27 Şubat 2014 Perşembe

Kariyer Hedefim: Ev Kadını Olmak

Daha önceden hayalimdeki mesleği tariflemiştim değerli okuyucularım için, merak eden varsa buraya tıklayabilir. Yani illa çalışmak zorundaysam böyle bir iş yapmak isterim ama iş görüşmelerinde, performans değerlendirmelerinde falan "kariyer hedefiniz nedir, x yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz" tipi sorular vardır ya. İşte benim bu soruya yanıtım fikstir: "kendimi evde görüyorum". Tabii ki de bunu iç sesim söyler, dış sesim daha profesyonel bir şeyler zırvalamaya çalışır.

Şimdi evrenden ne istesem vermek gibi bir huyu var sağ olsun, o yüzden şu "evde olma" kısmını biraz daha netleştirmek istiyorum, sonra işsizler ordusuna katılmak zorunda kalmayayım.

Sevgili evren, ben para için çalışmak zorunda kalmayacak kadar çok param olsun, sağlığım nedeniyle çalışamıyor olmayayım istiyorum. Tamamen paşa gönlümün tercihi sonucu evde olmak istiyorum. Ben evde olayım ama evde başkaları da olsun istiyorum. Mesela evin işlerini gören bir yardımcı. Ben de gönlümce aylaklık yapabileyim.

Oooooohhhh dolce vita!

Hayal çok güzel değil mi? Ancak çevremde bir çok kişi "şimdi sana böyle hayaller tatlı geliyor ama çalışmaya alışmışsın, sıkılırsın" diyor. Kesinlikle eminim ki sıkılmam, kendimi oyalayacak bir şeyler illa bulurum. Boş kalsam da yapsam dediğim o kadar çok şey var ki.

Ama diyelim ki yanılıyorum, sıkılıvereyim yaaa, nooolcak, rahat batsın, aylaklıktan rahatsız olayım. Canıma minnet.

Tam 14 senedir çalışıyorum. (tam değil ama şimdi buçuk falan karıştırmak istemedim) Bu süre büyüklerimize az gelebilir ama benim de şu fani ömrümün % 40'ı yapıyor efendim.

Bütün ömrüm boyunca uykuda geçirdiğim sürenin tamamından daha fazla yıl ediyor bu.

(Kaba bir hesapla yaşadığım süre boyunca yaklaşık 100.000 saat uyumuşum. Bir yıl 8.760 saat ediyor, yani benim ömrüm boyunca uykuda geçirdiğim süre bile hepi topu 11 yılcık)

Dolayısıyla gönlümce aylaklık yapmayı çoktan hak ettim bence.

Bütün bunları neden yazdığıma gelince. Geçtiğimiz haftaki tatilimizi küresel ısınmanın sebep olduğu hava muhalefeti nedeniyle erken bitirmek zorunda kalınca İstanbul' da aylak aylak değerlendirebileceğimiz iki güne sahip olduk.

Ben bu kadar aylaklığa özenen bir insan olayım, sonra da böyle 2 gün bulunca iki ayağım bir pabuca girsin, ay naaapsak, nasıl değerlendirsek diye. Yapacak bir şey bulamadığımdan değil, yapmak istediğim o kadar çok şey var ki en güzel programı yapayım diye.

Neredeyse heba oluyordu güzelim günler de günü kurtardık sonunda. Onu da başka zaman yazarım artık.

24 Şubat 2014 Pazartesi

Sürpriiiiiiz

Başlığı okuyup da heyecanlanmayın, bu sürpriz sevgili kardeşime.

Kendisi bana sürekli sevgililer günü, bayram, seyran gibi önemli günleri ıskalamamamı, bu özel günlere özel yazılar yazmamı salık verir.

Sevgililer günüyle işim olmaz, bayram desen harala güreleden fırsat bulursam yazarım. Amaaaa bugünkü özel günü hayatta kaçıramazdım.

Bugün benim kardeşimin doğumgünü.

Çok havalı bir yaş olan 33'ünü doldurdu kendisi. Nice nice mutlu yılları olsun. Sağlıkla ve mutlulukla.

Biz çalışan bir annenin çocukları olduğumuz için küçüklüğümüzde çoğunlukla birimiz evinden uzakta, anane evinde büyüdük. (Şimdi cümleyi okuyunca çok dramatik bir şeymiş gibi geldi kulağa ama inanın değildi, anane evini de kendi evimiz bellemiştik)

Ben ilkokula başlayınca sanırım, ikimiz aynı evde yaşamaya başladık çünkü kardeşim de aynı sene anaokuluna başladı, sene 84.

Ananemin kardeşimi eve getirdiği günü hayal meyal hatırlıyorum. Ben ona "burası bizim evimiz, sen misafirsin, gideceksin" demişim. O da annemize gidip "anne burası benim de evim değil mi?" diye sormuş. Daha o zamanlar zalim bir ablaymışım.

Yalan yok, o zamanlar sürekli bir didişme halimiz vardı. Ananem ise tüm bilgeliğiyle sürekli şu lafı ederdi "didişmeyin çocuğum, büyüyünce birbirinizin b.kunu bile arayacaksınız" Anlamazdık o zamanlar.

Sonra 96'da ben üniversiteyi kazandım, üstüne iş güç. O gün bugündür tatiller dışında baba evinden uzaktayım.

Şu dünyada geçirdiğim ömrümün sadece üçte birini kardeşimle aynı evde geçirmişiz. Ananemin ne demek istediğini sonradan anladım.

Hala, benim damarım, onun inadı sağolsun yeri geldi mi yine yeriz birbirimizi. Ama küçükken farkına varmadığımın şimdi farkındayım, o yeme işi sırasında her zaman burnumun ucu sızlar.

Çünkü ben kardeşimi çok severim. Zaman zaman rolleri karıştırsa ve kendisini abla zannedip bana nutuklar falan atmaya başlasa da o hala ben küçük kardeşim, Rokokim.

Aşağıdaki resim sizi şaşırtmasın, bücür olan benim, belki de o yüzden abla zannediyor kendini ama bir kez daha ifade edeyim, ablayım ben ablaaaaa.

canım benim seni çok seviyorum

23 Şubat 2014 Pazar

Küçük hanım kayak tatilinde

Neredeyse bir haftadır tatil nedeniyle sizlere seslenemiyordum sevgili okuyucular. Bilmem yokluğumu hissetiniz mi?

Önceki kısa post'ta da bahsettiğim üzere Pazartesi günü Kartalkaya'ya intikal ettik, plan Cuma'ya kadar kalmaktı lakin ah küresel ısınma, bizi de yaktın. Öğle vakitlerinde çok sıcak olan hava nedeniyle helva gibi olan kar, öğleden sonraları buz yapıp kayma işi de bizim için keyifsiz bir hale gelince Çarşamba gecesi döndük. Üstüne üstlük pistlerde yer yer açıklıklar da oluşmaya başlamıştı.

Napalım, bu sene kısmet bu kadarmış.

Bu kayak zımbırtısına küçüklükten başlamak lazım anacım. Ufacık veletler insanın gözünün önünden vijjjjt diye geçince boyundan posundan utanıyorsun da yapacak bir şey yok. Bir kere ağırlık merkezleri yere yakın, denge konusunda daha iyiler. Bir de düşecem korkusu da yok tabi, salıyorlar kendilerini aşağıya.

Ben öyle miyim ya? Kontrollü gidicem diye ağır vasıta misali, aheste aheste pisti inmeye çalışıyorum. Gerçi beyimin çektiği videoyu izledikten sonra "bu iş böyle olmaz, racon neyse o" dedim, ertesi günü saldım kendimi aşağıya. Rüzgarın kızı halt etmiş yanımda.

Var ya şu kayağa biraz küçükken başlasaydım size şu anda Soçi'den sesleniyor olacaktım. Kış olimpiyatlarında ülkemize ilk altın madalyayı kazandırıp destan yazacaktım.

Türkiye adına büyük kayıp.

"Bu kadar yazıyı senin olmayan kayma yeteneklerin için mi okuduk?" diyen okuyucular, bu seferlik böyle olsun, hoşgörüverin.

Neyse ben kışlık ayak fotomla sizi başbaşa bırakıp kenara çekiliyorum.

17 Şubat 2014 Pazartesi

Yine mi pazartesi yine mi sendrom ayol

Kartalkaya' dan sesleniyorum size sevgili okuyucular. Kısa bir kış tatili.

Bu sene pek yağış olmadı ama idare edeceğiz artık.  Ne demiş atalarımız aza kanaat etmeyen çoğu da bulamaz. Atalarımız böyle bir söz söylemiş mi yoksa ben mi uydurdum bilemedim şimdi ama özetle buna de şükür.

Pistler de yer yer açılma olan yerler var, ogleden sonra da buzlanma oluyor ama bugün kayabildik.  Gerçi ben kaydim da, beyim sabahtan pistlere arz-ı endam edip her tatil olduğu üzere ilk gün ogleden sonra uyuyarak değerlendirdi.  Bakalım yarın nasıl olacak, hem pistler hem beyim.

Şimdilik bu kadar, aşağıda bugünden bir foto. Uzakta belli belirsiz seçilen zat-ı muhterem beyim olur.


15 Şubat 2014 Cumartesi

Şekersiz Ayva Tatlısı

Mutfakla pek aram yoktur ama geçen hafta bu tarifi öğrendim, bugün de denedim. Hem leziz hem hafif oldu. Dedim ki bunu hemen yazayım da bir faydam olsun okuyucularıma.

Ben kendi yaptığım ölçülerle yazacağım, siz daha fazla malzeme kullanabilirsiniz elbette.

2 adet ayvayı ortadan ikiye bölüp çekirdeklerini çıkartıyoruz. İki portakalın da suyunu sıkıp ayvalarla birlikte bir fırın poşetine koyup iyice çalkalıyoruz. Daha sonra fırın poşetinin içine 2 adet çubuk tarçın, 2-3 tane karanfil, bir avuç karışık kuru üzüm (ben evde olan siyah, sarı ve kahverengi üzümlerden koydum) ve ufak ufak doğranmış 4 hurma koyup poşetin ağzını bağlıyoruz. Poşetin kulaklarından kesip fırına atıyoruz. 170 derecelik fırında 90 dakika kadar pişmeye bırakıyoruz.

Pişerken bir mis kokular yayılıyor ki sormayın. Fırından çıkmış görüntüsü de aşağıdaki gibi.


Bir dahaki sefere daha fazla hurma koyacağım, enfes bir tat veriyor. Ayrıca bu tatlıyı elma ve armutla da denemeyi planlıyorum.

Umarım siz de beğenirsiniz.

12 Şubat 2014 Çarşamba

Bütün soruların yanıtları bende

Şimdi ben dün 100. yazımı yazdım ya, bekliyorum ki bugün tebrikler gelsin falan. Tık yok. Allahtan en baştan kendi kendimi tebrik etmişim, yoksa güme gidecekti o kadar emek.

Neyse efendim, 100. yazı şerefine istatistikleri incelerken Google'da neler aranarak benim blog'uma düşülmüş bunları da inceleme fırsatım oldu. Bazıları çok ilginç:

Hafıza kartı bozulunca içindeki fotoğrafları geri getirmek mümkün mü: Valla pek iddialı bir başlık attım ama bu sorunun cevabını ben de bilmiyorum. Bilen varsa bana da anlatsın, bir gün ihtiyacım olabilir, zira bir çok şeyi "aaa bu nasıl çalışıyor acaba" diye incelerken bozmuşluğum çoktur. Bir gün bir hafıza kartını da bozmak uzak bir ihtimal değil.

Titreyen köfte makinası icat olarak: Bu ifadeyi Google'da arattığımda ilk 5 sayfada benim blog çıkmıyor, herhalde daha ileriki sayfalarda vardır. Sanıyorum Bir an evvel icat edilmesi gereken şeyler başlıklı parlak fikirlerimi içeren yazıya link veriyordur. O değil de, ben bu aramayı yapan kişiyle tanışıp sohbet etmek isterim. Hakkaten çok isterim hem de. Kendisine ilk soracağım sorular şunlar olur: "titreyen köfte makinası ile tam olarak ne kastediyorsun, titreme konusunu biraz açıp uygulamalı olarak gösterebilir misin, böyle bir şeye neden ihtiyaç duyuyorsun" Zaten sonrasında laf lafı açar, çok da eğleniriz gibime geliyor.

Parlak fikir anısı, parlak fikir, 2014 parlak iş fikirleri: Bu ifadeleri aratıp da benim blog'uma düşenlerin sonuçtan memnun kalmadıklarını biliyorum ama unutmayın, bu evrende karma diye bir şey var. Arama sonucundan memnun kalmayıp hakkımda kötü düşünürseniz o kötü düşünceler gelir yine sizi bulur. Boşuna beddua\küfür etmeyin yani.

Azeriler Rusça konuşuyor zaten: Bir sorudan ziyade bir tespit olan bu ifade neden aratılmış hiç bir tahminde bulunamadım, vardır bir hikmeti. Spor salonunda Azeri kökenli bir arkadaşım var, yarın kendisine soracağım bakayım Rusça konusunu.

Hoşuma gitti bu konu, zaman zaman analiz edip sizlerle paylaşırım sonuçları.

11 Şubat 2014 Salı

100. yazı kutlu olsun

14 Temmuz 2013'te başladığım blog yolculuğumda 100. yazıma ulaştım.

Tam 213 gün olmuş, yani ortalama 2 günde 1 yazı yazıyorum, fena sayılmaz.

En fazla yaşam etiketinde yazmışım. Yani ıvır zıvır, şaşırmadım. İkinci sırada kitap etiketi geliyor. Spor ve parlak fikirler kategorileri ise üçüncülüğü paylaşıyor. "Yazdıklarınla blog başlığı uyuşmuyor" polemiğine hiç girmiyorum, malzeme bu. Benim adım hıdır elimden gelen budur.

Bu yolculukta beni yalnız bırakmayan düzenli takipçilerime teşekkür ediyorum. Onlar çok değerli çünkü çok nadirler.

Yine geyiğe bağlamadan yapamayacağım. Lise yıllarında mantık dersimiz vardı, hala müfredatta var mı bilemiyorum. Tümevarımın bazen yanlış sonuçlar verebileceğini göstermek için şöyle bir örnek vardı: Nadir olan şey değerlidir, kör at da nadirdir, o zaman kör at değerlidir.

Bu kadar az takipçim olmasına şaşmamak lazım, baksanıza kendilerini kör at yerine koydum. Özürler, özürler.

Neyse konuya geri dönüyorum.

Bu yolculukta beni yanlız bırakan, ne yazmış acaba diye merak edip de iki satır okumayanları da unutmuyorum, isimlerinin teeeeek teeek not ediyorum. Bir gün çok ünlü olduğumda kara kaplı defteri çıkartacağım.

Bu 100 yazı arasında en çok okunan ilk 5 ise şöyle.

5. sırada ilk oryantiring maceramızdan bahsettiğim Ormanda hayat var! başlıklı yazım yer alıyor. İşte sosyal medyanın gücü, bu yazı feysbuk hesabımda link vererek paylaştığım ilk yazı.

4. sırada plan yapmak ve bu planlara uymanın önemini yazdığım Çok parlak hizmetlerden dev bir hizmet daha başlıklı yazı yer alıyor. Bu yazımın okunma sayısı bir öncekiyle başa baş gitse de dev hizmet burun farkıyla önde. Bu durum da gösteriyor ki Günün Çorbası adlı blogu yazan sevgili Yeliz'in sosyal medyadaki popülerliği benden daha fazla. Çünkü Günün Çorbası'nı takip eden canım kardeşim bizim birbirimize ne kadar benzediğimizi düşünerek onun bir yazısında yorum olarak benden bahsetmiş. Dolayısıyla o yazıyı okuyan takipçilerin bir kısmı da merak ederek benim bloguma gelmiş, hoş gelmiş.

Bu arada Yeliz'i şahsen tanımıyorum ama blogunu takip ediyorum, sizin de takip etmenizi öneririm, çok güzel yazıyor. Bir de itiraf edeyim, Yeliz'in yazılarını okuduğumda kendisinin arkadaşım olmasını çok istemiştim, böyle birlikte çok eğleneceğim bir arkadaşım olurdu gibi hissetim.

3. sırada sevgili kardeşimin blogumu daha ilgi çekici hale getirmek için ilettiği önerilerinden bahsedip ilerleme raporumu ilettiğim Daha iyi bir blog için başlıklı yazım yer alıyor. Sanırım bir çok yazarının ortak derdi bloglarını iyileştirmek. Benim yazdıklarım işlerine yarıyorsa ne ala ama bu konuda çok daha iyi bir adres vereceğim: Serdar Kara'nın Blog Hocam sitesi benim de merakla okuyup çok değerli bilgiler edindiğim bir adres, blog yazma konusunda gelişmek isteyen yazarlar muhakkak takip etmeli.

2. sırada ise büyük bir cesaret örneği sergileyip bir takım karmaşık ilişkileri ifşa ederek gerçekleri gün yüzüne çıkardığım Fotoğraf mafyası başlıklı yazım yer alıyor. Gördüğünüz gibi sadece boş işlerle uğraşmayıp kamu yararı da gözeterek adeta bir araştırmacı gazeteci gibi çalışıyorum. Bu yazımın ikinci sırada olmasının sebebi ise yine ablasıyla Günün Çorbası Yeliz arasındaki benzerlikleri ortaya çıkartmak isteyen kardeşim ve benim yeni bir vize başvurusu için 3 ay içinde 2. defa biyometrik foto travması nedeniyle yazının linkini feysbuk hesabımdan paylaşmam. 

Veeee geldik 1. sıraya. En çok okunan yazım, hem de açık arayla, Can'ımızdan bahsettiğim Teyze olmak bu kadar mı güzeldir başlıklı yazım. Bu kadar çok okunmasının sebebi ise Türkiye nüfusunun artması. Nasıl oldu bu iş diyorsanız şöyle oldu diye yanıtlıyorum: bu yazıyı okuyanlar Google'da aşağıdaki kelimeleri arayarak bloguma gelmişler: "teyze olmak, teyze olmak ile ilgili yazılar, teyze olmak sözleri". Yaniii teyze olacağını haber alan hemen internete girip bir arama yapıyor. Teyzeler önemlidir, teyze olmak çok önemlidir. Teyze olanlar o kadar yoğun duygular hisseder ki kelimeler yetersiz kalır. Teyzeler kendini daha iyi ifade edebilmek için yardım alma ihtiyacı hisseder, bu yüzden aynı durumdaki kişilerin hislerini öğrenmek için araştırma yapar. Yaşasın teyzeler! 

Blogumun gelişmesi için sevgili kardeşim kadar çalışan yok, bu aşikar, hatta benden bile çok çalışıyor. Arayıp yazı konuları iletiyor, bir kaç gün yazı gelmese hemen taciz ediyor, şeker patlatmak gibi boş işlerle uğraşmak yerine blog'la uğraşmam gerektiğini sürekli hatırlatıyor. Sağ olsun. Canım yeğenim ise varlığıyla bile okuyucu sayımı arttırıyor. Ana - oğul hummalı bir çalışma. Ama babalarından hiç bir çaba göremiyorum. Olmuyor böyle, ailece desteklerini bekliyorum.

Nice 100. yazılarda görüşmek üzere.

10 Şubat 2014 Pazartesi

Hatasız kul olmaz

Eninde sonunda hata yapacaz, kaçış yok. Önemli olan bu hatalardan ders alıyor muyuz, aynı hatayı tekrarlıyor muyuz falan filan.

Buna rağmen "Hatasız Düşünme Sanatı" kitabını okumadan edemedim. Yazar Rolf Dobelli, çeşitli kararlar alırken en sık yaptığımız 52 hatayı derlemiş toplamış. Okuması çok kolay, sıkmıyor, hızlıca akıyor.

Şimdi 52 maddeyi buraya sıralamayacağım, hem ben sıkılırım, hem siz sıkılırsınız, hem de telif hakkı falan ihlal ediyor olabilirim. Zaten bence 52 tane konu da zorlama olmuş, aynı şeylere farklı isimler verilmiş, bana kalsa 20'ye bağlardım bu işi.

Ama kitabı okuyunca şunun bir kere daha farkına vardım ki yanlış kararlar almaktan kaçınmak mümkün değil. Bir kere safi mantıktan oluşan yaratıklar bile olsak - ki değiliz - doğamız gereği birbiriyle çelişen isteklerimiz nedeniyle verdiğimiz kararların hatalı olması kaçınılmaz.

Mesela kitapta bahsedilen 52 sebepten bir tanesi sıfır risk alma eğilimimiz olarak anlatılmış. Gerçekleşme ihtimali çok küçük de olsa bir risk varsa seçimimizi sıfır risk olan alternatiften yana kullanıyoruz, ama bu alternatif en doğru seçenek olmayabilir diyor yazar. Olasılıkları iyi hesaplayın ve gerekiyorsa ufak riskleri alın diyor, en azından ben böyle anladım.

Daha ileriki bir bölümde ise tam tamına şu cümleler yer alıyor "Kötü iyiden güçlüdür. Olumsuz şeylere olumlu şeylerden daha hassas tepki veririz." Bu tespiti yapmış birinin yukarıdaki paragraftaki gibi risk alın diye önermesi değnek olayını aklıma getiriyor. Hani şu iki ucu olan.

Amaaaan neyse, kitap hayatın anlamını vadetmiyor sonuçta. Bu kitabı okuduktan sonra bir anda aydınlanma yaşamayı da beklemiyordum zaten. Ama aşağıda gördüğünüz gibi bayağı çalışarak okudum kitabı. En azından artık mümkün olduğunca "hımmm muhtemelen şu anda yanlış bir karar vermek üzereyim, dur bakayım bir daha düşüneyim" diye iyice ölçüp biçmeye çalışıyorum. Modern zamanların tabiriyle farkındalığım arttı.


Tabii kitabı okurken de hata olarak nitelendirilen durumların pek çoğunu yaptığımı da fark ettim. Bir kısmının hata olduğunu bilip engel olamadan yapıyorum. Mesela batık maliyet olarak adlandırılan "zararın neresinden dönülse kardır" meselesi. Ben zarardan zor dönüyorum, doğama aykırı. Yanlış olduğunu biliyorum ama engel olamıyorum. 

Bir de ben gelişimimi tamamlayamamışım anacım, fiziksel değil zihinsel olanı. Hala avcılık ve toplayıcılık döneminde yaşadığımı sanıyorum. O dönemdeki atalarımız böyle vahşi hayvanlarla falan haşır neşir olduğu için tehlike sinyali aldıklarında "savaş ya da kaç" yapıyorlarmış ya ama şimdi modern insanın araya "bir dur düşün" aşamasını alması gerekiyormuş. Lakin ben çoğunlukla karar alma haklarımı "savaş ya da kaç" seçenekleri arasında yoğunlukla da savaşma yönünde kullanıyorum. 

Çok yıpranıyorum çok.

9 Şubat 2014 Pazar

Oryantiringe devam

İlk oryantiring maceramızdan burada bahsetmiştim, hatta bir de utanmayıp bir oryantiring rehberi bile hazırlamıştım sizler için.

Sonra araya çeşitli engeller girdi, bir daha fırsat bulamadık bir türlü. Nihayet bugün ikinci oryantiring maceramızı idrak edebildik.

Bu seferki parkur Belgrad Ormanı Geyik Çiftliği mevkisindeydi. Daha önceki Kömürcü Bendi parkuru kesinlikle daha maceralıydı çünkü parkurun tamamı ormanın içindeydi, bu seferki ise bir mesire alanının çevresine serpiştirilmiş hedeflerden oluşuyordu. Bu nedenle parkur daha kolay ama daha heyecansızdı.

Tabii ki bu durum bizim yine yolumuzu - yönümüzü kaybetmemize engel olamadı.

Bir de biz yine hedeften şaşıp "ay ne güzel manzara, hiiii çiçeğe bak, bu otu gördün mü" moduna girdiğimiz için süre uçtu gitti. Hatta bu seferki performansımız ilkinden bile kötüydü. Parkuru 1 saat 25 dakikada tamamlayabildik. İlk seferki tecrübemizde 5 hedef vardı ve parkurun kuş uçuşu uzunluğa 1 km civarındaydı. Bu seferkinde ise 7 hedef vardı ve parkur uzunluğu 2,3 km idi. Bizim toplam kat ettiğimiz mesafe ise 5,5 km civarında idi. Parkur ilk sefere göre daha uzundu ama bizim performansımız da kesinlikle daha kötüydü.

Ama lütfen aşağıdaki manzaraya bir bakın ve oyalanmakta haksız mıyız siz karar verin.


Yine çok güzel çiçek ve bitkiler vardı yolumuzun üzerinde. Mesela aşağıda resmini gördüğünüz bitkiyle karşılaştım. Bu otumsu dikenimsi bitkiyi küçüklüğümden hatırlıyorum. Benim ilkokula gittiğim yerde ormanda bulunurdu, ve bunları öğretmenlerimize verirdik, onlar da yakasına takardı. O yüzden ben bunlara öğretmen çiçeği diyorum, gerçek adını bilip de paylaşacak olan olursa çok memnun olurum.


Lojistik konulara gelecek olursak geçen seferden hazırlıklıydım bu sefer. Sabah erkenden kalktım, çayı demledim termosa doldurdum, sandviçlerimizi, meyvelerimizi hazırladım. Mebzul miktarda su stokumu da alıp evden öyle çıktım. Dolayısıyla bitişte de sefil olmadık.

Beyimse bütün bu çabama teşekkür edeceği yerde "bu sandviçin içine azıcık domates biber de koysaydın" diyerek büyük bir cesaret örneği sergiledi, duymazdan geldim.

Çıkışta da yolumuzun üzerindeki Atatürk Arboretum'una uğradık. Bilmeyenler için arboretum ağaç parkı demek. Burası Belgrad Ormanı giriş yolu üzerinde, büyük bir arazi. Gerçekten çok çeşitli ağaçlar var, ancak mevsim kış olduğu için ağaçlar çoğunlukla kuru dallardan ibaretti, baharda tekrar gelmek üzere hızlı bir tur atmakla yetindik.

Doğayla haşır neşir geçen bu güzel günün sonunda adım sayım ise 21:54 itibarı ile 14.720. (adım sayısı konusunda bilgi almak isteyenler buraya bir tık) Hem ziyaret hem ticaret :)))

6 Şubat 2014 Perşembe

Oldu işte gerçek oldu zum-bam-bom

Bugün zumbacılık* mesleğine bir giriş yaptım!

Daha evvel yazmıştım zumba hevesimi, dilerseniz buraya tıklayıp okuyabilirsiniz. Bir ara beceremiyorum, sulandırıyorum diye canım sıkılmıştı, onu da şuradan okuyabilirsiniz.

Ama bugün zumba konusunda bir dönüm noktası yaşadım, vekil hoca oldum!!!

Gerçek hocamızın bir ara stüdyodan çıkması gerekti, bana dedi ki "bu dansı sen yaptırabilir misin?" Yaptırabilir miyim ne demek, elime böyle bir fırsat geçmiş geri çevirir miyim. Hareketleri hatırlamasam bile uydururum yine yaptırırım.

Hemen geçtim sınıfın önüne, anons ettim "ben geçici hoca oldum, bu dansı birlikte yapacağız"

Veeeee sahne!

Müzikle beraber başladım, hem dans ettim, hem de talimatları verdim " evet hanımlar 1-1-2, şimdi sağa, hop şimdi de sola"

Pek hoşuma gitti, hem de hatasız tamamladım, bitince selamımı verdim, alkışımı aldım.

Bir kariyer değişikliği planladığım zaman alternatifler arasına zumbacılık da girdi. Neden olmasın? Bence çok başarılı da olurum.

* zumbacılık: zumba hocası demeye utandığım için zumba yaptıran kişi manasına gelen tarafımca uydurulmuş bir terimdir, Türkçe'ye armağan olsun

4 Şubat 2014 Salı

İdam cezası neden bir çok hukuk sisteminde kaldırılmıştır bilir misiniz?


Hipotez kelimesinin anlamı TDK sözlüğünde "varsayım"olarak yer alıyor. Vikipedi' de ise "doğruluğu bir araştırma ya da deney ile test edilmeye çalışılan öngörü" olarak tanımlanıyor.

Eldeki verilerle yaptığımız test sonucu hipotezin doğruluğunu kabul ya da reddederiz. Eğer hipotezimiz doğruysa, ama elimizdeki veriler bu hipotezin doğruluğunu kanıtlamaya yeterli olmadığı için hipotezi reddediyorsak istatistikte bu hataya 1. tür hata ya da alfa hatası adı verilir.

Tam tersi durumda ise, yani hipotez yanlış ama biz test sonucu hipotezin yanlış olduğunu ortaya çıkaramadığımız için doğru kabul ediyorsak da bu hataya 2. tür hata ya da beta hatası adı verilir.

Mesela bir suç işlendiyse, ortada bir de zanlı varsa, farz-ı mahal zanlımızın adı Mevlüt olsun, "Mevlüt suçludur" demek bir hipotezdir. Mevlüt'ün gerçekten suçlu olup olmadığını ortaya çıkartmak için, yani hipotezi test etmek için, tanıklar, kamera görüntüleri gibi somut kanıtlar gerekir.

Eldeki kanıtlar Mevlüt'ün suçlu olduğunu kanıtlamıyor ve Mevlüt beraat ediyorsa; fakat aslında Mevlüt suçluysa alfa hatası yapmış oluyoruz. Öte yandan kanıtlar Mevlüt'ün suçlu olduğuna işaret ediyor ve Mevlüt buna göre ceza alıyorsa; fakat aslında Mevlüt masumsa da beta hatası yapmış oluyoruz.

Şu ana kadar yazdıklarımı aşağıdaki tabloda özetlemeye çalıştım, tablo pek şık değil, beceremedim, ama şekle şemale takılmayın içinde yazanları okuyun:



Konunun felsefi, toplumsal, ahlaki boyutları bir tarafa, idam cezalarının kaldırılmasının temelinde beta hatası yatar: bir zanlı hakkında suçlu kararı verildiğinde, bu kararın yanlış olma olasılığı ve idam cezasının geri dönülemezliği.

"İyi ama ya kanıtlar" diyenlere de tanıkların yalan söyleme, delillerle oynanama olasılıkları yanıtı verilebilir.

Tüm bunlar işin teorisi. Benimse bu konuda kafam karışık. Mantıklı tarafım "prensip doğru" diyor, duygusal tarafımsa prensibi teoriyi bir yana bırakıp" peki adalet nasıl sağlanacak?" diye soruyor.

***************************

Akşam akşam uzun, sıkıcı ve tatsız bir yazı oldu. Ancak gencecik bir insan, hem de dövülerek öldürülüyorsa, hem de o kadar kamera görüntüsü, tanık ifadesi varsa, üstüne üstlük adaletin tecelli etmesi zora koşuluyorsa, olayı örtbas etmeye çalışanlar ödül alıyorsa, insanın aklına böyle şeyler geliyor.

İnsan olanın önce vicdanı olmalı...

2 Şubat 2014 Pazar

Sushimoto

Efendim biz küçükken annem ben ve kardeşimin suşisini asla ihmal etmezdi, günde en az bir öğün. İşte bu parlak zekamı küçükken lüplettiğim suşilere borçluyum.

Şaka bir yana bu suşi zımbırtısını ilk yediğimde sevmediğimi hatırlıyorum da sonra nasıl oldu da beğenmeye başladığımı hatırlayamıyorum. Hatta bir kaç sene evvel Londra seyahatimden dönerken havaalanına erken gitmiştim de karnım acıkınca bir suşi-bar'a girmiştim.

Sistem şöyle işliyordu: büyük oval bir masanın ortasında sürekli dönen bir bant var, bu masanın çevresine oturan müşteriler bantın üzerinde dönen tabaklardan istediklerini seçiyor. Değişik renkli tabaklarda değişik cins suşiler var, sonunda bitirdiğinde önündeki tabak renk ve sayısına göre hesap çıkıyor.

Tabak sayısını hatırlamıyorum ama tüm Londra seyahatim boyunca en fazla yemek ücretini burada ödediğimi hatırlıyorum. Hem havaalanı olmasından hem de aldığım çok fazla sayıdaki tabaktan dolayı. Neden çok tabak aldım peki? Çünkü sadece görünüşlerine göre seçiyordum, neyin ne olduğunu bilmiyordum. Dolayısıyla aldıklarımın bir kısmını yiyemeden sadece denemiş olmuştum.

O günden bugüne köprünün altından çok sular aktı, artık bir suşi uzmanı olmasam da en azından sevdiklerimin ismini biliyorum, isimlerinden neyin içinde ne olduğunu az çok tahmin edebiliyorum.

2012 sonlarında Armutlu'da yeni bir suşici açıldı, Sushimoto. Hem menüsündeki değişik suşilerden dolayı hem de bulunduğu semt itibarıyla üstünde çok yazıldı, yazılıyor. Bir de duyduğuma göre güzide sanatçılarımız ve oyuncularımızın da tercih ettiği bir mekanmış.

Nihayet dün akşam biz de bir denetim yapalım dedik. Öncelikle belirteyim ki biz gittiğimizde ünlü yoktu. İkinci olarak söylemem gereken şey personelin çok kibar olduğu. Medeniyet, nezaket, görgü kurallarıyla falan hiç bir derdim yok, ama konuşmalar böyle "evet efendim, sepet efendim" çizgisine kayınca bende de ufak rahatsızlık başlıyor.

Yaa evet, sorun bende, geçelim.

Geniş bir menü var, tabii ki hepsini denemek mümkün değil, biz 5 farklı çeşit denedik. Menüdeki adlarıyla sebass tiradito, seared scallop, tiger prawn special, sushi ball ve california roll.

Öncelikle belirteyim ki denediğim her şeyi tavsiye ederim. Sebass tiradito, trüf yağı ile tatlandırılmış levrek carpaccio idi. Tam gurme yazarı gibi oldum, asıl şimdiki cümleye bakın: seared scallop karamelize soğan yatağında sunulan deniz tarağı idi. Gaza geldim, gurme cümlesi diye de soğanlar için yataktan ziyade yorgan demek daha doğru, yani üstteydi. Karamelize soğan dediğim de cips haline getirilmiş soğanlardı. Kişisel fikrimdir ama ben bu tabağa soğanı pek yakıştıramadım.

Tiger prawn special ise çiğ balık yiyemeyenlerin tercih edebileceği, porsiyon olarak da doyurucu bir tabak. Kızarmış bir jumbo karides roll haline getirilmiş, dışındaki roll da kızarmış. Hem içinin hem dışının kızarmış olması nedeniyle suşi konseptine göre ağır olsa da lezzeti yerinde.

Sushi ball ise adından da tahmin edilebileceği gibi üzerine özel bir sos dökülmüş somonla kaplanmış pirinç topları şeklinde sunuluyor. California roll ise batı stilinde sunulan suşi klasiği.

Daha önce dediğim gibi ben yediğim her şeyi beğendim ama suşiyle arası olmayan beyim "tamam işte yedim, ama bir daha yemem" diyerek konuyu özetledi.

Tabii ki de suşi yemenin en meşakkatli unsuru olan çubuklarla imtihanım da her zamanki gibi zorlu geçti. Ancak bu sefer destek aldım. Çubuklara yukarıdan takılıp aralarındaki mesafeyi sabit tutarak sadece ucunu kıstırmaya yarayan bir aparat varmış, ben ilk defa gördüm şahsen. Bu aparattan kullandık, çubuklarla yemek hayli kolay oldu bu sefer.

İlk defa çubuklarla yemeyi deneyen beyim ise çubukları eline alır almaz "yaaa aslında bunlara şöyle şöyle bir aparat yapacaksın" diye mekanizmayı bana anlatmaya başlamıştı bile. Söylememe gerek bile yok, cin fikirlidir kendisi.

Özetlemek gerekirse, eğer suşi seviyorsanız Sushimoto'yu kesinlikle denemenizi tavsiye ederim. Özellikle menüde moto style adı altında sunulan çeşitler gerçekten değişik.