30 Mart 2016 Çarşamba

Can'ın İlk Tiviti

Ben bir çocukken bilgisayarlar bu kadar yaygın değildi. İnternet zaten yoktu. Bir Commodore 64'ler vardı, hayal meyal hatırlıyorum.

Erişimi kolay bir şey de değildi, alım gücü yüksek aileler alabilirdi çocuklarına.

Ve yine hatırladığım kadarıyla o çocuklar o bilgisayarda sadece oyun oynardı. Gel gör ki çocuklarının geleceği için onlara gerekli tüm koşulları sağladığı için gönlü ferahlamış anne babalar "kesin bilgisayar mühendisi olacak bizim oğlan, baksana işin kurdu oldu" diye mutluluk duyarlardı.

Şimdi o çocukların ne kadarı bilgisayar mühendisi oldu bilemiyorum ama benim tanıdığım bir kaç kişi herhangi bir şeyin mühendisi dahi olamadı. Demek ki çılgın gibi oyun oynamakla mühendis olmak arasında pozitif korelasyon yokmuş.

3 yaşında tivit atmakla herhangi bir şey arasında korelasyon var mı bilemiyorum ama bizi afaCAN annesinin telefonundan tiviter alemlerine giriş yaptı.

Hem de bu girişi teyzeciğinin bir tivitine yanıt vererek yaptı!

Biliyorum bilinçli bir tercih değil. Ama ben böylesinden daha memnunum. Demek ki bu çocuk bilinç üstünden olduğu kadar bilinç altından da teyzeciğini seviyor, düşünüyor, iletişim halinde olmak istiyor.

Canım benim!

Ben de tarihe not olsun diye ilk tivitini arşivliyorum:


28 Mart 2016 Pazartesi

Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer

Bir kaç sene öncesinin çok satanı Laurent Gounelle'in Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer kitabı geçti elime. Adını çok duymuştum. Hatta kitabı elimde gören ve okuma zevklerimizin benzerlik gösterdiği bir arkadaşım çok güzel bir kitap olduğunu, ne kadar beğendiğini söyleyince iyice meraklandım. Başladım okumaya.

Kahramanımız Alan Greenmor hayattan vazgeçmiş, intihar etmek üzere Eyfel Kulesi'ne çıkmıştır. Tam atlamak üzereyken esrarengiz Yves Dubreuil ortaya çıkar Alan'la bir anlaşma yapmak üzere: Alan'ı intihardan vazgeçmesi ve her dediğini yapması karşılığında mutlu bir insan yapmayı vaat eder. Her dediğini yapacağına yaşamı üzerine söz vermesi koşuluyla.

İntihar etmek üzere olan bir adamın, yaşamı üzerine verdiği herhangi bir söze güvenilir mi bilemedim ama Alan Greenmor sözünün eri çıkıyor ve Yves Dubreuil'e kendini teslim ediyor.

Böyle enteresan bir girişle başlayan kitap daha sonra bir kişisel gelişim kitabı ile kapitalizmin pisliklerine saran iki ayrı kitap  arasında gidip geliyor. Zaman zaman ise hafif dozda kaçmacalı kovalamacalı bir maceraya göz kırpıyor. Tüm bunları 447 sayfada yapıyor, sonuna sürprizli bir final de sıkıştırmayı ihmal etmiyor.

Gördüğünüz üzere kitabın türünün ne olduğunu söylemek güç. Her telden çalıyor.

Peki bütün bunlar bir arada güzel olmuş mu derseniz maalesef olumlu yanıt veremeyeceğim.

Ben kitabı okurken kimi yerlerde çok sıkıldım, uykuyla büyük mücadeleler vermek zorunda kalıp kimi zaman bu mücadeleyi kaybettim. Ancak "başlanan kitap asla yarım bırakılmaz" prensibimden ötürü kendimi zorlaya zorlaya okudum.

Benim için tuhaf bir durum aslında. Ortalama zevklere sahip bir insan olarak genelde çok satan kitapları milyonlarla beraber ben de beğenirim ama bu sefer beni pek sarmadı.


25 Mart 2016 Cuma

Yıllık geleneksel vize serzenişleri

Her sene olduğu gibi bu sene de yıllık geleneksel vize serzenişlerimi yapacağım elbet.

Kendime doğum günü hediyesi olarak Nisan ayında bir seyahat planlıyorum. İtalya'ya. Oh mamma mia, mamma mia; tortellini, tortellini!

Ama önce vize alma engelini aşmam gerekiyordu. Ve her seferinde olduğu gibi yine fotoğraf travmasına maruz kaldım.

Evrakları hazırladım, randevumu aldım, sabahın köründe başvuru için yollara düştüm. Bir tek fotoğraf eksik ama içim de rahat. Başvuru şirketinde uygun bir ücret karşılığı fotoğraf çekim hizmeti veriliyormuş. Kabinlerde foto çektirme konusunda tecrübeliyim ne de olsa.

Çekim için görevli yardımcı olacak dediler. Girdim kabine, görevli yardımcı oluyor: parayı şuraya at, küpelerini çıkar, kımıldamadan dur, dört poz çekilecek.

Nefes bile almadan durdum, makine beni çekti, fotolar çıktı. Şip şak.

Görevli hemen atladı, "çok güzel çıkmışsın". "Ay" dedim,"insanın gözünün içine baka baka da yalan söylenmez ki, doğruyu söylüyorsan daha kötü, güzel halim buysa yazık bana"

El cevap: "Ben neler gördüm"

Vallahi billahi neşem yerine geldi sabah sabah. Adam günümü aydınlattı resmen.

O keyifle başvurumu yaptım, vizeyi kaptım.

Yalnız beyimin iş durumları nedeniyle katılıp katılamayacağı hala meçhul. Ben de beyimli ve beyimsiz olarak iki alternatif plan yaptım. Bu nedenle booking.com ve otellerin kara listesine girmiş olma ihtimalim hayli yüksek.

Aklımca booking'den iki ayrı hesapla farklı kişilermiş gibi rezervasyonlar yaptım. Aman ne yaratıcıyım. Kullandığım mail adresleri adsoyad@xyz.com ve ad.soyad@xyz.com. Bir hesapla 9-11'i arasında tek kişilik rezervasyon, öbürüyle 12-15 arası aynı otelde çift kişilik.

Ay napiim, bulduğum otelleri çok beğendim. Adamlar dalga geçtiğimi sanıp bütün rezervasyonları iptal etmez umarım.

Vize engelini aşıp otel engeline takılmak istemem.

23 Mart 2016 Çarşamba

Engelsfors Üçlemesi - Halka

Dünyayı ele geçirmeye çalışan kötü şeytanlar bu defa üs olarak İsveç'te Engelsfors isimli küçük, sıkıcı kasabayı seçmişler. Hem de kasabanın lisesine konuşlanmışlar.

Ve bu şeytanları durdurabilecek sadece 5 kişi var. 5 benzemez lise öğrencisi. Ve bu 5 ergenin dünyayı kurtarmak için iş birliği içinde olması, birbirlerine güvenmesi, destek olması gerekiyor. Hem de biri okulun en akıllısı, biri en güzeli, biri en asisi, biri en alaya alınanı ve biri en popüleri olan 5 kız öğrenci.

Dünyanın kaderini ellerinde tutan kahramanlarımızın şeytanları yenmekten başka dertleri de var. Hatta kabul görme, aile ilişkileri, ilk aşk gibi ergenlik sorunlarının yanında kimi zaman batsın bu dünya moduna bile giriyorlar.

İşte karşınızda Mats Strandberg ve Sara Bergmark Elfgren'in kaleminden Engelsfors Üçlemesi'nin ilk kitabı: Halka.

Ve ben bunu da okudum!

Fantastik şeyleri sevenler için o kadar da kötü değil. Hatta bir lise öğrencisi olsam kitaba bayıldım bile diyebilirdim ama yaş geçmiş artık.

Kahramanlarımız şeytanlarla ilk mücadelelerinden alınlarının akıyla çıkıyor. Bundan sonraki mücadelelerinde de başarılı olacaklarından kuşkum yok. Ama birisi de tam tersini yazsa. Bir kere de iyiler kaybetse ve kötüler kazansa da bir görsek bakalım neler olacak.

20 Mart 2016 Pazar

Mutlu anlar

İçimiz karardı, ruhumuz daraldı. Evlerimizden çıkmaya korkar, rutinin normalliğini özler olduk. Her gün tanıdıklarımız kontrol etmekten, akşamlar ı "bugün de hayatta kaldım, sevdiğim herkes de hayatta" diye şükrederek bitirmekten vicdan azabı duyar olduk.

Böyle zamanlarda bizi daha iyi hissetiren sevdiklerimizle vakit geçirmeye daha fazla ihtiyacımız var. Bu anların değerini bilin.

HS, OKHOK ve bendenizden oluşan konsey toplantımızı gerçekleştirdik geçtiğimiz günlerde.

Yine derin mevzulara daldık ama en önemli iki konumuz hayat bizi neden yoruyor ve OKHOK'un emeklilik birikimlerini nasıl yeriz oldu.

OKHOK'un emeklilik birikimlerini neden yediğimiz ise ayrı bir konu. Şimdi burada anlatıp laf taşır gibi olmayayım, kendisi uygun görürse anlatır.

HS'nin bu blog'u pek iplemediği de ortaya çıktı. Paraşütün ipini kim bağlar konusunu daha önceden masaya yatırmış olduğumuzdan dolayı ipimi neden kendim bağladığımı okumaya gerek görmemiş. İplemiyormuş beni öyle diyor. Sarışınlığına verdim geçtim.

Ama gecenin yıldızı kesinlikle OHKOK'tu.

Önce sosyal medya ortamlarındaki yeni stratejisiyle gönlümüzü fethetti: "Atara atar, gidere gider, like'a like'la cevap ver". Dilerim bu tutumunu sanal olmayan dünyada da aynı kararlılıkla sürdürür.

Ardından hayatına dair bir tespitiyle içimizi kan ağlattı: "Mutlu olduğum anları çıkar, kalan hayatım b.k gibi" Vah yavrum yaaa, halbuki biz dünyanın geri kalanı, özellikle de mutlu olduğumuz anların dışındaki anlarda keyiften geberiyoruz. Çünkü hepimiz mazoşistiz.

Ya bak valla diyorum insanın böyle arkadaşları olduğu sürece başka eğlenceye gerek var mı? Varlığınız, bana verdiğiniz mutlu anlar için teşekkür ederim. Daha uzun yıllar, böyle manasız şeylerle mutlu olmaya devam edelim.

17 Mart 2016 Perşembe

Diyet Raporu

Her sene olduğu gibi bu yıl da yaz aylarına hazırlık olarak o meşum 5 kilo fazlalıktan kurtulmak üzere harekete geçtim. Bu sefer 3 farkla:
* harekete geçmek için mayısı beklemedim, ilkbaharın resmi başlangıcı olan martta mücadeleye başladım
* profesyonel yardıma başvurdum
* o meşum 5 kilonun biraz daha fazlasını hedefledim

Bu sürecin benden çok diyetisyenin sınavı olacağını da şurada yazdım. 1 haftalık raporumu siz takipçilerimin görüş ve önerilerine sunarım:

1) Pazardan perşembeye kadar programa uyma konusunda hiç bir problemim yok. Diyetisyen ne dediyse harfiyen uyguluyorum. Sıfır fire. Lakin cuma cumartesi oldu mu, tüm çabama rağmen işler çığırından çıkıyor. Sadece nefsimle değil beyimle de mücadele etmem gerekiyor.

"Bak" diyorum "diyetisyene gidiyorum. Prensip olarak yememek için para vermek zaten zor geliyor, bari bir işe yarasın." Bizimkinin hafta sonu programı: akşam şuraya yemeğe gidelim, sabah buraya kahvaltıya gidelim. NE OLACAKmış ki zaten az yiyormuşum!

Kendi metabolizması atom karınca gibi, beni de öyle zannediyor.

2) Beslenme programına harfiyen uyuyorum diyorum ama ölçüler konusunda kafam çok karışık. Misal akşam yemeğinde bir kepçe çorba yazıyor. Tamam da hangi kepçe? Aşağıda evdeki kepçelerden iki örnek var. Siz olsanız hangisini seçersiniz?

Ya da iki dilim ekmek diyor. Buyrun bakalım iki dilim ekmek:

Bir diyetten iyi bir sonuç almak için kritik başarı faktörlerinden biri yemek listesi ise diğeri de ölçülerin standart olması. Japonlar buna poke-yoke diyor.

Yok canım Japonların yemek ölçülerine standart getirmek gibi bir derdi yok. Onlar kafayı üretime takmış. Üretimdeki hataları minimize etmek için geliştirdikleri 1 milyon yöntemden biri de bu. Hata yapılmasını istemiyorsan hatayı yapılamaz hale getir. Örneğin bir kapağın kalemin sol ucuna takılması gerekiyorsa sağ ucu öyle bir dizayn et ki çalışan kendini paralasa o kapağı sağ uca takamasın.

Buradan diyetisyenlere sesleniyorum: poke-yoke'li diyet istiyoruz.

3) Diyetisyenliğin %90'ı göz boyamak. Ben beslenme listemi ilk gördüğümde gözlerim parladı, her gün 4 ara öğün var! Olllllleeeeeeeyyyyyy dedim. Sonra her bir öğünü kontrol ettim. Devasa bir hayal kırıklığı.

5 fındık YA DA 6 bademden öğün olur mu yahu! 5 fındık VE 6 badem olsa bir nebze ikna olacağım ama 5 fındık YA DA 6 bademe "ara" da olsa öğün demek nimete hakarettir. Allah çarpar.

Bir bakın aşağıya 5 fındık ve 6 badem nasıl görünüyor, sonra bana hak verip vermediğinize karar verin. Benim bununla gözüm doymaz ki karnım doysun:


4) Diyetisyen eşrafının tamamı öyle bir memlekette yaşıyor ki orada her mevsim her meyve ve sebze bulunuyor. Düşünün benim programda ananas var! Ben nereden bulayım İstanbul' da hem de bu mevsimde ananası? Elmanın armutun suyu mu çıktı? Sanki bu kiloları ananas yemedim diye aldım da yiyince vereceğim. Te Allaaaam...

Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar. Düzenli raporlarıma devam edeceğim.

16 Mart 2016 Çarşamba

Trendeki Kız

Her gün işe giderken gördüğünüz evlerdeki hayatlar üzerine hikayeler kurar mısınız? Her gün gördüğünüz ama hiç tanımadığınız insanlara isimler verip, onlar için hikayeler yazar mısınız? Şu işte çalışıyordur, şu tür filmleri seyrediyordur, şöyle hobileri vardır, şu yemeği sevmez, şudur, budur.

Eğlenceli bir şey aslında ama dikkatli olmak lazım. Yoksa Rachel Watson gibi başınıza gelmeyen kalmayabilir.

Rachel Watson kim mi? Paula Hawkins'in Trendeki Kız'ı elbette:


Rachel'ın hikayesini okudukça üzülmemek elde değil. Evini, işini, eşini kaybetmiş, alkol batağına batmış. Hayatta hiç bir amacı kalmamış. Her sabah ve akşam aynı saatte aynı trenle yolculuk ediyor ve bu yolculuğu sırasında önünden geçtiği bir evde yaşayan çiftle ilgili kendi hikayesini yazıyor. Hatta onlara isim bile veriyor: Jess ile Jason.

Derken bir gün yine trendeyken Jess'in Jason olmayan bir adamla, evinin bahçesinde öpüştüğünü görüyor. Ama sadece bunu görmesi olaya yeteri kadar heyecan katar mı? Elbette hayır. Bir de ertesi gün gazetede Jess'in kaybolduğunu okumasın mı?

Hah işte, artık Rachel için vakit bu olayın gizemini çözmek üzere harekete geçme vaktidir. Bu yolda başına gelmeyen kalmaz ama her şerde bir hayır vardır ki, bu kayıp vakası Rachel'ın hayatındaki düğümlerin çözülmesine vesile olur. Ak koyun kara koyun ortaya çıkar diyeyim.

Daha da konuşmayayım. Kitabın sürprizli sonunu, henüz okumayan arkadaşlar için bozmuş olmayayım.

Hikaye, üç farklı karakterin ağzından, yer yer farklı, yer yer paralel zaman çizgilerinde anlatılıyor. Farklı zamanlarda geçen hikaye bir noktada birleşiyor ancak birleşene kadar biraz kafa karışıklığı yaratıyor, hikayede hiç adı geçmeyen gizli kişilik kim diye merak oluşturuyor. Ama bunun da sürprizli sonla ilgili olduğu sonunda ortaya çıkıyor.

Böyle gizemli, heyecanlı, sürükleyici hikayeleri zaten severim de kitabı bu kadar sevmemde başka bir sebep daha var. Bu "loser" İngiliz kızlarının şeytanın bacağını kırma hikayelerini ayrıca seviyorum. Hep Bridget Jones şeysi bunlar biliyorum.

10 Mart 2016 Perşembe

Bir Psikiyatristin Gizli Defteri

Eğer üniversiteyi sadece entelektüel sebeplerden okumuş olsaydım ya tarih okurdum ya psikoloji. Sanırım meraklı bir kişilik olmamdan kaynaklanıyor bu.

Evvel ezel hep merak etmişimdir: ne olmuş, nasıl olmuş, neden olmuş. Bu sorularımın insanlığı ilgilendiren kısımlarına bu iki bilim dalıyla yanıtlar bulabileceğimi düşünüyorum. En azından bir kısmına. Ya da belki daha fazla sorulara neden olacaktı. Bilemiyorum.

Ama gerçekten insanların neyi neden yaptığını çok merak ediyorum. Davranışların altında yatan gerçek sebepler neler. Suçlular neden suç işliyor, inandığımız şeylere neden inanıyoruz, insan nasıl ikna oluyor ya da olmuyor... Böyle bir sürü deli sorular.

Bu merakımla Bir Psikiyatristin Gizli Defteri kitabını okumasam olmazdı. (Evet psikoloji ve psikiyatrinin farklı şeyler olduğunu biliyorum ama biraz havalı bir girizgah yapmak istedim)


Başlığın neler vadettiğine baksanıza. Hem psikiyatri, hem sırlar, hem gizler. Heyecan üstüne heyecan. Bir de entrika olsa tadından yenmeyecek.

Kitap Amerikalı bir psikiyatristin, Dr Gary Small'un, meslek hayatı boyunca karşılaşmış olduğu 15 vakayı içeriyor. Elbette gerçek hastaların isimleri, kişisel özellikleri değiştirilmiş. 

Bu kadar hevesle ve heyecanla başladığım kitabı aynı duygularla okumadım. Tamam bir - iki tane oldukça ilginç vaka vardı ama ben kitabın tamamında daha sıra dışı hikayeler bekliyordum belki. Bir de enteresan bulduğum hikayelerde bile benim kitabı okumaktaki motivasyonum asıl olan "Neden" sorusuna tatmin edici yanıtlar bulamadım.

Zaten kitabın amacı da bu değilmiş sanırım. Önsözden öyle anladım. Ammavelakin kitabın amacı ne olursa olsun şundan bir kere daha emin oldum ki psikoloji ya da psikiyatri eğitimi almış biriyle arkadaş olmam çok zor. Olamam herhalde. Kendimi sürekli inceleme altında hissetmek bir yana acaba manipule mi ediliyorum endişesiyle ömür geçmez.

Tamam dürüst psikolog ve psikiyatristler böyle şeyler yapmaz, ama benim böyle bir eğitimim olsa zaman zaman kullanacağımdan eminim.Şu koccccca dünyada bu kadar ahlaksız bir ben olamam değil mi?

9 Mart 2016 Çarşamba

Diyetisyenin benimle imtihanı

Her bahara girerken yeryüzünde yaşayan milyonlarca kadın gibi ben de "ay bir 5 kilo versem" telaşına giriyorum. Kaç kilo olursan ol o 5 kilo hep fazladır zaten.

Her sene bu mücadeleme yalnız başıma girerdim. Ama bu kış o 5 kilonun üstüne bir kaç kilo daha gelince, bir de çalıştığım kurum bir diyetisyenle anlaşma yapınca dedim ki profesyonel yardım alayım.

Hafta başında ilk randevuma gittim. Sevgili diyetisyen ölçtü biçti beni, ne yersin ne kadar hareket edersin diye sorguya da aldı. Bütün sorularına dürüstlükle cevap verdim.

Sonra da kendi sorularımı sordum elbet. İşte o noktada efendi gibi soru sormakla kalıp pazarlığa girişmeyeydim benim için daha iyi olabilirdi sanırım.

Ya tamam herkes beslenme programında sevdiği şeyler olsun ister, bunun pazarlığını da yapar ama ben bir şeyleri yanlış yapmış olabilirim. Yok sebzeyi böyle yerim, eti şöyle yemem, sütü zinhar sade içmem, sabahları illa tatlı bir şeyler ararım isteklerim de bir dereceye kadar makul olabilir. Ama hafta sonu dışarı çıktığımda da bir kaç kadeh bir şey içmek isteğim konusunda ısrarcı olmasaydım daha mı iyi olurdu acaba?

E havalar güzelleşiyor, dışarılarda daha fazla vakit geçirebiliyoruz. Ben de bütüüüüüüün hafta ensemde boza pişercesine çalıştıktan sonra bir cuma ya da cumartesi akşamı bir kaç kadeh bir şeyler içmek istemişim çok mu? Hem Fransız kadınları lıkır lıkır şaraplarını içip incecik kalabiliyorsa hemen de şaraba b.k atmayalım bence.

Ben de bu düşüncelerimi ikna edici bir şekilde diyetisyen hanımla paylaştım, o da normalde beslenme programlarına alkol koymadığını ama benim için dengeleyeceğini söyledi. Bakalım göreceğiz nasıl bir sonuç olacak.

Ama istediğim sonucu elde edebilirsem bu benden çok diyetisyenin başarısı olacak bence.

6 Mart 2016 Pazar

İp sorunsalı

HS, OKHOK ve bendenizden oluşan konseyimizin rutin toplantılarından birinde gündeme gelen konu bir paraşütle atlamak zorunda kalsak ve hayatımız buna bağlı olsa paraşütün ipini kimin bağlamasını istediğimizdi.

Yoooo, "lütfen benim ipimi sen bağla, ay olur mu öyle şey asıl benimkini sen bağla, yok ölümü gör bak sen bağla" topuna girmedik. Birbirimizi, birbirimize yalan söylemeyecek kadar iyi tanıyoruz, dahası birbirimize yalan söylemeye ihtiyaç duymayacağımız kadar sağlam bir dostluğumuz var. Bugünlere kolay gelmedik, nimetlerinden de sonuna kadar yararlanıyoruz.

En önemli nimeti de aklımıza geleni "ay ne düşünürler acaba" kaygısı olmadan pattadanak söylemek. İşte ip konusunda OKHOK eski bir arkadaşının adını söyledi, HS'nin kimi söylediğini hatırlamıyorum, bense şak diye atladım: "kendim bağlarım"

Hemmmmen derin bir iç çekiş eşliğinde acıma dolu bakışlar "nooolcak bu kızın güven sorunu".

Bilmem ki ne olacak, bugünlere gelmemde hiç payınız olmadığını düşünmüyor olamazsınız herhalde!

İşte benim ip bağlama adaylarım ve neden kendim bağladığımın sebepleri:

Annem: Annemden böyle bir şey istesem "Ay ay ay ay, ne olacak şimdi, nasıl bağlarım ben bu ipi" diye panik olur. O panikle o iple kendini sımsıkı bağlar, paraşüt Allah'a emanet. Bu telaşe memureliği genlerimi kimden aldım sanıyorsunuz?

Babam: Babama paraşüt ipinin bağlanması lazım desem "Neden kendini iple sınırlıyorsun, başka seçenekleri düşünsene" der. Alternatif olarak da ip yerine olmayacak bir şey sokar aklıma. Mesela paket lastiği. İpin bağlanmasına ikna olduktan sonra asıl soru gelir: "Birisi sana atla dedi diye atlamak zorunda mısın?" Zaten ben de o noktadan sonra "Hiiiiieeeeyt atlamıyorum işte, sıkıyorsa gelin beni atın bakalım buradan!" diye deneyi nihayete erdiririm.

Kardeşim: Sorduğuma an gelecek cevabı biliyorum "Ay abla yine çözülmeyecek mi zaten, neden bağlıyoruz ki?" Küçükken de böyleydi, hiç değişmedi. Annem ne zaman yatağını toplamasını söylese "Akşama tekrar yatmayacak mıyız zaten neden topluyoruz ki?" derdi. Buna rağmen annemin "Tekrar acıkmayacak mısın, neden yemek yiyorsun o zaman?" sorusuna hiç bir zaman ikna edici bir yanıt bulamadı.

HS: O iple "Bak sevgili ip" diye başlayan öyle bir konuşma yapar ki sonunda ip bağlanma sorunları olduğuna ikna olur. Bu da yetmezmiş gibi konuşmanın sonunda ipi kendini bulmak üzere içsel bir yolculuğa çıkmış görürüz. Daha da o ipten hayır gelmez zaten.

OKHOK: Hakkını yemeyeyim, o ipi en iyi şekilde bağlamak için elinden geleni yapar. Yetmez fazlasını yapar. Kendisini paralar, helak olur. Sonunda ip bağlanır da ondan sonra siz yiyorsa dostunuz o haldeyken o paraşütle atlayın bakalım.

Beyim: Ben 62 defa ipin bağlanması gerektiğini söyleyip 63. defa "tamam hallederiz yaaaa" cevabını aldıktan sonra sinir krizi geçirerek kendimi paraşütsüz falan aşağıya atarken yukarıdan beyimin sesi gelir "tamam işte bağladım, noolcak ki?" Eğer o "noolcak ki" lafını duyarsam yerden sekip geri gelip bu sefer beyimi paraşütsüz aşağıya atarım, ne olacağını görsün diye.

İşte bu şartlar altında bu ipi ben bağlamayayım da ne yapayım. Sanki başka seçeneğim varmış gibi.