.

Mesleklerini icra ederken çok çok başarılı olan bu zat-ı muhteremler, iş özel hayatlarına gelince sınıfta kalıyor. İşte bu kahramanlar kervanına katılan yeni bir karakterle tanıştım. Tanıştım diyorum ama adını da bilmiyorum, zira bütün kitap boyunca ismi hiç anılmıyor. İsimsiz kahraman.

Kitabımız Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi, yazar Derviş Şentürk. 


Kahramanımız öğrencilik yıllarında satranç şampiyonu olmuş, bu başarısıyla dikkat çekerek Emniyet İstihbarat'ta çalışmaya başlamış, ancak kitabın sonuna kadar öğrenemediğimiz bir nedenle görevinden atılmış.

Elbette dertler birer birer gelmez, teşkilattan şutlandığı yetmezmiş gibi bir de karısı tarafından terk edilmiş. Yarenlik ettiği tek bir dostu var, emekli gazeteci Cengiz, bir de çok düşkün olduğu kızı. Başka da kalıcı kimse yok hayatında. Varmış da yok olmuş.

Kitabın adı, kahramanımızın isteksizce araştırmayı kabul ettiği bir kayıp vakasından geliyor. Bu vakanın araştırılmasını da geçmişe gidip gelişlerle okuyoruz. Bu sayede hem kahramanımızın hikayesini öğreniyor hem de derin devlet geçmişine ufak bir yolculuk yapıyoruz.

Kahramanımızla Başkomser Nevzat arasındaki benzerlikler dikkat çekici. Daha dikkat çekici olansa yazarın kitabın bir bölümünde kahramanın agzindan Nevzat Komserimden övgü ve saygıyla bahsetmesi. Bu övgülerden Behzat Ç de nasibini almış. Bundan çok hoşlandım ve bu nedenle yazar Derviş Şentekin'e büyük bir sempati duydum. 

Kitap boyunca kahramanımızın adının hiç anılmamasını yazarın biz okuyucuları hikayeye bir nebze olsun katkıda bulunmaya çağıran bir davet olarak algılamıştım ama yanılmışım, daha derin anlamları varmış. Olsun, ben buradan sayın Derviş Şentekin'e sesleniyorum. Bence kahramanımızın adı Nazif olmalı.

Kitabı okuduktan sonra gelenekselleşmiş araştırmamı yaparken de yazarın şuradaki röportajına denk geldim. Kitabı, hikayede yer alan göndermeleri buyrun bir de Derviş Şentekin'in ağzından okuyun.

23 Kasım 2014 Pazar

2. İstanbul Tasarım Bienali

İnsanın burnunu dahi evden çıkartmak istemediği soğuk ve yağışlı günler geldi çattı. Buna rağmen dün 2,5 saatlik uzuuuuuun bir yolculuğu da göze alarak, bu yıl ikincisi düzenlenen Tasarım Bienali'ne gittim. Yola çıktığımda 2,5 saat süreceğini bilsem gider miydim bilmiyorum ama.

Bienal, Karaköy'de Eski Rum Okulu binasında. Burayı bulmak çok da kolay olmadı benim için, o nedenle gitmek isteyenler varsa tarif edeyim ki boşuna dolanıp durmayın.

Efendim, Eski Rum Okulu, Karaköy'de tramvayın geçtiği cadde üzerinde yer alıyor. Ancak o cadde uzuuuuun bir cadde olduğundan benim gibi bir ileri bir geri yapmayınız. Binayı, Tophane'deki nargilecilerin önünden, Eminönü istikametine doğru ilerlediğinizde hemen sağ tarafta, yol üzerinde göreceksiniz. Ben, "ileride bir Rum okulu var" diyerek beni Santral İstanbul'a yollayan midyeciyle, "bugün de herkes bu okulu soruyor, emanetçiyim ben, bugün ilk defa geldim buraya, bilmiyorum" diye çemkiren otopark görevlisinin kurbanı oldum, siz olmayın.

Maalesef bir sanatçı derinliğine, entelektüel birikimine sahip değilim. Bu nedenle bu yazıyı, bienalle ilgili derinlikli ve anlamlı eleştiriler bulma umuduyla okuyanlar yukarıdaki tarifi de okuduklarına göre ayrılabilirler. Alınmam, buradan sonra okuyacaklarınız sizi tatmin etmeyecektir.

Gerçekten, hayatta en fazla eksikliğini hissettiğim konuların başında sanatla ilişkim gelir. Böyle olmamayı dilerdim, samimiyetle söylüyorum. Resim, heykel, müzik, çağdaş sanat eserleri konularının en az birinde derinlikli bilgim, rafine bir zevkim, bir birikimim olsun isterdim. Olmadı.

Yine de mümkün olduğunca fırsat yaratıp sergi görmeye çalışıyorum. En azından başkalarının bu dünyayı nasıl algıladığını anlamaya çalışıyorum. Kesinlikle benim gibi değil!

Yukarıdaki açıklamalardan sonra gönül rahatlığıyla itiraf edebilirim ki "Gelecek Artık Eskisi Gibi Değil" temasıyla düzenlenen bienaldeki projelerin pek çoğundaki mesaj bana iletilemedi. Alıcı ayarlarından kaynaklı.

Ancak beğendiğim 3 projeyi paylaşmak isterim:

Nasalo Sözlük
Wikipediden öğrendiğim kadarıyla "Norveçli bir sanatçı, koku araştırmacısı ve profesör" olan Sissel Tolaas'ın kokuları somutlaştırmak amacıyla icat ettiği bir sözlük. Bir kokuyu tarif etmek için "... gibi kokuyor" ifadesini kullanırız ya, Tolaas bu "... gibi" yi ortadan kaldıran ve kokuların "iyi" "kötü" gibi öznel ifadeler yerine nesnel bir şekilde tanımlanmasını sağlayan bir sözlük tasarlamış.

Mesela "ıyyy sirke gibi kokuyor" dediğimde zihninizde ne canlanıyor bilmem ama Tolaas sirke ve buna benzer ekşi kokuların adını "skuto" koymuş, ya da çimen kokusunun adı "isj". 

Gerçekten ilginç bir proje.

Şekerleme Odası
Alman mimar-sanatçı Jürgen Mayer H.'nin insanların dilediği yerde, dilediği kadar uyuyabilmesini sağlamak üzere şeker gibi bir uyku odası tasarlamış. Oda gerçekten şeker gibi, her şey pembe. Odadaki ses bile pembe - ymiş. Pembe gürültü. (Bu pembe gürültü konusunda bilgi almak isterseniz buraya bir tık)

Birazcık keyfine düşkün herkes, bu projeyi neden beğendiğimi anlayacaktır. Hatta, böyle odaların gelecekte norm halini alması için tek kolunu verecek insanlar tanıyorum.

Sporbilgisayarı
En beğendiğim proje bu oldu. "Yaşamımı sürdürmek için çalışmak zorundayım ama çalıştığım için istediğim yaşama vakit ayıramıyorum" açmazına düştüğümden midir acaba? Evet.

Modern dünyamızın hediyesi iş/özel hayat dengesini sorgulatan bir proje. Kum torbaları olarak dizayn edilmiş klavye ile, bilgisayar başında çalışmak için spor yapmak zorunda olmanın muzipliğine bayıldım. Gelecekte ofis işleri aynı zamanda stres terapileri mi olacak dersiniz?


20 Kasım 2014 Perşembe

Kırmızı Pazartesi

Bu yazıyı okumaya başlamadan önce hep beraber deriiiiiin bir nefes alıyoruz ve nefesimizi bırakırken bana kocamaaaaaan bir "tüüüüh sana" diyoruz.

Neden mi? Çünkü hak ettim, çünkü ben var ya ben ah ben, ha bir saksı ha ben. Yok efendim cinayet romanları, yok fantastik dünya, yok distopik hikaye diye hayal dünyamın o köşesinden bu köşesine savrulurken, bu yaşıma kadar bir tane Gabriel Garcia Marquez'i okumamış-tım.

Geçtiğimiz nisan ayında, malum üzücü haberi gazetede okuduğumda bu gerçek bir balyoz gibi kafama indi adeta. Zararın neresinden dönülse kardır diyerek hemen yazarın en bilinen kitaplarından aldım. Tamam ilk adımı atmıştım ama hala aklım yeteri kadar başıma gelmemiş olsa gerek, tam 7 ay sonra siftah yapabildim.


Kırmızı Pazartesi bir "namus" meselesi nedeniyle işlenen bir cinayeti konu alıyor. Kurban Santiago Nasar, Angela Vicario'nun düğünün ertesi günü, Angela Vicario'nun evlenmeden önce bekaretini kaybetmesinin nedeni olduğu gerekçesiyle Angela Vicario' nun ikiz ağabeyleri Pablo ve Pedro tarafından öldürülüyor.

Kasaba halkının neredeyse tamamının işleneceğini bildiği bu cinayeti engellemek için, deyim yerindeyse hiç kimse kılını kıpırdatmıyor. Romanda yer alan onlarca karakter arasında, yani neredeyse tüm kasaba halkı, bu cinayetin işlenmesini istemeyen kişi sayısı 4. Bunlardan ikisi de katiller.

Katil olan ikizler, öğrenilmiş toplumsal normlar nedeniyle bu cinayeti işlemeye karşı duramıyorlar ancak yine de birilerinin kendilerini engelleyeceği umuduyla, Santiago Nasar'ı öldüreceklerini tüm kasabaya ilan ediyor. Gel gör ki, yazılı olmayan kanunlar nedeniyle tüm kasaba halkı da içten içe Santiago Nasar'ın ölmesi gerektiğine inandığından olsa gerek, kimse kurbanı uyarmıyor.

Kasaba halkının cinayeti engellemek için bir şey yapmamış olmasının yanısıra o gün psikoposun kasabaya gelmesi nedeniyle gelişen tesadüfler zincirinin de adeta bu cinayete çanak tuttuğuna tanık oluyoruz.

Üstüne üstlük, anılan "namus" meselesenin sorumlusunun gerçekten Santiago Nasar olup olmadığı da belirsiz ve bu konu kitabın sonunda dahi açıklığa kavuşmuyor.

Hikayeyi, bir cinayetin işleneceğini ve kurbanın kim olduğunu en başından bilerek okumak sürükleyiciliğinden hiç bir şey kaybettirmiyor. O dönemde kasabada yaşayan insanlarla röportaj yaparcasına yazılmış roman, akıcı diliyle çok kolay okunuyor. Olayların önce sonran başa doğru, sonra da baştan sonra doğru gibi karışık bir kronoloji ile anlatılmış olması da anlatıma bir dinamizm katıyor.

Gerçekten iyi yazılmış bu kitabın tek kötü yanı ise tüm anlatılanların kurgu değil de Marquez' in çocukluğunun geçtiği kasabada tanık olduğu bir cinayet olduğunu öğrenmek oldu.

19 Kasım 2014 Çarşamba

İzmir ve Can sözlük


Geçtiğimiz hafta sonu yine bir İzmir seyahati ile Can'ımızı gördük.

İzmir güzel, sevdiklerimizle beraber olmak güzel, hele Can en güzel!

Müziği çok seviyor. Her türlü enstrümanla arası iyi: zurna, kaval, davul, bateri, gitar. Şimdilik haşır neşir oldukları bunlar. Annesinin bu durumdan pek memnun olduğu söylenemez ancak pek de haksız sayılmaz kendisi. Bizim velet saatlerce, hiç durmadan düt düt düt diye kaval çalabiliyor. Hem de sürekli yürüyerek. Kendisi müziğini icra ederken bizim de onu takip etmemiz gerekiyor. Fareli köyün kavalcısı...

Kavalcı demişken, kitaplara da çok düşkün minik maymun. Bu ilgisi beni çok mutlu etti, umarım yıllar içinde artarak devam eder. Yalnız buradan çocuk kitapları hususunda (elbette ki) bir eleştirim olacak: bir çocuk kitabında karahindibanın işi nedir bir bilen bana anlatsın. Beyime sordum o bile bilmiyordu karahindibanın ne olduğunu, ki mühendistir kendisi, her bi şeyden haberi vardır. Gel gör ki bizim ufaklığın kitabında var karahindiba. Neyse, çocuğun görgüsü bilgisi artsın, genel kültürün iyisi kötüsü olmaz.

Bizim atom karınca bir de hareketlenmiş ki durdurabilene aşk olsun. Buradan annesine seslenmek istiyorum, o kanepelerin üstünde nasıl zıplayacağını benim öğretmeme izin vermedin de ne oldu, bak kendi kendine öğrenmiş işte. Bari ben öğretseydim de "eğlenceli teyze" şanıma halel gelmeseydi. Neyse artık önümüzdeki maçlara bakarız, ben ona öğretecek daha eğlenceli şeyler bulurum elbet.

Tabi bir de konuşma olayı var ki, biterim. Yeni kelimeler öğrenmiş, artık cümle kurmaya bile başlamış. İşte Can'dan yeni kelimeler, not alabildiğim kadarıyla:

ceciz: ceviz
obucu: hoş bulduk
dadüdü: çikolata
annan: ayran
umbadada: domates biber patlıcan (en sevdiği şarkı)

Ev sahiplerimize de bizi pek güzel ağırladıkları için teşekkürlerimizi sunmamak olmaz. Tire'de enfes bir kahvaltı, güzel bir Şirince turu, Kordon, mis gibi hava, soğuk bira... Döndüğümüzden beri bende bir "neden geldim İstanbul' a" havası. Pöffff...

Caniko

14 Kasım 2014 Cuma

Labirente hoşgeldiniz

Ne olacak benim bu fantastik distopya merakım bilemiyorum. Galiba içimde ortaya çıkmak için uygun koşulların oluşmasını dileyen bir kahraman gizleniyor.

E tabi her şey güllük gülistanlıkken de kimsenin bir kahramana ihtiyacı olmayacağından bilinçaltımdan doğru gizli gizli liderlik, fedakarlık, inisiyatif kullanma, gizli planları ifşa etme, zorluklarla mücadele edip problemleri çözme özelliklerimi ortaya koyabileceğim ortamları mı çağırıyorum bilmem ki.

Ecnebilerin bir atasözü var ya "ne dilediğine dikkat et, gerçek olabilir" diye işte ben de korkuyorum. Secret varsa ben bittim arkadaş.

İşte insanın evden ofise, ofisten eve sıkıcı bir hayatı olursa hayal gücü de böyle zenginleşiyor.

Neyse, bu kadar çözümlemeyi yeni bitirdiğim bir kitabın havadisini vermek için yaptım.

Labirent - Alev Deneyleri. Yazar James Dashner. Aslında bu Labirent diye bir serinin ilk kitabı. Duyduğuma göre üçüncüsü de yayımlanmış. İlk kitabın filmi de çekilip geçtiğimiz yaz vizyona girmişti.

İlk kitapta hikaye oraya nasıl geldiğini bilmeyen bir grup ergen gencin bir labirentle çevrelenmiş Kayran kasabasından kurtuluşlarını anlatıyordu. Kayran'a gelmeden önceki hayatları hakkında hiç bir hatırayı anımsamayan gençlerimizin elbette labirentten kurtulması kolay değildi. Bir yandan labirentin içinde yollarını bulmaya çalışırlarken bir yandan da "ızdırap verenler"le savaşmaları gerekiyordu. Merak edenler için ızdırap verenler üzerlerinde yer alan kıskaçlarla insanları ısıran ve korkunç acı veren mekanik canavarlar oluyor.

Bir çıkış bulmak için görevlendirilmiş "koşucu"lar her sabah erkenden tabana kuvvet labirent koridorlarına dağılıyor ve planı çıkartmaya çalışıyorlardı. Ancak her akşam güneşin batmasıyla Kayran'ın kapıları kapanıp da ızdırap verenler dışarıdaki labirentte fink atmaya başladığı için bu görevi gerçekleştirmek için kısıtlı bir süreye sahiplerdi.

Bir de üstüne üstlük, kapılar kapandığı anda dış duvarlar hareket ediyor ve labirent her gün değişiyordu. Bu şartlar, altında kasaba halkı tam anlamıyla öğrenilmiş çaresizlik kurbanı olmuş. Labirentin planını falan çıkartmaya çalışsalar da aslında bunun boş bir uğraş olduğunu içten içe kabul etmiş durumdalardı. Derken...

Kahramanımız Thomas sahne alır ve olaylar, olaylar...

İkinci kitap ise Thomas önderliğinde labirentten kurtulan gençlerimizin tam huzura erdiklerini zannederken hooop ikinci bir sınavı geçmeye zorlanmalarını anlatıyor.

Bu sefer de güneşin cayır cayır yaktığı bir çölü geçip "güvenli bölge"ye ulaşmaları gerekiyor. Elbette ki grubumuzun sadece sıcakla mücadele etmesi okuyucuyu tatmin etmeyeceğinden insan yiyen metal küreler, açlık, susuzluk, "deliler", ihanet ve yeni nesil mekanik canavarlarla zenginleştirilmiş sınavlarına tanık oluyoruz.

Ay tabi bir de gençlerin ergenlik problemleri...

Gençler ikinci sınavı da geçtiler ama üçüncü kitap çıktığına göre daha çilelerini doldurmadılar anlaşılan. Bakalım onu da okuyalım be sefer ne gibi mücadelelere girişecekler.

11 Kasım 2014 Salı

Ağaçlara kıymayın efendiler!

Daha önceden babamın zeytin kralı olduğundan bahsetmiştim. Zeytin ağacıyla doğuştan gelen bir bağım var. Teeee Roma'larda zeytin ağacı peşine düşüp selfie çekmişliğim de vardır. Kan çekiyor zağar.

Ben zeytin ağacını bu kadar severken zeytin çekirdeği kadar beyni olmayanların hem de hukuksuz bir şekilde 6.000 ağacı kesmelerine küfrü basmaz mıyım. Hem de ne kallavi küfürler salladım da burada yazamam. Sorumluluk sahibi bir blogcuyum neticede. Ama Allah'ım sen meseleyi biliyorsun işte.


6.000 ağacın bir kalemde kesilmesinin ekolojik sonuçlarına mı içlenirsin, o köylülerin geçim kaynaklarının ellerinden alınmasına mı karalar bağlarsın yoksa tüm bunların kanun, hak - hukuk, mahkeme kararı, kamuoyu gözetilmeksizin "ben yaptım oldu"culukla yapanların yanına kar kalacağını bilmeye mi yanarsın... Seç, beğen, al bacım. İşte sana yeni Türkiye.

Olsun ama. 6.000 ağaç eksiliversin, bizim nohut oda, bakla sofa 1.000 odalı sarayımız var. Artık ihtiyaç halinde milletçe duvarlarını kemirir dururuz. Halkın malıymış neticede.

Mal ki ne mal...

Saraylarla yarışamaz elbet ama benim de bu dünyada bir dikili ağacım var işte. Hem de zeytin ağacı. İnşallah birileri göz dikmeye kalkmaz. Memlekette hak-hukukun esamesi okunmadığı için artık mülkün temeli adalet değil "inşallah-maşallah" maalesef.


Bu ağacı 2006 yılında annem, babam, kardeşimle birlikte dikmiştik. Aslında o gün diktiğimiz tek fide değildi bu ama şansa bakın ki sadece benimki gelişip serpilip meyvesini verdi.

Ay tamam tamam, adını benim verdiğim ağaç olduğundan emin değilim ama ben sahiplendim. Artık o benim ağacımdır.

6 Kasım 2014 Perşembe

Bir kitap okudum aklıma neler geldi

Bütün yazı distopya okuyarak geçirdim, okumak üzere aldığım ya da hediye edilen kitaplarıma yeni sıra geldi.

En son Ve Dağlar Yankılandı'yı okudum. Sevgili kardeşim duymasın, teee doğum günümde bana aldığı kitabı yeni okuduğumu.

Yazar Khaled Hosseini. Daha önceden Uçurtma Avcısı ve Bin Muhteşem Güneş kitaplarını okumuş hem hikayelere hem de Afganistan'ın başına gelenlere çok çok üzülmüştüm. O nedenle yine tedirginlikle aldım kitabı elime.


Bu sefer iki kardeşin - Abdullah ve Peri - çocukluklarında ayrılması ile başlayan hikayede Afganistan öncekiler kadar başrolde değil. Tinos Adası, San Francisco, Paris ve Kabil arasında gidip gelen bir öykü var. Bir çok da karakter.

Bazı bölümlerde anlatılan karakterlerin hikayelerinin Abdullah ve Peri ile nerede buluşacağını merak ederek okuyorsunuz. Bu arada kitaptaki her karakterin kendileri ve yaşantıları ile olan dertlerine de tanık oluyorsunuz.

Öykü ile ilgili ipucu verip okuma zevkinizi kaçırmak istemediğim için hikayenin gidişatından daha fazla bahsetmeyeceğim sadece tüm karakterlerin sonunda iç huzurlarını bir nebze de olsa bulduklarını söyleyeyim, iki tanesi hariç.

Abdullah, Peri, ikinci Peri, Nebi, Süleyman, Nila, Adel, Adel'in babası, Markos, Thalia, Gholam, İkbal, Odie, Madaline, İdris, Timur, Roşi kitapta resm-i geçit yapan karakterler. Dedim ya çok diye, bu kitabı okurken aklıma 6 kişi teorisi düştü, İngilizce adıyla "six degrees of seperation".

1929'da ortaya konan bu teori diyor ki dünyadaki herkes ama herkes birbirine en fazla 6 kişi uzaklıkta. Şimdi kızlar sıkı durun, müjdeyi veriyorum: Brad Pitt aslında sizin bir arkadaşınızın arkadaşının arkadaşının arkadaşının arkadaşının arkadaşı. Beyler merak etmeyin, sizin için de aynı durum Adriana Lima için geçerli. Grafik olarak gösterecek olursak durum şu:



Yani arkadaşlarınıza iyi davranın, çünkü onlar sizi istediğiniz kişiye ulaştıracak arkadaşlara sahipler.

Şaka bir yana bu teori 1929 yılında ortaya konmuş, '70'lerde daha önce bahsettiğim Milgram da bu konuda bir takım deneyler yapmış. Bu Milgram'ın da hayli ilginç bir işi varmış, özendim kendisine.

Neyse, benim bu teoriden haberdar olmam seneleeeeer öncesine uzanıyor. Ya bir dergide ya da gazetede okumuştum. 6 kişi teorisinin anlatıldığı yazıda, bir de Columbia Üniversitesinin bu konuda bir deney yürüttüğünü, dileyenlerin verilen adrese bir email göndererek deneye katılabileceğini ve kendilerine bilgileri iletilen kişiye sadece arkadaşlarına mail atarak ulaşmaları gerektiğini anlatıyordu.

Gerçekten çok ilginç bulmuş ve denek olmaya niyetlenmiştim. Ancak maalesef bu konu da hayata geçmeyen procelerim arasında yerini aldı.

Yaaa işte böyle, iki Afgan kardeşin dokunaklı hikayesinden yola çıkıp bunu mu anlattın derseniz evet, bunu anlattım derim. Napiim serbest çağrışım muhteşem bir şey.

1 Kasım 2014 Cumartesi

Kurutulmuş domates ve zeytinli tam buğday ekmeği

Amatör catering çalışmalarım devam ediyor. Bu sefer menümüzde kurutulmuş domates ve zeytinli tam buğday ekmeği var.

İtiraf etmek gerekirse ekmek yapmanın çok meşakkatli bir iş olduğunu sanırdım. Öyle ki evde ekmek yapmış birisi benim gözümde mutfak konusunda uzmanlık seviyesine ulaşmış bir zat idi. Lakiiiin bizzat tecrübe ettim ve gördüm ki yanılmışım. Ayol ben bile yaptım işte daha ne olsun.

Hatta o kadar kolaydı ki buraya dahi yazmayacaktım. Lakin bu blog konusunda beni her zaman teşvik etmiş, hatta yeri geldiğinde teşvik olayının bir tık üstüne de çıkıp baskı unsuru olmayı başarmış sevgili kardeşimin dürtmesiyle bari yazayım dedim.

Baştan uyarayım, alengirli ekmek tarifi arayıp da bu bloga düşmüş okuyucuların zamanını almak istemem.

Gerekli ikazları yaptıktan sonra tarife geçeyim. Temel prensip malzemeyi yoğur, dinlendir, pişir.

Biraz detaylandırırsak unu ve mayayı suyla karıştırıp iyice yoğurduktan sonra kurumasın diye üzerini nemli bir havlu ile kapatıp yarım saat kadar dinlendiriyoruz.


İyice kabaran hamuru bu aşamadan sonra pişirme tepsisine alabilirsiniz, zaten un paketinin üstünde de böyle yazıyordu ancak ben biraz çeşni katmak istedim. Bu nedenle hamuru bir merdane yardımıyla açarak üzerine zeytin ezmesi ve önceden bir saat kadar sıcak suda bekletilmiş, yıkanmış ve fazla suyu sıkılmış kurutulmuş domatesleri yaydım.

Daha sonra bu hamuru bir rulo şeklinde sararak yine kurumasın diye üzeri bir havlu ile kapatılmış şekilde yaklaşık 45 dakika daha dinlendirdim. Fırına atmadan önce de üzerine bir fırça ile su ve zeytinyağı karışımını iyice sürdüm.


Önceden 200 dereceye ısıtılmış fırında 10 dakika pişirdikten sonra da ısıyı 180 dereceye düşürerek 30 dakika daha pişirdim. Vola:


Buraya kadar okumuş sabırlı okur, işte itiraf: yukarıda tarif diye yazdığım her şey paketin üstünde yazıyor. Yani gördüğün gibi ekmek yapmanın bir numarası yokmuş. Kurutulmuş domates ve zeytin benim fikrimdi ama pek de orijinal bi şey değil.

Ekmek konusunda bir sonraki hedefim kuru meyveli, kuru yemişli bir yılbaşı ekmeği yapmak. Bakalım nasıl olacak.

Sonradan ekleme: dostlar sağolsun ölçüleri yazmadığımı hatırlattı. Hemen ondan da bahsedeyim.
• yarım kg tam buğday un karışımı
• bir paket kuru maya
• iki bardaktan biraz az su (baştan az 1,5 bardak koyun kıvama göre eklersiniz)
• hamuru açarken yapışmasın diye kullanmak üzere bir avuç kadar un

20 Ekim 2014 Pazartesi

500.000$ kazanmak ister misiniz?

"Evet tabii ki de" dediğinizi duyar gibiyim. İşte yöntemi: kitap okuyacaksınız.

Çok süper değil mi hem kitap okuyup hem 500.000$ kazanacaksınız.

Yalnız ufak bir teknik detay: kitabı okurken verilen ip uçlarını kullanarak çözmeniz gereken bir bulmaca var. Tabi bir de bulmacayı ilk çözen olmanız gerekiyor.

İşte bu detayları da halletiniz miydi 500.000$ cepte. Fıstık gibi.

Tabii ki de Endgame'den bahsediyorum.


Kitabın 7 Ekim'de yayımlanmasıyla birlikte bir oyun da başladı. Ayrıca filmi de çekilecekmiş. 3 kitaplık bir serinin ilk halkası.

Kitaptaki ipuçlarını kullanarak dünyanın herhangi bir yerinde saklanmış olan ve sizi Las Vegas'ta bir otelde bekleyen 500.000$ değerindeki altına kavuşturacak anahtarı bulmaya çalışacaksınız. Eğer 500.000 $ sizi açmadıysa 1.000.000 $'lık ikinci kitabı, o da yetmezse 1.500.000 $'lık üçüncü kitabı bekleyebilirsiniz.

Kitabın konusuna gelince, 12 kadim kültürden gelen 12 oyuncu Endgame denilen oyunu oynamak üzere bir çağrı alıyor. Bu kadar. Daha fazlasını açıklamaya yetkim yok.

Şaka değil, oyunu oynamaya başlarken kabul ettiğiniz şartlar arasında "oyun hakkında blog, forum, feysbuk, vs diğer sosyal medya ortamlarında konuşmayacağıma namusum ve şerefim üstüne and içerim" diye bir madde de var. Yaaa tamam namus, şeref falan yok ortada da eğer konuşursan diskalifiye olursun diyor.

Bir tek şunu söyleyeyim, kitap Fenerbahçe'nin Denizli ile maçında Şükrü Saraçoğlu stadına bir meteorun düşmesi ile başlıyor.

Bir de şunu söyleyeyim, bulmacayı çözmek için verilen ipuçlarını takip edip bir şeyler öğreniyorum. Sonra "aman bu ne kadar ilginçmiş dur bakiiim şunu biraz daha araştırayım" diyorum. Sonra da hem ne  kadar cahilmişim diye kendime kızıyorum hem de olaydan kopup dağılıyorum. Yani yavaş gidiyorum. (Sevgili oyun haklarının koruyucuları, umarım bu bir ihlal değildir, bakın hiç bir şeyi açık etmedim)

Hadi bakalım, doğru kitapçıya. Bu arada bir kaç faydalı bilgi, Türkiye'deki yayın haklarını sadece D&R almış. Yani başka bir yerde bulamazsınız. İkincisi kitap Türkçe olsa da ipuçları İngilizce. Üçüncüsü kitabı okurken yanınızda bir kurşun kalem, bir not defteri ve bol miktarda post it bulunması çok faydalı olacaktır.

Eğer blogum sayesinde oyundan haberiniz olduysa, ve sonunda ödülü kazanırsanız, sonra da anılarınızı yazarsanız giriş cümleniz hazır: bir gün bir blog okudum ve hayatım değişti...

13 Ekim 2014 Pazartesi

Oryantiring diyip geçme, oyun değil hayat dersi

Haziran ayında ara verdiğim oryantiring sezonunu nihayet yeniden açtım. Sezon arasının sebebi hem yazın daha seyrek yapılması nedeniyle zaman uyuşmazlığı hem de kene korkusuydu.

Neyse yaz bitti, biz şehre döndük (doğrusunu söylemek gerekirse şehirden pek de uzaklaşmadık havalı olsun diye öyle yazdım) kenelerin de yuvalarına döndüğünü varsayarak oryantiring maceralarına kaldığım yerden devam ediyorum.

Bu hafta orman çok güzeldi. Özellikle mantarlar. Rengarenk. Hepsini ısırmak istedim. Ama tabii ki de bırakın ısırmayı dokunmadım bile. Keneden korkan mantar zehrinden korkmaz mı? Ben de uzaktan sevdim.

Mantar sevgim bana biraz zaman da kaybettirdi ama yine de çok kötü bir derece yapmadım. Orta karar diyelim. Hele de beni geçenlerin spor kulübü üyesi üniversite öğrencileri olduğu düşünülürse bence gönüllerin şampiyonuyum.

Tamam kondisyonum çok kötü, malum sigara. Ama harita okuma konusunda oldukça aşama kaydettiğimi düşünüyorum.

Mesela bu hafta hedeflerin hepsini bilinçli olarak buldum. "Hedef dediğin zaten bilinçli bulunur, bilinçsiz hedef neymiş" diyenlere şöyle açıklayayım: şurada da kısaca bahsettiğim üzere oryantiring kısaca harita yardımıyla hedef bulma oyunu. Ama hedefleri haritada yazan sırayla bulmak gerekiyor.

Bir de katıldığım organizasyonda 4 farklı parkur oluyor ve katılımcılar seviyelerine göre katılmak istedikleri parkurları seçiyor. Bu farklı parkurların 1-2 ortak hedefi olabilir ama genelde farklı oluyor. Yani ben diyeyim 20 siz diyin 30 farklı hedef oluyor ormanın değişik noktalarında.

Benim de harita okumayı becerememekten ötürü kendi parkurumda olmayan hedefleri bulduğum çok olmuştur. Ya da kendi parkurumun hedeflerini olması gereken sırada değil de karışık bulduğum da. Bu durumda ne oluyor? Doğru hedefleri doğru sırada bulmak için ormanda dön babam dön.

Ayrıca ben bu oryantiringi çok sevdim yahu. Kondisyonu bir yana bırakacak olursak olay tamamen planlama üstüne kurulu ki plan dedin mi benim için akan sular durur. Temel prensip nereye gitmek istediğini bilmek (sıralı hedefler) ve oraya nasıl gideceğini tespit etmek (rota belirlemek).

"Nasıl gidileceği" de önemli bir konu. İki hedef arası kuş uçuşu çok kısa gibi görünebilir ama uçamayacağınızı unutmayın. "Aman bir an önce varayım" diye bodoslama koşmaya başlarsanız asla ulaşamayabilirsiniz.

Geçen sene tecrübelerimden yola çıkarak hazırladığım faydalı bilgilere de buradan ulaşabilirsiniz. 

Oryantiring çok güzel, gelsenize!

görsel biraz eski ama ormanda çekmiştim

12 Ekim 2014 Pazar

Ev yapımı Nutella

Amatör aşçılık çalışmalarım devam ediyor. Havalardan zağar...

Bu seferki tarifimiz ev yapımı nutella. Aslında nutella demek çok iddialı olur ama "sütlü fındık kreması" lafı uzun olacağı için nutella dedim.

Orijinal nutellanın içinde % 55 oranında şeker, % 17 oranında hurma yağı, % 13 oranında şeker ve % 7.4 oranında kakao olduğunu biliyor muydunuz? Ben hiç kavanozun üstüne bakmamıştım, bilmiyordum. Sizin için internetten araştırdım.

Kalan % 7.6'nın ne olduğu yazmıyordu ama kıvam arttırıcı şu E'li zımbırtılardır herhalde.

Oysa benim tarifimde E'lerin esamesi okunmuyor, sadece fındık, kakao, şeker ve süt var. Kabaca oran verecek olursam herhalde % 57 fındık, % 25 süt, % 11 kakao, % 7 şeker diyebilirim. Dağılımda 3-5 puan oynama olabilir, hassas terazi değilim neticede ama aramızda da 3'ün 5'in lafı olmaz sanırım.

Şimdi gelelim tarife.

Efendim, çalışmalarımıza fındıkların kabuklarını kırarak başlıyoruz elbette. Haa siz marketten, kuru yemişçiden soyulmuş, kavrulmuş fındık alırsanız bu aşamayı geçebilirsiniz tabii ki de ancak ben evdeki kabuklu fındığı kullandım.



Ayıkladığımız fındıkları kavrulmak üzere tavaya alıyoruz. İşte en önemli aşamaya geldik, fındıklar kavrulduktan sonra iç kabuklarını soymanız gerekiyor. Burada parmaklara dikkat, çok kolay yanabiliyor. Bu nedenle kabuk soyma işine girişmeden fındıkları soğutmanızı şiddetle öneririm.

Bu kahverengi kabukları da soyduktan sonra fındıkları tekrar tavaya alıp ısıtmanızı öneririm. Eğer hazır soyulmuş ve kavrulmuş fındık kullanıyorsanız bu ısıtma işini yine yapın çünkü ısınmış fındıkları robottan geçirince yağının çıkıp macun haline gelmesi daha kolay oluyor.

Mutfak robotunuz ne kadar güçlüyse bu aşama o kadar başarılı olacaktır. Mümkün olduğunca uzun süre fındıkları robotlayın. Hem fındıklar ne kadar küçülürse dokusu o kadar pürüzsüz olacak hem de ufalandıkça yağı daha iyi çıkacağından istenen macun kıvamı yakalanacak.

Üzerine kakao ve şekeri ekleyip bir süre daha karıştırıyoruz. Ben yukarıda görünen fındık için yaklaşık 2 yemek kaşığı kakao, 1 yemek kaşığı şeker kullandım. Pudra şekeri daha iyi sonuç verir ama elinizin altında yoksa toz şeker de olur, biraz daha uzun robotlamanız koşuluyla.

Bu aşamadan sonra elimizde oldukça katı kıvamlı bir macun oluyor. Artık dilediğiniz kadar süt ekleyerek bu kıvamı açabilirsiniz. Ne kadar akıcı bir karışım istediğinize bağlı olarak süt miktarını belirleyebilirsiniz. Ben küçük bir kutu sütün yarısından biraz azını kullandım. Tabii ki de light süt kullandım, diyet kadınlığın şanındandır ne de olsa.

İşte sonuç:

Kakaoyla hindistan cevizini çok yakıştırdığım için yerken üstüne hindistan cevizi döktüm ki nefis oldu. Fındık oranı yüksek olduğundan 2 kaşıkta kesiliyorsunuz. Bu açıdan iyi yani, az yemiş oluyorsunuz en azından.

Tamam bi nutella değil ama en azından has Türk fındıklarıyla E'siz falan leziz bir şey yemiş oluyorsunuz. Afiyet olsun.

7 Ekim 2014 Salı

Bayram, trafik, falan, filan

Geçmiş bayramınız kutlu olsun. Büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden öper; hayır dualarınızın bana tıklama olarak dönmesini niyaz ederim.

bayram tadında çiçekler
Bayram tatilimizi şehir dışında ifa ettik, sağ salim eve döndük çok şükür. Yolların hali malum. Ne kadar şükretsek az.

Son günümüz yollarda heba olmasın, evimizde istirahat edelim diyerek dün dönenler arasındaydık. Yol biraz kalabalıktı ama fazla sefalet çekmedik. Bir kere İzmit tünellerinde sıkıştık, bir kere de İstanbul'a girdikten sonra TEM'de.

Biz ve diğer şapşal şoförler bu sıkışıklıkta dur kalk ilerlemeye çalışırken, yurdumun cevval, zeka küpü şoförleri kendilerine tahsis edilmiş olan emniyet şeridinden vızır vızır ilerlemeye devam etti.

İşte böyle şeyler benim kanıma dokunuyor yahu, tamamen kişisel hakaret algılıyorum, gözüm dönüyor resmen. Allah beni korusun ama bir gün trafikte böyle kim vurduya gitmekten de çok korkuyorum.

Dün de yanımızdan geçen arabaları izleyip sinir ve çaresizlikle kıvranırken çıkardım telefonu bu araçların fotoğrafını çekmeye başladım. Kaçırdıklarım çektiklerimden misliyle fazla ama 50 tane plaka yakalamışım.

Ben bu fotoları nereye iletirsem ihbar olur diye başladım araştırmaya. İşte öğrendiklerim:

* İstanbul içi trafik ihlallerini İBB Trafik Kontrol Merkezi - @4444154 adresine tivit atabiliyormuşuz. Nasıl bir cezai işlem uygulanıyor bilemiyorum.

* Yukarıdaki tivitır kullanıcısına şehirler arası yollardaki ihlalleri nereye iletebileceğimi sordum, 155@iem.gov.tr adresine mail atabileceğimi iletti. 50 adet fotoyu 6 parçada sıkıştırarak bu adres mail attım ancak maalesef mail iletilemedi hata mesajını aldım.

* 155@iem.gov.tr adresine ekte dosya olmadan mail attım, dosya büyüklüğünden mi iletemiyorum, max ne kadar olmalı diye cevap bekliyorum.

* Aynı zamanda tivitırda Emniyet Genel Müdürlüğü'nün resmi adresi olan @EmniyetGM'ye bu fotoları ihbar olarak nereye gönderebileceğimi sordum. Henüz yanıt gelmedi.

* Tivıtırda arama yaparken EGM'nin yukarıdaki adresine ihlal fotolarının gönderildiğini gördüm. Bu şekildeki bildirimlerde bir işlem yapılıyor mu onu da bilmiyorum.

Emniyet şeridi ihlallerinin ihbarı konusundaki araştırma bulgularım yukarıdaki gibidir, arz ederim.

Eğer bu konuda yol gösterecek olan varsa üşenmesin yazsın.

İhlal edip de bu yazıyı okuyan varsa da açsın gözünü okusun: beş para etmez insanlarsınız, medeniyet yoksunu magandalar!

3 Ekim 2014 Cuma

Yeraltına devam

Distopik kitaplar serisi devam ediyor, hakkımda hayırlısı olsun. Zira gündüz ne okuyorsam gece rüyamda onunla cebelleşiyorum.

Wool diye bir kitap okuduğumu yazmıştım, bir de sonunda bilmiş bilmiş "...sonu havada kaldı diyeceğim ama "acaba şimdi ne olacak" diye merak uyandıran bir durum da yok finalde..." demiştim. Zaten başıma ne gelirse bu büyük konuşmalarımdan gelecek, ben biliyorum.

Şimdi biri çıkıp "bre gafil, sonunu merak etmedin, başını da mı merak etmedin, o insanlar yerin o dibine nasıl girdi umrunda değil mi?" dese verecek cevabım yok.

2 gün öncesine kadar yoktu yani. Artık var, çünkü serinin ikinci kitabı Shift'i okudum.

Ve şunu söylemek istiyorum: kaderimiz pamuk ipliğine bağlı. Bir gün kitapta yer alan senatör gibi bir paranoyak/deli/şuursuzun çıkıp da onun yaptığı gibi bir şey yapmayacağını kimse garanti edemez. Tabi ben hikayeyi açık edip de okumak isteyenlerin keyfini kaçırmak istemediğimden böyle şifreli yazıyormuşum gibi oldu. Hikayeyle ilgili ipucu vermemek için çabalıyorum.

Adam resmen kıyamete neden olmuş. Bunu da gizli saklı yapmamış.Tüm planlarını herkesin gözü önünde, açık saçık hayata geçirmiş. Zaten kitapta bir lafı geçiyor, tam hatırlayamadım ama şöyle bir şeydi: yalan ve gerçek siyahla beyaz gibi kolayca ayırt edilebilir, ama bu ikisini karıştırırsan ortaya kafa karıştırıcı gri çıkar, yani insanlara gerçekleri söyle, ama araya biraz yalanlar da serpiştir ki ayırt etmek mümkün olmasın.

Neyse, hikayeye dönecek olursak bu insanlar neden yeraltına girmiş, niçin hiç bir şey hatırlamıyorlar hepsi günyüzüne çıkıyor.

Ayrıca olanları bir de ilk kitapta oldukça sevimsiz ve antipatik tasvir edilen "otorite" nin ağzından dinlemiş oluyorsunuz. Şimdi biraz hikayeyi açık etme gibi olacak ama şunu söyliim: ben otoriteye otorite demem, güç otoritede olmadıkça.

Bu serinin ilk kitabı Silo adıyla Türkçe'ye de çevrilmiş, sadece Türkçe'ye değil tam 40 dile çevrilmiş. Ayrıca bu üçleme son 20 yılın en iyi bilimkurgu, distopya serisi olarak gösteriliyormuş.Okumak isteyenlerin bilgisine.

Neyse efendim, ben ikinci kitabı ilkinden daha severek okudum. Şimdi de elimde serinin üçüncü ve son kitabı var. Bunun sonunda sanıyorum ki yer altı halkının akıbeti belli olacak.

Görelim bakalım neler olacak.


28 Eylül 2014 Pazar

Biber salçası

Son zamanlarda okuduğum felaketlerle dolu geleceği tasvir eden kitaplardan mı, yoksa Revolution dizisinden mi, yoksa kuraklık, sel, fırtına gibi iklim olaylarından mı, yoksa kitaba diziye mahal bırakmayan engin hayal gücümden mi bilinmez; dünyanın sonu çok uzak değil gibime geliyor.

Bu gidiş, gidiş değil.

Sistem çökecek, kaos başlayacak ve biz insanlar Maslow piramidinin en altına ineceğiz. Karnımızı doyurmak ve güvenliğimizi sağlamak ilk önceliğimiz olacak. Ancak para pul fayda etmeyecek, zira satın alacak yiyecek bulamayacağız.

İşte o günler için kendi çapımda hazırlık yapıyorum. Şurada bahsettiğim savunma sanatları derslerinde bir tık yol alamasam da bari catering olayında tecrübe kazanayım. Eğer beyim de savunma kısmını hallederse yaşanacak kaos ortamında sırtımız yere gelmez evelallah.

Böyle kıyamet kopacak tadında giriş yapsam da aslında alt tarafı ilk defa salça yaptım, onu anlatacağım. Henüz dünya üzerinde bu kadar ulvi amaçlarla üretilen başka bir salça olduğunu sanmıyorum.

Geyik bir tarafa bu aralar pek bir domestik oldum üstünüze afiyet, geçen hafta turşu olayına girip gaza gelip bu hafta da salçaya niyetlendim. Elbette internette araştırmalarımı yapıp üstüne de yorumumu kattım.

İlk deneme olacağı için az bir miktarla girişeyim dedim. Yaptığım araştırmalara göre 10 kg etli biberden 1-2 kg salça çıkarmış. Ben de yaklaşık 4 kg biberle giriştim. Temel prensip temizle, tuzla, pişir. Şimdi detaylar:

Önce bu biberlerin her birini tek tek ortadan ikiye bölüp çekirdeklerini temizleyip aşağıdaki resimde görüldüğü üzere iki tepsi halinde közlenmek üzere fırına attım.

Sonra fırından çıkan biberlerin kabuklarını teeeeek tek elcağızlarımla soyup robottan geçirerek bir biber püresi elde ettim.


Burada hemen bir bilgi vereyim. Araştırmalarımda bazı hanımların biberlerin çekirdeklerini çıkardıktan sonra çiğden robottan geçirip pişirme kısmına geçtiği öğrendim. Ama ben, hem robotumun biberleri çiğken istediğim ufaklıkta doğrayamayacağını düşündüğümden (pek güçlü bir robot değil), hem de közlenirse lezzetinin daha iyi olacağına karar verdiğimden araya fırın aşamasını koydum.

Buraya kadarki işlemler 4 kg biber için yaklaşık 2 saat sürdü. Daha sonra püreyi yayvan bir kaba alıp tuzunu da ekleyip pişirme aşamasına başladım. Pişirme kabı konusunda herhangi bir öneriye rastlamadım. Tencerede de olurdu herhalde ama ben buharlaşmanın daha hızlı olacağını düşünerek tava tercih ettim.

 

1,5 yemek kaşığı tuz koydum ama biraz fazla gelmiş, 1 kaşık da yetebilirmiş. Tuz olarak kesinlikle kaya tuzu kullanılması öneriliyor, zira deniz tuzundaki iyot salçayı sulandırırmış.

Yalnız en zor kısmı bu, marketlerde kaya tuzu yok. Yani ben bizim buradakilerde bulamadım. Ama aktarda var. Yani kaya tuzu arasanız marketlerde vakit kaybetmeyin direkman aktara gidin. Büyük hipermarketleri bilemem tabi, onlarda yok yok.

Bir başka önemli konu da pişme sırasında karıştırırken sadece tahta kaşık kullanılması. Metal kaşık da salçayı sulandırıyormuş. Artık nasıl oluyor bilmiyorum, ben deneyenlerin yalancısıyım.

Daha önceden reçel yapımı ile ilgili "karıştırırken kullandığınız kaşık daha önceden hiç kullanılmamış olmalı" diye bir tüyo okumuştum. E benim ellerimle emek emek yaptığım salça reçelden daha mı değersiz ki? Riske atmamak için gittim yeni tahta kaşık aldım, onunla karıştırdım.

Tam 3 saat pişirdim salçayı. Bu süre boyunca da ocağa bırakıp hadi film seyredeyim yapmak yok, zira sürekli karıştırmak gerekiyor. Çorba karıştırır gibi mütemadiyen karıştırma yok ama 3-5 dakikada bir karıştırmak gerekiyor. Sonlara doğru ise karıştırma işi daha bir önem kazanıyor zira suyunu çektikçe özel ilgi istiyor salçacık.

Pişme bittikten sonra da kavanoza aldım. Kavanozumu da bir tencerenin içinde bir kaç dakika kaynatıp yeni aldığım ve yine kaynattığım bir kapak kullandım. Bu kaynatma kısmı konserve yapımlarında kritik. Kavanozun içindeki olası bakterilerin herhangi bir bozulmaya yol açmaması için gerekiyor. Ben de bu kadar emeğimi 3-5 çapulcu bakteriye kurban etmemek için kavanozu da kapağını da fokur fokur kaynattım. Salçanın üstüne hava almasını önlemek için zeytinyağımı da döküp ağzını kapattım.

İşte 4 kg biber, bir yeni tahta kaşık, bir yeni kavanoz kapağı, zor bulunan kaya tuzu ve 5 saatlik iş gücünün sonucu aşağıda: yaklaşık yarım kilo salça.


Sanırım bu kavanoza bir süre el süremem, evin en güzel yerinde sergilerim.

18 Eylül 2014 Perşembe

Uyumsuz Kuralsız Yandaş

Bir kaç yıl önce hayatımıza giren "Secret" olayını hatırlıyor musunuz, hani kitabı dünyada milyonlarca satmıştı, falan.

Olaya çok derinlemesine hakim değilim ama sağdan soldan duyduğum kadarıyla temel prensipler şöyleydi: "ne dilersen o olur, evrene gönderdiğin mesajlara dikkat et, başına gelen iyi ya da kötü her şey aslında sen çağırdığın için gelmiştir"

İşte bu doğruysa ben bittim a dostlar.

Zira muhtemelen evrene şu mesajı yolluyorum "ben bela arıyorum, rahat bana batıyor"

Bakın vikipedi ne diyor: 

Distopya, (anti-ütopya Yunanca dystopia) çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılır. Distopik bir toplum otoriter - totaliter bir devlet modeli ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir. Kelime ilk defa John Stuart Mill tarafından kullanılmıştır. Filozofun Yunanca bilgisi göz önüne alınırsa, kelimeyi "ütopyanın tersi" olarak değil, "kötü bir yer" anlamında kullandığı anlaşılır.Yunanca bir ön-takı olan dys/dis, "kötü", "hastalıklı" ya da "anormal" anlamını taşır.

İşte böyle bir şeyi sevdiğim için, bunu da dile getirdiğim için o Secret denilen şey varsa Allah cezamı verecek.

Neden girdin böyle derin konulara derseniz derim ki:

Veroinca Roth'un Divergent, Insurgent, Allegiant üçlemesi 2014 yaz tatilimin en keyifli eşlikçileri oldular. (Uyumsuz, Kuralsız, Yandaş)

Bu kitapları özellikle de orijinal dilinde okuyacağım diye seçmedim, şans eseri elime İngilizceleri geçti, ben de okudum. Ama belirteyim ki çok ileri seviyede İngilizce bilgisine gerek duymadan da rahatlıkla okunabilecek bir seri. Çok yalın bir dili var. Öykünün akıcılığından bahsetmeme gerek bile yok.

Hikaye tabii ki de belirsiz bir gelecekte geçiyor. Geçmişte yıkıcı bir savaştan geçmiş olan toplumun birlikte yaşayabilmesinin tek yolunun 5 farklı gruba ayrılmak ve her bireyin ait olduğu grubun normlarına uygun şekilde yaşaması olduğunu kararlaştırmışlar. ( Kim? Bilinmiyor) Çünkü inançlarına göre insanları bir arada tutan ne aile bağları, ne eğitim seviyeleri, ne de başka bir şey. Bir toplumu bir arada tutan tek şey inandıkları ortak değerleri.

16 yaşına kadar aileleri ile birlikte yaşayan çocuklar ortak bir eğitimden geçiyorlar. Ancak 16 yaşına girdiklerinde önce bir yetenek testine tabi tutulup hangi gruba yatkın olduklarını öğreniyorlar. Hemen ardından da resmi bir törenle kendi gruplarını seçiyorlar. Bu seçim geri dönüşü olmayan bir seçim. Eğer ki ailelerinin mensup olduğu gruptan farklı bir seçim yaparlarsa her şeyi geride bırakıp yeni gruplarına katılarak yeni hayatlarına başlıyorlar.

Bahsedilen grupların her biri bir erdemi yüceltiyor: Fedakarlık, Cesurluk, Bilgelik, Dostluk, Dürüstlük.

Ayrı gruplara ayrılmış olsalar da birlikte yaşam gereği her grubun değerlerine göre aldığı sorumlulukları var:

Fedakarlar kendilerini bencillikten uzak bir yaşama adadıkları ve güce sahip olmak gibi bir amaç gütmedikleri için yönetim işlerini bu grup üstlenmiş. Ayrıca sosyal yardım, gönüllülük gibi işler de bu gruba ait. Dikkat çekmenin de bir bencillik olduğunu düşündüklerinden günlük hayatlarında gri renkli kıyafetler giyiyorlar.

Cesurların derdi korkuyu yenmek, korkusuz olmak olduğu için güvenlik işleri kendilerinden soruluyor, asker, polis gibi meslekler yani. En belirgin fiziksel özellikleri dövmeleri ve siyah giyinmeleri.

Bilgelerin en önem verdiği şey araştırmak, öğrenmek, bilgiye ulaşmak. Bu nedenle bilim adamları, mühendisler, doktorlar bu gruptan. Her zaman ciddi ve soğuklar. Ayırt edici fiziksel özellikleri gözleri bozuk olmasa da taktıkları gözlükleri ve mavi kıyafetleri.

Dostlar için en önemli şey başkalarıyla empati kurmak, barış ve uyum içinde yaşamak. Fiziksel olarak sarı kıyafetleri ile ayırt ediliyorlar. Meslek olarak tarım işleriyle ilgileniyorlar.

Dürüstler içinse dünya doğru ve yanlıştan ibaret. Her şey neyse o. Hayatlarında kıvırma, yalan dolan yok. Tabii ki de adalet sistemi kendilerinden soruluyor.

Bu gruplar size uymadı mı? O zaman üzgünüm, toplum dışına itilmekten başka seçeneğiniz yok. İşte bir de bu dışlanmışlar var, grupsuzlar. Tabi oldukları grubun normlarına uyum sağlayamayan, kendilerinden beklenen davranış kalıplarını sergileyemeyenler gruptan atılıyor ve dışlanmış olarak yaşamaya çalışıyor.

Bööööyle muhteşem bir toplum yapısı kur yine de insan evladı çiğ süt emmiş, yaranamazsın. Ya bunlardan birini değil de hepsini olmak istersen ne olacak? Tabii ki de isyeeeeeaaaaan ve olaylar olaylar.

İkinci kitabın sonunda bu şehrin ne ayak olduğu ortaya çıkıyor. Üçüncü kitapta ise 16 yaşındaki ergenler dünyayı (hadi dünya iddialı oldu, şehri diyeyim) kurtarmaya kalkışıyor, bir nevi süper kahraman rolünde. Tabii ki de hikaye başından itibaren bir aşkla da ufak ufak soslanıyor.

Okuması zevkli, kaymak gibi akıyor. Üstelik üstünde konuşacak bir sürü malzeme çıkarıyor: mesela biz beyimle uzuuuun uzun çevremizdeki insanların hangi gruplara tabi olacağı konusunda fikir teatilerinde bulunduk.

İlk kitabın filmi de çekilmiş meğersem, ben dünyadan bihaber... Tatilden dönünce hemen izledik. Bahsettiğim grupların normları, manifestoları kitapta uzun uzun yer alsa da filmde bu bilgiler olmadığından sadece filmi seyrederek hikayenin içine biraz zor olabilir. Bence kitabı okuyun, ondan sonra filmi de izlersiniz.

Çok uzattım, ben kaçar.