31 Mayıs 2015 Pazar

Bas bas pedalları, çık yokuşları...

... neşeli, sakin, tasasız çıkar hayatın tadını

Kene maceramdan sonra oryantiring'e gidemedim bi daha, zaten sezon da kapandı, bundan sonra istesem de sonbahara kadar yok. Aksiyon olarak ne yapsam ne yapsam diye düşünürken aklıma YİNE çok parlak bir fikir geldi: Bisiklet.

Bir çoğunuz gibi benim de çocukluğum bisiklet tepesinde geçti. İki tekerlekli klasmanından ilk bisikletimi ilkokula giderken almıştı babam. Çok havalı bir şeydi. Yanlarında iki tane küçük yedek tekeri de vardı ama binmeye başladıktan çok kısa bir süre sonra yedek tekerler çıkmıştı. O bisikletin alındığı günü hiç unutmam, sevinçten çıldırmıştım.

Biraz daha büyüyünce bir Pinokyom oldu, mavi. Tabii ki de büyük bir iki tekerlekli bisiklete binmeyi de babam öğretmişti. Mahalledeki beton zeminli basketbol sahasında başladık antrenmanlara. Ben bisikletin tepesinde, babam arkamda seleden tutuyor, daireler çizip duruyorum.

Sonra yere yansıyan gölgemizi gördüm, evet babam arkamdaydı ama kolu meydanda yoktu, seleyi falan tutmuyordu. "Ayyy baba neden tutmuyorsun beni" diye bağırarak kendimi yere atmışım. Hani nasılsa düşeceğim ya, bari kontrollü düşeyim hesabı. Bi kontrol, bi kontrol... Allahtan bir hasar olmadı, hem bana hem bisiklete. O sahada geçirdiğimiz bir iki günden sonra tam bir bisiklet cambazı oldum, bütün gün o Pinkoyo'nun tepesinde mahallenin çocuklarıyla yarış mı dersiniz, arka lastiği kaydırmaca, ön lastiği kaldırmaca, çeşitli artizlik hareketler mi...

Tabi çocuk dediğin hızlı büyüyor, bir süre sonra o bisiklet de yetmez oldu, ve yeni bisikletim sahneye çıktı: tammmm 21 vitesli, bilmem kaç jantlı bir Beldesan. Selesi de yükseltilip alçaltılabiliyordu. Bu özelliği nereden mi biliyorum? O yıllar kardeşimin boyunun beni geçtiği yıllar, bisikleti de ortak kullanıyoruz. Bisiklete ondan sonra bindiğim zamanlarda seleyi kendime göre ayarlamak zorunda kalıyordum.

İşte bisiklet maceram o yıllarda son buldu maalesef. Sonrasında tek tük bindiğim olmuştur ama bir daha kendime ait bir bisikletim olmadı. Bir kaç senedir sahilde, ormanda bisiklete binenleri gördükçe çok özeniyordum. Neden benim de bir bisikletim olmasındı, ben de yeniden o hızı, rüzgarı hisetmeyeydim. Madem oryantiring yapamıyordum ben de bisiklete binerdim.

Her şey çok güzel, kararımı da vermişim. Bu hafta sonu bir bisiklet edinip hemen başlayayım dedim. Anam, bu bisiklet dünyası ben bırakalı beri ne kaddddar gelişmiş. Çocukken bisikletin rengine bakardık, bi de vitesi varsa süperdi. Seçim kriterimiz bundan ibaretti. Azıcık internette araştırayım dedim, kadrosu, maşası, tekeri, süspansiyonu... Bitmek bilmiyor. Valla kafam karman çorman. Ben nasıl karar verip de bisiklet alacağım, hiç bilmiyorum.

Bir bilen yardım etsin nooolur!

27 Mayıs 2015 Çarşamba

Kocan Kadar Konuş

Uzun zamandır böyle kahkahalar atarak bir şey okumamıştım, sesli güldüm resmen. Neye mi güldüm bu kadar? Kısaca ağlanacak halimize diyeyim ama uzun uzun Kocan Kadar Konuş diyeyim.


Şebnem Bucuruoğlu' nun kahramanı Efsun üzerinden kadınların makus talihini en trajikomik halleriyle anlattığı bu kitapla ilgili yazacak çok  bir şey yok. Şurup gibi, lıkır lıkır gidiyor. Güle oynaya bir kaç saatte bitirip çok da eğlenceli zaman geçireceğiniz garanti.

Tüm kitap boyunca beni güldüren bir çok tespitle karşılaştım, en çok eğlendiren ve aklımda kalan hayat ve rakamlar arasındaki ilişki oldu: "Tecrübelerim hayatın üç buçukla dört arasında geçtiğini gösterdi. Ya üç buçuk atıyorsun ya da dört dörtlük yaşıyorsun" Valla öyle billa öyle, hayatı daha iyi anlatacak başka iki rakamı düşündüm düşündüm bulamadım.

Buradan Buket Uzuner'i tekrar anmak isterim, ne diyordu Su kitabında "Bir kadının kendine ait mesleği, parası ve hayatı olabileceği, hayatını sevdiği bir mesleğe, felsefeye, matematiğe ya da şiire adayabileceği düşüncesi, Türkiye'de Kaf Dağı' nın gerçekte var olmasından çok daha ütopikti."

Daha önce de söyledim, yine söylüyorum, hep söylicem: kansere çare de bulsan evlenmemiş bir kadınsan vay haline. Maalesef. Acı ama gerçek.

Yine de bu acı gerçekleri bir süreliğine unutup, toplumun kadınlara biçtiği etiketi pek de ciddiye almayıp, ufak ufak da dalganızı geçerek keyifli bir kaç saat geçirmek istiyorsanız bu kitabı okuyun. Yalnız kamuya açık alanlarda okuyacaksanız sebepsiz patlayan kahkahalarınız için maruz kalacağınız kınayıcı bakışlara hazırlıklı olun.

Ayrıca erkekler de ne gibi oyunlara getirilebileceklerini öğrenmek istiyorlarsa bu kitabı okumalarında sakınca yok.

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Blog'dan gelir elde etme yolları

Atalarımız ne demiş, bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyliim demiş. Atalarımız neredeyse her zaman haklı olsalar da bu konuda maalesef yanılmış. Mesela ben böyle geyik geyik blog yazıyorum, ama ciddi ciddi kitap eleştirisi yazan arkadaşım var benim. Bi bana bak, bi de kitap eleştirmeni arkadaşıma bak... İsviçreli bilim insanlarını açıklama yapmaya davet ediyorum.

Bu benim eleştirmen arkadaşım (kendisi tarafımca hamarat sarışın diye de bilinir) hafta sonu buluşmamızda, bundan sonra bu işe nasıl devam edeceği konusundaki fikirlerini paylaştı bizimle (biz=ben+o kadar da hamarat olmayan kumral). Tabii ki de onun bu fikirlerinin benim gibi algıları açık, çevresinde olan biten her şeyden beslenen bir cingözün dikkatinden kaçması beklenemezdi.

Hemmmmen bu fikirlerden kendi blog'um için parlak fikirler ürettim: ben de blog'umdan para kazanabilirdim. Yazdığım her yazı için kendime ödeme yapacaktım.

Allahım gözlerim kamaştı yeminle, bu ne kadar parlak bir fikir!

Ama bir terslik yok muydu, hem yazıyı yazan hem de ödemeyi yapan ben olmamalıydım. Dünya bir anda o kadar parlak bir yer olmaktan çıkmıştı.

Benim fedakar arkadaşlarım (hamarat sarışınla, o kadar da hamarat olmayan kumral) anında planımın eksik yerlerini düzeltmek için harekete geçtiler. İşte bu yazım onların, gerek bu hafta sonu gerekse öncesinde blog'umun takipçi sayısını arttırmak, blog'dan gelir sağlamak için sundukları önerilerine cevabımdır:

* Reklam al, damlaya damlaya göl olur: Birincisi bana kim reklam vermek ister bilmiyorum ama hadi böyle birini buldum diyelim. Çok yakın bir zamanda blog'umun tıklanma sayıları konusunda itirafımı yapmıştım. Bu rakamlarla bırak gölü, damla olma ihtimalim bile sıfır.

* Yazılarının içine şifreler koy, bunu bir yarışma haline getir, şifreleri çözen kişilere bir şey hediye et: Kendim bulmaca çözmesini çok sevdiğim için okuyucularımı da bu keyfe ortak edip blog okumayı takipçilerim için bir oyun haline getirecekmişim. Çok güzel fikir de, ben kendimi biliyorum, şifreyi çözemeyenlerle dalga falan geçerim, karşılarına geçip nanik yaparım, kaş yapayım derken göz çıkarırım. Boşuna antipati kazanmaya gerek yok.

* Yılbaşı, bayram seyran gibi özel günlerde çekiliş düzenleyip kitap, tiyatro bileti falan hediye et: Yaa tamam bir kitap, bir bilet nedir hediye edeyim. Ama benim bu arkadaşlar fikri takip konusunda ne kadar azimli bir insan evladı olduğumu unutuyor gibiler. Ben öyle kitap hediye edip kenara çekilemem, kazananın okuduğundan emin olmak için bir de sınav yapmaya kalkarım, hem de hangi bölümlerden sorumlu olduğunu belirtmeden tüm kitaptan sorumlu tutarım. Evelallah adamı canından bezdiririm.

Sanırım bu blog'un gelişmesinin önündeki en büyük engel benim.

24 Mayıs 2015 Pazar

Benim dengemi bozmayınız...

Size Takeo ve Kaede'nin macerasından bahsetmiş ve Otori üçlemesine ne kadar beğendiğimi anlatmıştım burada.

Üçüncü ve son kitapta Takeo ile Kaede vuslata ermiş, hem de Üç Ülke' nin (Three Countries) biiiiiir ucundan biiiiir ucuna hakimi olmuşlardı.

The Harsh Cry of the Heron kitabında, üçüncü kitabın bitişinden 16 yıl sonra, Üç Ülke' yi tam bir cennette dönmüş olarak görüyoruz. Savaşlar sona ermiş, herkes mutlu, bolluk bereket içinde yüzüyorlar.


Bu mutluluğu getiren Takeo ve Kaede'nin kurmuş olduğu adil sistem, denge ve düzen olmuş. Artık öyle kimse kimseyi kafasına estiği gibi asıp kesemiyor, hak var hukuk var. Uzun lafın kısası Üç Ülke kurumsallaşmış. Kurallar herkese uygulanıyor.

Bu arada sahneye "barbarlar" da giriyor. Uzak ülkelerden gelmiş bir taraftan ticaret yapmak isteyen diğer yandan da hristiyanlığı yaymak isteyen bu yabancılara barbar deniliyor. Buradan Köroğlu'na selam olsun, hakkaten "tüfek icat oldu mertlik bozuldu" nun dünyanın her yerinde yiğitlerin ortak derdi olduğuna tanık oluyoruz.

Tabii ki de bu kadar mutluluk, refah birilerinin rahatsız etmezse olur mu? Olmaz. Hem de kimi rahatsız ediyor? İmparatoru. Yaaaa Takeo ve Kaede'den büyük imparator var, ne sandınız. Üstüne üstlük insanoğlu çiğ süt emmiş, içeride de iktidara hakim olmak isteyen hainler dış güçlerin desteğini alınca, olaylar olaylar...

Üşenmeyiniz kitapları okuyunuz.

Yazar Lian Hearn'a buradan bir kez daha saygılarımı iletmek isterim. Masal gibi anlatmış, okuması çok çok keyifli bir hikaye yaratmış. Hayran olmamak mümkün değil. Daha evvel Hollywood'u göreve çağırmıştım bu serinin filmi çekilsin deyu. Yeter mi? Yetmez. Hem filmi çekilsin, hem de dizisi yapılsın. Israr ediyorum.

Kitapta kısaca "olaylar, olaylar" diye geçtiğim kısmın sebebi çeşitli karakterlerin ağzından "eril ve dişil güçler arasındaki denge" nin bozulması olarak açıklanıyor. Bunları kitaptan okursunuz, ben size asıl kitabın en önemli gizli mesajını açıklamak istiyorum: bir kadını kızdırmayın.

Bizim Takeo'nun Kaede'den yıllaaaar boyu sakladığı çok önemli iki sırrı vardı: Birincisi Takeo'nun başka bir kadından doğan oğlu. İkincisi de bir kehanete göre Takeo'nun ölümünün kendi oğlunun elinden olacak olması.

Takeo'nun çevresinde bu iki konuyu bilen bir kaç kişi vardı fakat iki kişinin bildiği sır mıydı? Tabii ki de hayır. Atalarımız ne demiş, sırrını söyleme dostuna, dostunun dostu vardır, o da söyler dostuna. Sonunda malum sırlar kulaktan kulağa anlatıla anlatıla Kaede'nin de kulağına geldi. Hem de çok nahoş bir biçimde. Peki ne oldu? Kaede Takeo'ya dünyayı dar etti. Takeo'nun dünyası tepesine yıkıldı, herrrrr şeyini yitirdi ve elleri böğründe kalakaldı.

İşte bu yüzden uyarıyorum, asla bir kadını kızdırmayın, asla bir kadının dengesini bozmayın, dünyanın dengesi bozulur valla.

Ne diyodum: Benim dengemi bozmayınız

20 Mayıs 2015 Çarşamba

Eeeeey ruh...

Blog'uma okuyucu getiren arama sonuçlarını yazmıştım dün. Aranmak, bulunmak güzel şey.

Tabii istiyorum ki, rastlantısal bir şekilde de olsa blog'uma düşenler gitmesin, kalsın, sürekli okuyucu olsun, her yazımı okusun.Ya da bir mucize olsun, sanal ortamda ne aranırsa aransın, cevap dannn diye benim çok parlak fikirlerim çıksın.

Takip ettiğim bloglardan birinde okumuştum, bir blog yazarı bir sabah sayfasını kontrol ediyor, o da ne! Bir gecede 10.000 (yazıyla ON BİN) tık almış. Her blogcunun rüyası!

Meğer bir gece önce yayınlanan bir yarışma programında "gece kokan çiçek" sorulmuş. Tv başında izleyenler cevap için hep beraber internete sarılınca ve arama sonucu da ilk sırada onun blog'una yönlendirince böyle bir rekoru görmek nasip olmuş. Bir rating ölçüm aracı olarak sosyal medya. Detayları buradan okuyabilirsiniz.

Bu yazıyı okuduğumdan beri, çeşitli bilgi yarışmalarına blog'umda yer alan konularla ilgili soru göndermeyi düşündüğümü itiraf ediyorum. Hem de iyi bir reklam malzemesi olurdu: "Gel vatandaaaaş, 500.000 TL kazandıran soruların cevapları bu blog'da"

Çok daha mütevazi bir ölçekte de olsa, benim de bir gece öncenin sayfa görüntülenme sayısıyla gözlerimin yerinden uğradığı iki tane anım var ama.

Şimdi yazacaklarım itiraf etmek için havalı bir şey diil, itiraf etmek benim için hiç kolay da değil ama samimi olacağım: benim blogumun görüntülenme sayısı yazı yayınlama günlerime bağlı olarak 20-50 arasında değişir. Eğer yazımı okuyanlardan biri çok beğenip de feysbuk' da falan paylaşırsa 60-70'i bulur. O kadar. Butik çalışıyorum hala.

Ancaaaak farklı zamanlarda olmak üzere iki kere 300'ü gördüm. 300! Benim için bir mucize. Hemen istatistikleri kontrol ettim, spesifik bir arama anahtar kelimesi yoktu. Tahminim, bir kişi tesadüfen buraya düştü, bir yazıyı okudu, çok beğendi, bir tane daha, bir tane daha derken neredeyse tüm yazılarımı okudu.

Ben buna ancak sevinirim ve de böyle okuyucuların artmasını dilerim. Fakaaaaat, aşk olsun sana gizemli okuyucu, insan o kadar yazıyı okur da bir tanesine olsun iki satır olsun yorum yazmaz, bir geri bildirim yapmaz mı?

O yüzden diyorum ya, "eeeeey ruh, geldiysen iki satır yorum yaz"

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Arama sonuçları vol.2

Teee aylar önce, "bütün soruların cevapları bende" diye iddialı bir başlıkla hangi arama sonuçlarıyla benim sevgili blog'um bulunmuş analizini yazmıştım. Buraya tıklayarak siz de okuyup gülebilirsiniz.

Hatta "titreyen köfte makinesi" efsaneler arasında yerini almıştı. Umarım arayan kişi aradığını bulmuştur ama ben hala kendisiyle tanışamadım maalesef.

Şimdi ise yeni sonuçlar:

teyzelik: TUİK'i falan boş verin, ben size söyliim: Türkiye nüfusu hızla artıyor. Ülkemizde kadınlar hızla teyze oluyor. Ancak, maalesef, teyzeler, teyze olmakla ilgili duygularını ifade etmekte çok güçlük çekiyor. Yoksa blog'uma bu kadar çok "teyze olmak, teyze olmakla ilgili anlamlı sözler, teyzelikle ilgili güzel sözler" aramanın gelmesi başka nasıl açıklanır? Umarım teyze olmak konusunda bu çılgın kalabalığa bir nebze olsun ilham verebilmişimdir.

hayalimdeki kuklayı tanıtıcı mektup: Bir insanın hayalinde neden bir kukla olur, bu nasıl bir kukladır insan merak etmeden duramıyor di mi? Ben de merak ettim ve aynı kelimeleri gugıl'da aradım. Maalesef ilk 21 sayfada benim blog'la ilgili herhangi bir kayda rastlamadım. Ama bulan bulmuş, helal olsun, bu azmi takdir ediyorum.

Anladığım kadarıyla bu "hayalimdeki kukla" meselesi 2. sınıf öğrencilerinin proje ödevi gibi bir şey oluyormuş. Bizim öğrenciliğimizde en büyük proce ödevimiz "evinizdeki sonbahar hazırlıklarını yazınız" dı. Kukla hayal etmedik de eksik mi kaldık? Böyle şeylerle ufacık çocukların aklını karıştırmaya ne gerek var? Üstelik bizim çocuklarımız kukla bile hayal edemeyip bunun için gugıl'dan medet umuyor. Bu gerçekle yaşamaya alışalım, boşuna çocuklara ödev yaptırıcaz diye devletimizin/milletimizin kaynaklarını heba etmeyelim. Hem de sonbahar hazırlıkları gibi yetişkinlik hayatlarında daha fazla işlerine yarayacak konulara yönlendirmek hepimizin hayrına olacaktır.

i: yanlış okumadınız, ya da ben yanlış yazmadım, sadece "i". En çok yapılan aramalarda üçüncü sırada "i". Bu da muhtemelen bir yanlış yazım sonucu. Ancak ilk 30 sayfaya baktım, yine benim blog'dan eser yok. Benim bulamadığımı başkaları nasıl buluyor aklım almıyor. Ama benim blog'um harfi "i" bunu öğrendim. İiiiim ben iiiii.

17 Mayıs 2015 Pazar

Katalonya'ya Selam

Barselona seyahati için hazırlıklarım sadece otel araştırması ve gezi planı hazırlamaktan ibaret değildi. Bir de oradayken okuyacak kitap araştırma kısmı vardı. İyi ki bu konuyu DA araştırmışım, bu sayede hem çok keyif alarak okuduğum hem de kültürümü, bilgimi arttıran bir kitap buldum: George Orwell - Katalonya'ya Selam.

İtiraf etmek gerekirse benim dünya tarihi konusunda bilgim çok zayıf. "Hadi dünya tarihinde zayıfsın, Türkiye tarihini sular seller gibi mi biliyorsun?" diye sorabilirsiniz. Cevap veriyorum: Sanırım benim tarih bilgim Kurtuluş Savaşı'mızın kazanıldığı gün son buluyor. Yakın tarih konusunda poffff'umm yani.

Sırf bu sebepten ötürü bile İspanya İç Savaşı'nı anlatan bu kitabı okuduğuma çok memnun oldum. George Orwell, bir milis olarak katıldığı iç savaşı anlatmış. Hem cephe günlerini hem de cephe gerisinde yaşananları, özellikle de iç savaşın içinde iç savaş olan Barselona'daki Mayıs Olayları'nı.

Cephedeki günlerinin ateşli bir savaş yerine soğukla, bitlerle ve can sıkıntısıyla geçtiğini anlatan Orwell, Cumhuriyetçilerin kendi içindeki fikri ve fiziki çatışmalarına çok daha fazla yer vermiş.

Faşizme karşı savaşan anarşist ve komünistlerin, Franco'yu bir yana bırakıp Barselona'da birbirleriyle savaşmaya başlamasını anlamak güç. Siyaset böyle bir şey herhalde.

Elbette kitapta yer alan bilgiler ansiklopedik bilgiler değil, yazarın kendi anıları, gözlemleri ve tespitlerinden oluşuyor. Zaten Orwell'in kendisi de yazdıklarında tarafsız olamayabileceği yönünde gerekli uyarıları yapıyor kitapta.

Ancak akıcı bir dille samimi olarak yazılmış bu kitabı okumanızı tavsiye ederim. Keşke imkan bulabilsem de aynı süreci bir komünist ve bir faşistin kaleminden de okuyabilsem.

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Kim bu Binnaz?

Çıkan kısmın özeti: Otel bulduk, oteli bulduk, yerleştik. Cillop gibi gezi programımız hazır, keşfe başladık. Elbette gezeceğimiz yerler için biletlerimizi önceden internet üzerinden aldık, özellikle Sagrada Familia ve Parc Güell kritik. Derken, Binnaz'la kapatmıştık.

Binnaz kim? Kim olacak, bizim Binnaz işte. Çalgıcı karısı olan...

"Eeee biz Barselona'da değil miydik, ne alaka şimdi?" dediğinizi duyar gibiyim. Bence de ne alaka, hatta ben de dedim aynı şeyleri. Ama daha önce de söylediğim gibi tuhaf, komik, garip bir şeyin olma ihtimali varsa bana olur.

Olaylar şöyle gelişti: İlk günün akşamında hem karnımızı doyurmak hem bir şeyler içmek sonrasında da flamenko gösterisi izlemek için Plaça Reial'e gittik. Bu meydan palmiye ağaçlarıyla dolu, çevresinde bir sürü restoranın yer aldığı çok keyifli bir yer. Hava kararmaya başlarken çeşitli sokak çalgıcıları, akrobatlar da sökün etmeye başladı. Biz de güzel bir masaya kurulduk, siparişlerimizi verdik ve keyif yapmaya başladık.

plaça reial'e akşam çökerken
Derken, sokak çalgıcıları masaları gezerek bahşiş toplamaya başladı. Adamların bizim masaya yaklaştığını görünce hemen beyime dönüp "konuşmaya devam et, ilgilenmezsek bizi rahatsız etmezler" dedim. Adamlar bizim masanın yanına geldiğinde biz hararetle sohbetimize devam ediyorduk.

Bir anda bir ses "Nasılsın komşu?" Bizim sokak çalgıcısı bize laf atmasın mı? Meğer adamlar Bulgarmış, gayet Türkçe biliyorlar, bizim konuşmamızı duyunca da Türk olduğumuzu anlamışlar.

Aferin bana! Yok konuşmaya devam edelimmiş de, yok adamlara yüz vermeyelimmiş de... Ne var sanki sadece "No, thank you" desen.

Hayır bir de adamlar bize özel çalmaya başlamasın mı, hem de neyi: Çalgıcı Karısı Binnaz! Eee davete icabet etmemek olur mu? Olmaz. Ben de mecburen gerdan kırmak, omuz sallamak suretiylen adamlara eşlik etmek zorunda kaldım. Evet, Plaça Reial'de bir grup sokak çalgıcısı ile Binnaz eşliğinde kırıtan bendim. Üstüne üstlük bahşiş veren de benim, bence benim almam gerekiyordu.

Len ben o kaddddaaar yol gelmişim teeeee İspanya'ya, flamenko izliycem demişim, Binnaz bana reva mıdır? Bari İspanyol Meyhanesi'ni çalaydınız, ona bile razıydım.

Zaten benim kaderim bu. Geçtiğimiz yaz da sirtaki yapacam diye hayallerle gittiğim Midilli'de Angara havaları bulmuştu beni. Ne demiştik: tuhaf, komik, garip bir şeyin olma ihtimali varsa bana olur. Nokta.

Tabii ki de bu tecrübeden dersimi alıp, seyahatimizin kalan kısmında istemediğim her şeye kibarca "No, thank you" dedim. Öyle görmezden geleyim, ilgilenmeyeyim yapmadım bi daha. Mesela, gecenin ilerleyen saatlerinde, Plaça Reial'de, bize çeşitli kafa yapıcı maddeler satmaya çalışan adamlara tüm ciddiyetimle "No thank you" yanıtımı verdim. Ama Allahı var, gece oldu mu o bölge bu tip satıcılarla kaynasa da adamlara "No, thank you" dedin mi de peşini bırakıyorlar.

Bir de şu flamenko konusunda iki çift laf etmezsem çatlarım. İddia ediyorum her türlü müziğe dansımla eşlik edebilirim. Hem de gayet estetik bir şekilde. Gel gör ki bu flamenkonun ritmini çö-ze-mi-yo-rum. Gözünü sevdiğimin 9/8'liği!


12 Mayıs 2015 Salı

4 Günlük Barselona Gezi Programı

Dün Barselona'ya gittik, oteli bulduk, yerleştik. Gerçi otelden pek memnun kalmadık, otelin bölgesini de pek beğenmedik, keşke El Born'da kalsaydık dedik. Ama yapacak bir şey yok. Olsun.

Çıkan kısmın özetinden sonra bugün Barselona'yı keşfetmeye başlayabiliriz. Gezimize başlıyoruz, buyrun size plan:

En son kolonda çeşitli sitelerden aldığım özet bilgileri ve kendi notlarımı göreceksiniz. Varlığım böyle bir seyahat planlayanlara armağan olsun.

Bizim uçağımızın inişi Barselona saati ile 13:00 civarlarında olduğundann, ilk günün programı biraz light. Eğer tam gün ayıracaksanız zenginleştirebilirsiniz.

Tabi oturduğum yerden kağıt üstünde planları yaptım yapmasına da tecrübe ederken bazı eksiklik ve hataları bizzat gördüm.

Mesela Plaça de Sant Josep Oriol'u bulamadık biz ilk gün, son gün avare avare dolaşırken sanırım bulduk. Bak şimdi karıştırıyor da olabilirim, çok emin değilim, bulamamış da olabiliriz.

Gaudi'nin "casa"ları gerçekten etkileyici. Her birinin içine girmek ücrete tabi. Eğer mimar değilseniz, neyi neden yaptığını anlayacak teknik bilginiz yoksa belki 1-2 tanesinin içini gezip kalanları dışarıdan görmeyi tercih edebilirsiniz. Estetikse dışında da fazlasıyla estetik var. Hem para hem zaman tasarrufu olur. Benden öneri, yok benim zamanım, param bol diyorsanız da paşa gönlünüz bilir. 

Programın 3. gününde Dali müzesi yer alıyor. Müzenin yer aldığı Figueres' e, Barselona' dan 2 saatlik bir tren yolculuğu ile ulaşılabiliyor. Trenler oldukça konforlu. Sabah 07:46 treni ile gitmenizi şiddetle öneririm, tam müzenin açılış saatinde varıyorsunuz. Kahvaltı, müze gezisi, çıkışta bir oturup soluklanma derken 13:50 treni ile yeniden Barselona'ya dönecek rahat rahat vaktiniz oluyor.

Planda yer alan Palau Güell, Montjuic Kalesi ve Picasso Müzesi'ni yetiştirip gidemedik, bu nedenle bu konularda herhangi bir fikir yumurtlayamıycam maalesef.

Tabii ki de her zamanki gibi biletleri önceden almak zaman kullanımı açısından çok faydalı. En kritik olanlar Sagrada Familia ve Parc Güell. Diğer yerlerde sıra bekleyerek zaman kaybetseniz de içeri girebilirsiniz ancak bu ikisinde biletler giriş saatine göre satıldığı ve içeri alınan kişi sayısına sınır getirildiği için sabah erkenden kapıya gitseniz bile en erken öğleden sonra 2'ye bilet alabilmek ya da hiç bilet bulamayıp kös kös dönmek zorunda kalabilirsiniz. Benden uyarması. Bu ipucu için - ki bence bütün bu yazının en faydalı kısmı - teşekkürlerinizi buradan iletebilirsiniz.

Şimdilik bu kadar ama elbette anlatmaya devam edeceğim. Mesela Binnaz kim, Plaça Reial' de işi ne? Hepsi ve fazlası pek yakında.

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Viva Barcelona!

Neredeyse iki hafta aradan sonra yeniden karşınızdayım. Gördüğüm kadarıyla bu süre zarfında kimsecikler beni merak etmemiş, bir yorum atıp sağlığımı sıhhatimi sormamış. Çok nankörsün sanal dünya...

Oysa sanmıştım ki ben buralarda yoğum deyu hayranlarım meraklanacak, endişelenecek, "bizi bırakma noooolur" diye ağıtlar düzecek. Peh!

Neyse, bu kadar sitem kafi, konumuza dönelim. Ufak bir Barselona'ya seyahatindeydim önceki hafta, sonra gelince de klasik bahar rehaveti kısmı. Bahar gelemedi lakin rahveti geldi.

Barselona seyahatini bir kaç ay evvel planladık. Öncelikle bu seyahate çıkmamıza sponsor olan kredi kartlarımıza teşekkürü bir borç bilirim: mil puan ödüllü kredi kartlarımız sayesinde uçak biletlerini bedavaya getirdik. Bedava sirke baldan tatlı, bedava uçak bileti en bi datlı.

Daha önceki seyahatlerimde de bahsetmiştim, biz sabah odayı terk edip gece yatıya geldiğimiz için otel konusunda oldukça cimri davranıyoruz genelde. En önemli kriterimiz merkezi bir konumda olması, temiz olması ve uygun fiyatlı olması. Maalesef bu sefer otel seçimimden memnun kalmadım. Barcelona Centro deyu bir pansiyon seçtik bu sefer.

Yeri merkezi miydi? Evet. Plaça Catalunya'ya çok yakın, Passeig de Gracia caddesindeydi. Bu cadde tam bir alışveriş caddesi olma haliyle bana Nişantaşı'nı hatırlattı. Tabi oradan kat be kat geniş olduğunu söylemem lazım.

Temiz miydi? Evet.

Fiyatı uygun muydu? Hem de nasıl!

Havaalanından ulaşım çok kolaydı. Aerobus denilen otobüslerle kişi başı 5,90 euro'ya Plaça Catalunya'ya gelip, geniiiiiş caddede mağazalara bakına bakına 10 dakikaya varmadan otele ulaşılabiliyor. 

Lakin çok gürültülüydü. Hem caddeden gelen araç sesleri hem diğer konukların sesleri hem de sabah 7'de oda temizliğine başlayan personelin daaaan-duuuuun diye eşyaları çarpma sesleri... Tam bir karnaval.

Yine de profesyonel bir turist olarak bunların keyfimi kaçırmasına izin vermedim tabii ki. Ver-mem!

Amaaaa sonraki günlerde gezdikçe fark ettim, konaklamak için çok daha cazip, kendine özgü, karakteri olan El Born bölgesinde seçmiş olmayı isterdim. Bu önerimi yabana atmayın. Dokusuyla, kokusuyla, restoranları, kafeleri, sokaklarıyla ben bu El Born'a bayıldım.

el born
Biletinizi aldınız, oteli seçtiniz, peki nereleri gezeceksiniz? Hiiiç merak etmeyin, detaylı gezi planı pek yakında.