29 Kasım 2013 Cuma

Kısa kısa haberler

Önce güzel haberler...
  • Bir önceki yazımda bahsettiğim (buradan ulaşabilirsiniz) D&R problemim çözüldü. Hiç öyle tahmin ettiğiniz kadar zor olmadı, her zaman derim doğru insanları tanımak hayatı kolaylaştırır. Yani tutar bana iade edildi de siparişimi alamadım tabi, ellerim böğrümde kalakaldım, artık haftaya yeni sipariş vereceğim. Siparişi neden haftaya veriyorum merak ediyorsanız bir sonraki maddeye geçiniz.
  • Hani şu fotoğraf mafyasının varlığını ortaya çıkarttığım yazım var ya (buraya tıklayıverin) işte o yazıda bahsettiğim seyahate gidebiliyorum. Salı günü geldi pasaport konsolosluktan. Cumartesi sabahı uçuyorum, Viyana'ya. Çarşamba gecesi döneceğim. Kendime güzel bir program da hazırladım. Oraların soğuk olmasından gayrı bir endişem yok.
Şimdi nötr haberler...
  • Eğer şimdiye kadar tanınmış, ünlü bir blog yazarı olabilseydim, Avrupa'da yaşayan takipçilerimle buluşma fırsatı yakalayabilirdik ama bir dahaki sefere inşallah.
Şimdi de o kadar güzel olmayan haberler...
  •  Yukarıda bahsettiğim seyahatten dolayı bir hafta kadar buralarda olamayacağım. Beni merak etmeyin. Dönünce yine yazmaya devam.
  • Haftaya maalesef Hürrem'i ve zumba derslerimi kaçıracağım. Dersler salı ve perşembe günleri. Çarşamba gecesi döneceğim, perşembe işe gideceğim ama akşamına zumbaya gidebilmek için şartları zorlayacağım. 

27 Kasım 2013 Çarşamba

Kitap okuma hedefime kimler taş koydu?

2 hafta kadar önceki bir yazımda kitap okuma konusundaki hedefimden bahsetmiştim (tıklayınız); keyfim için 3 kitap, gelişim için 1 kitap.

Bu yazıyı yazdıktan sonra 2 tane keyfim için kitabı okudum, hatta haklarında yazdım, onlar da burada ve şurada. Gerçi yazarken de belirttim, bunlar pek keyifle okunacak kitaplar değildi. Neyse, okudum bitti.

Bu arada evdeki okunacak kitap stoku da bitti, ben de beyime aldığımız Adı Aylin'e başladım, onun da bitmesine yakın internetten yeni siparişlerimi verdim. Tam 7 kitap, 2 aylık stok hazır olacak derken D&R bana kazık attı.

Kitapları genelde internetten sipariş ediyorum, fiyatları daha uygun oluyor. Her zaman hepsiburada.com'u kullanırdım, hiç de sorun yaşamadım. Bu sefer dedim ki piyasa araştırması yapayım, demez olaydım.

İstediğim kitapların fiyatlarını 5 değişik siteden karşılaştırdım, en uygunu D&R oluyordu, siparişleri verdim.

Ben verdim de onlar almadılar, ama tutarı güzelce kartımdan çektiler. Dedim ki yanlışlık olmuştur, olabilir. Mail attım, 1 gün bekledim, sonra aradım. Hiç bir gelişme yok. Yavaş yavaş sinirlenmeye başladım, tekrar aradım. "Vazgeçtim, almıyorum, iptal edin, tutarı da iade edin" dedim. "Talebinizi işleme koymak üzere ilgili birime iletiyoruz" yanıtını aldım.

Sinirler iyice gerildi ama sakin kalmaya çalışıyorum.Telefondaki kızcağıza dedim ki "Anlaşıldı, biz çözemeyeceğiz konuyu şu anda, şimdi kapatıyorum, yarın da sizden bilgi bekliyorum, eğer ki çözülmezse işte o zaman zor müşteri nasıl olur tanımak zorunda kalacaksınız."

Ay o sinirle böyle tehdit falan savurdum ama yarın çözülmezse ne yaparım henüz bilemiyorum. Bir kere telefonda çok kırıcı olacağıma eminim, artık hangi şanslı çağrı merkezi görevlisine denk geleceksem şimdiden özür dilerim. Bir de sosyal medyadan medet umuyorum, önümüzdeki bir kaç gün içinde D&R aleyhine bir kampanyaya denk gelirseniz bilin ki müsebbibi benim. Yok, sosyal medyada bir fenomen falan değilim ama artık ne kadar forsum varsa kullanacağım. Bakalım görecez ne kadar forsum varmış.

Neyse ben bu arada Adı Aylin' den bahsedeyim.


Aslında ben bu kitabı seneleeeeer önce, belki de ilk çıktığı zaman okumuş, çok da etkilenmiştim. Beyim de geçenlerde evdeki bazı Ayşe Kulin kitaplarını okudu, beğendi. Bunun üstüne bu kitabı da indirimde görünce almıştık, okur diye. Kitap durdu durdu durdu, bizimki okumadı. Benim de stok bitince bari ziyan olmasın kitap, ben tekrar okuyayım dedim.

Dediğim gibi kitabı ilk okuduğum zaman Aylin'in yaşamından çok etkilenmiş, hayran kalmıştım. Fakat bu okumamda çok antipatik buldum kendisini.

Yaşamayı seven, kaliteli yaşayan bir kadınmış. Aile ve dostlarıyla çok sağlam ilişkiler de kurmuş ancak gönül işlerinde bencil buldum bu sefer kendisini. Özgür ruhlu olmak güzel, insanın hayallerinin peşinde koşması takdir edilesi ancak bencilikle arasında çok ince bir çizgi var.

Bir de kitapta bir cümle yer alıyordu "...New York'un sorumsuzluktan, boşluktan sapıtan şımarık, zengin hastalarının abuk sabuk sorunlarıyla uğraşmaktan da bıkmıştı". İşte bu cümleyi okuduğumda Aylin hakkında tam da bunu düşünüyordum.

Neyse bu konu hakkında daha fazla ahkam kesmeyeyim, iyisiyle kötüsüyle sıra dışı bir hayat yaşayıp sonra herkes gibi göçüp gitmiş bu dünyadan. Bu kadar da seveni olduğuna göre yukarıda yazdıklarım benim halt yemem oluyor deyip geçiyorum.

Benim asıl derdim şimdi kitapsızlık. Bu akşam serviste yol bitmek bilmedi, öyle boş boş otur dur. Telefonla oyalanmaya çalıştım. Yarın sabah da uyuyup falan idare ederim kendimi, ama akşama bir çare bulmam şart.

26 Kasım 2013 Salı

Oryantiring rehberi

Bir önceki yazımı okuyanlar (ki henüz okumamış olanlar varsa buradan ulaşabilir) ilk oryantiring maceramı tecrübe ettiğimi biliyor. Bu nedenle başlığı okuyup da "hadi canım sen de, bir gün gittin, profesör mü oldun, tavsiye falan nooluyo haddini bil" dediğinizi duyar gibiyim.

Olsun, duymazdan geliyorum.

Zira biz gitmeden önce ön hazırlıklar ve başıma neler geleceğiyle ilgili kafamda bir çok soru vardı. Maalesef internette bu konuda fazla bilgi yok. Bu nedenle bu işe ilgi duyan ve denemek isteyenler varsa tecrübemden faydalanmak isteyebilir diye düşünerek aşağıda tavsiyelerimi sıralıyorum.

Oryantiringe giderken nasıl bir ayakkabı giymeliyim?
İnternette bu konuda bir araştırma yaparsanız şu cevapla karşılaşacaksınız "oryantiring için özel üretilmiş çivili ayakkabılar var ancak kaymayan, zemini iyi kavrayan bir koşu ayakkabısı da yeterli olacaktır" İyi de bu nasıl bir ayakkabı oluyor?

En önemlisi ayakkabının ıslak zeminde kaymaması. Özellikle bu mevsimde. Mevcut spor ayakkabılarınız spor salonunda nemli ortamda kayıyorsa işe yaramayacaktır, salona gitmiyorsanız da evde test edin çünkü bu konu önemli.

Rahat koşmak için de ayakkabının hafif ve boğazsız olması gerekiyor.

Bir de su geçirmeyen bir ayakkabı olmasında fayda var, zira parkur sırasında bir kaç defa dereden geçmek, fark etmeden ya da zorunluluktan su birikintisine girmek durumunda kalabiliyorsunuz. Su geçirmeme konusu çok elzem değil ama ayacıklarınızın ıslanıp üşümesini istemiyorsanız buna dikkat edin derim.

Yaptığım araştırmalar sonucu en fazla tercih edilen ayakkabı markasının Salomon olduğunu öğrendim. Bunun dışında Columbia, New Balance, Adidas, Nike, Merrell markalarının da bu amaca uygun modelleri var. Bu markaların yukarıda bahsedilen özelliklere sahip modellerinin fiyatları ise 270-400 TL aralığında değişiyor. Bu kadar parayı gözden çıkarmadan önce eldeki malzemeyle dikkatli bir şekilde kendini denemekte fayda var.

Peki nasıl bir kıyafet seçmeliyim?
Ben alt olarak pamuklu bir eşofman, üste de yine pamuklu bir sweatshirt giydim. Ancak gözlemlediğim kadarıyla alta sentetik kumaştan spor için imal edilmiş tayt giymek en rahatı. Eğer eşofman giyecekseniz de paçaları çorapların içine sokarak haşere, diken vs girme olasılığı ve takılmalara karşı önlem alın.

Çorapları ise mümkün olduğunca uzun konçlululardan seçmek iyi olacaktır.

Üste çok kalın giyilmemesi gerek zira hareket halinde zaten çok fazla terleyeceksiniz. Üşümeye karşı lahana usulü kat kat giyinme uygulanabilir. Mesela alta uzun kollu spor body'lerinden üstüne de ince bir polar giyebilirsiniz. Terlediğinizde de poları belinize bağlayıp koşmaya devam edebilirsiniz. Yağışlı havada ise ince bir yağmurluk uygun olacaktır.

Bir kaç katılımcının kısa şort ve kısa kollu tişört giydiğini gördüm ama sizlerin giymesini tavsiye etmiyorum. Çalılar, dallar çizebilir. Gerçi ben uzun eşofman giymiş olmama rağmen eve geldiğimde bacaklarımda bir çok çizik gördüm. Tabi bu biraz benim heyecanımdan kaynaklanıyor, hiç düşmedim ama yokuş aşağı kendimi kaptırıp sonra duramadığım için çeşitli çalılardan yardım istemek durumunda kaldım. Bazı çalı grupları o kadar da yardım sever değildi.

Bir de kıyafetinizde fermuarlı bir cep olmasını şiddetle tavsiye ediyorum. Başka bir şey taşımanız gerekmiyor ama eğer ulaşımı arabanızla sağladıysanız anahtarı koyabilecek en emin yer fermuarlı bir cep.

Yanımda ne götürmem gerek?
Kesinlikle su şart. Biz ilk parkura "amaaan nasıl taşıyacağız" diyerek enayi gibi su almadan çıktık, döndüğümüzde dilim damağıma yapışmıştı. İkinci tura çıkarken aldım su şişesini elimde taşıdım, olmadı sweatshirtümün önündeki cep bölgesinde taşıdım. Su şart. Daha deneyimli katılımcılar sırt askısında su şişesi koyma cebi olan küçük çantalar taşıyordu. Halihazırda böyle bir çantanız varsa kullanabilirsiniz, yoksa da bir formül bulup suyu taşıyın işte. Dedim ya su şart.

Koşma işi bittikten sonra acayip bir açlık geliyor. (Yani bana geldi de beyim biyonik adam olduğu için acıkmamıştı yine, üstelik sabah da kahvaltı etmemesine rağmen. Ben sürekli açım zaten.) Yanınızda meyve, küçük sandviçler götürmekte fayda var. Biz bunu akıl edemedik, yanımızda hiç bir şey yoktu ama ders oldu, bir dahaki sefere piknik sepeti hazırlayacağım.

Bunun dışında yedek kıyafet de gerekli. Çünkü hem terliyorsunuz hem de ıslanma ihtimaliniz var. Ancak kıyafetinizi değiştirmek için yer bulmak sorun olabilir.

Bir de her ihtimale karşı boynunuza bir düdük takmakta fayda var. Gerçi parkurlarda bir sürü insanla karşılaşıyorsunuz. Ama yine de tedbirli olmaktan zarar gelmez.

Oryantiring yapmanın bir maliyeti var mı?
Belgrad Ormanlarına otomobil giriş ücreti 10 TL. Oryantiring katılım ücretlerine ise buradan İOG' nin sitesine ulaşarak öğrenebilirsiniz. Bozuk para bulundurmanız tavsiye edilir.

Önceden yapmam gereken hazırlık var mı?
İOG'nin sitesindeki eğitim dokümanlarını okumanızda fayda var. Buradan ulaşabilirsiniz. Özellikle harita işaretlerini dikkatli okuyun.

Başlamadan önce ne yapmalıyım?
Çıkıştan önce tecrübeli katılımcılar harita okuma konusunda eğitim veriyor, iyi dinleyin. Tüm sorularınızı da çekinmeden sorun, sabırla yanıtlıyorlar.

Başladıktan sonra ne yapmalıyım?
İlk defa katılıyorsanız süreden çok haritayı anlamaya öncelik verin. Yani bir hedefe ulaştığınızda hemen bir sonraki hedefe yönelmek yerine bulunduğunuz yeri harita üzerinde iyice çözmeye çalışın. Çevrenize bakın ve haritada yol, patika, tepe, devrilmiş ağaç, yeşillik vs olarak işaretlenmiş yerlerin fiziksel olarak neye benzediğini anlamaya çalışın, buna zaman harcayın. Değecek.

Nasıl koşmalıyım?
Koşma tekniği konusunda tavsiye verecek kadar bilgim yok ama bu konuda söyleyecek iki lafım var. Birincisi koşarken şarkı söylemeyin, illa söyleyecekseniz içinizden söyleyin. Nefes kullanımı açısından daha faydalı. İkincisi nasıl duracağınızı kestiremiyorsanız koşmaya başlamayın. Ciddiyim. İlk başta çok eğlenceli oluyor ama sonunu düşünmekte fayda var.

Şimdi bir düşündüm de amaaaaan boş verin şarkı söylemek istiyorsanız söyleyin, koşmak istiyorsanız koşun. Sonunu düşünen kahraman olamaz.

Sonuç olarak
Keyfini çıkarın, eğlenin. Hem oyun hem spor bir arada, daha ne olsun.

24 Kasım 2013 Pazar

Ormanda hayat var!

Oryantirinig kelimesini ilk defa üniversiteyi kazandığımda duymuştum. Sınav sonuçları açıklanıp da okul belli olduktan sonra kayıt yaptırmaya geldik İstanbul'a. Kayıt sırasında dediler ki "Okul şu tarihte açılıyor, 1 hafta öncesinde ise 3 günlük orienteering programı var".

Liseden aynı okulu kazandığım arkadaşımla bindik otobüse geldik 1 hafta öncesinde "orienteering" e katılmak için.

Okul bittikten sonra da oryantiring diye bir şey duydum. Bizim okul biraz havalıydı, İngilizce yazıp çiziyordu, ama oryantingciler o kadar havalı değildi, Türkçe telaffuzuyla yazıyorlardı. Ama ben kelimeyi görür görmez tanıdım. "Aaaa ben biliyorum bu işi, demek Belgrad Ormanı' nda ormanı tanıtacaklar" dedim. Araştırmaya da devam ettim.

Araştırmalarım sonucu öğrendim ki oryantiring bir hedef bulma oyunuymuş, amaç ormanı tanıtım turu falan değilmiş yani. Özel hazırlanmış bir harita ve bir pusula ile yönünü bulmaya çalışıyorsun, haritada belirtilmiş hedeflere sırasıyla uğrayıp bitiş noktasına varmaya çalışıyorsun. Hedeflere doğru sırada uğraman gerekiyor, aynı zamanda süreye karşı da yarışıyorsun.

Kulağa oldukça eğlenceli ve macera dolu geliyordu. O dönemde çok istedim ancak lojistik problemlerden dolayı mümkün olamadı. Sonra unutmuşum. Taaaa ki geçen pazara kadar.

Pazar akşamı, evde miskinlik yapıyoruz. Ben şeker patlatıyorum, beyimin de elinde kumanda zap yapıyor. Şimdi kumanda benim elimde olsa gideceğim kanallar bellidir, beyim ise spor kanalları ile belgesel kanalları arasında gezinir. Geçen hafta hem liglerin tatil olması hem de kumandanın benim elimde olmamasıyla kader ağlarını örmeye başlamış, haberimiz yok.

İz Tv' yi açtı kendisi. Bir belgesel var, "İstanbul 5 Days". Benim de gözüm takıldı, "oryantiring yapıyorlar galiba" dedim. Beyim de bir çok insan gibi hiç duymamış, kısaca bahsettim. Onun da ilgisini çekti, yapar mıyız yaparız, en azından deneriz dedik. Hemen internette araştırmaya başladık ve İstanbul Orienteering Grubu (İOG) sayfasını bulduk.

Her pazar günü Belgrad Ormanı'nın farklı bir bölgesinde toplanıp antrenman yapıyorlarmış ve yeni başlayanlar da katılabiliyormuş. Hemen kayıt olduk ve pazar gününü beklemeye başladık.

Ben çok heyecanlıydım açıkçası, acaba yapabilecek miyiz, ormanda başımıza bir iş gelir mi diye düşündüm durdum. Cumartesi günü düdük bile aradım, boynuma takayım da kaybolursam çalarım diye, bulamadım. Bu sabah 7'de kalktık, yollara düştük, 8:30'da Kömürcü Bendi'ndeki buluşma yerine vardık. Toplanma 9'da, çıkışlar 9:30'da başlıyordu ama benim ısrarlarım sonucu 1 saat öncesinde vararak, hazır ve nazır, heves ve heyecanla beklemeye başladık.

Beklerken başkaları da gelmeye başladı, herkes o kadar profesyonel görünüyordu ki gözüm korktu doğrusu. Biz ve bizim gibi yeni başlayan 5-6 kişiye bir eğitim verildi, harita okuma konusunda. Sonra kaydımızı yaptırdık ve başlangıç parkurundan ormana daldık. 

Bir gaz başladık koşmaya, haritaya bakıyoruz, "sağda bir patika görmemiz lazım" diyerek koştuk, yürüdük, koştuk. Patika falan yok. En iyisi dönüp baştan başlamak dedik, geri koşmaya başladık. Tekrar başlangıç noktasına döndük, ancak bu arada 15 dakika kadar zaman kaybettik. Bu sefer yoldan değil de ağaçların arasından vurduk kendimizi yukarı doğru, ilk hedefi bulduk.

Hedefin orada haritayı anlamaya çalıştık, meğer biz o patikayı geçmişiz. Çünkü patika denince bir yol aradı gözlerimiz. Fakat yapraklar her yeri kapladığı için yol, patika, yeşil alan vs hiç bir şeyi ayırt edememişiz. İkinci hedefte de zorlandık ama sonra alıştık 3, 4 ve 5. hedefleri daha kolay bulduk.

Finişe vardık, süremizi kaydettirdik. Parkuru 57 dakikada bitirmişiz. Ben sonuçtan memnunum zira finişe varabileceğimizden bile şüpheliydim. Zaten ben parkur boyunca "ay ne güzel çiçek, aaa bu nasıl mantar böyle" modunda olduğum için süreden yana ümidim yoktu. (bu arada bugün hayatımda ilk defa pembe/mor bir mantar gördüm)

kuru yapraklar arasında açmış bir çiçek


Bitiş masasındaki görevli ve diğer katılımcılarla biraz sohbet ettik, önerilerini aldık. Bir üst parkura çıkmak için başlangıç parkurunu 30 dk altında tamamlama  seviyesine gelmemizi tavsiye ettiler. Yine de bize bir üst seviyedeki parkurun haritasını verdiler ve deneme amaçlı bu parkura çıkmamızı önerdiler. Biz de ikinci parkurumuza çıktık, bu sefer daha iyiydik, daha az zorlandık. Bu parkurda 7 hedef vardı, yorulduğumuz için bir tanesine uğramadık. Ama yine de görece daha iyi bir sürede bitirdik.

Sonuç olarak çok keyifli bir gün geçirdik, devam edeceğiz. Başlıkta ormanda hayat var derken şaka yapmıyorum, sabahın o saatinde orman tıklım tıklımdı. Turumuz sırasında koşu yapanlar, bisiklete binenler, mantar toplayanlar gördük. Oryantiring yapan bir de aile gördük, küçük çocuklarını sırtlarında taşıyorlardı. Teeee Küçükçekmece'den bir okulun öğrencileri gelmiş, oryantiring eğitimi alıyordu.

Bu arada oryantiring konusunda internette araştırma yaparken geocaching diye bir oyuna denk geldik. Bunun mantığı da GPS vasıtasıyla çeşitli yerlerde saklanmış kutuları bulmak. Dünya çapında bir oyun, her ülkede oyananabiliyor. Bu da çok ilgimizi çekti, bu oyuna da katılmaya karar verdik. Resmi geocaching sitesine buradan ulaşabilirsiniz ya da bu işe gönül vermiş Özgehan Omağ'ın blogunu buradan inceleyebilirisiniz.

Çok uzattım ama bitirmeden bir de itirafta bulunacağım. Bugün Belgrad Ormanları'ında bir taraftan koşup bir taraftan da "ay akşamdan ışıktır, yaylalar yaylalar....." diye şarkı söyleyen de bendim. :)

bugünkü haritalarımız



23 Kasım 2013 Cumartesi

Let the games begin!

Cuma günü üstümden kamyon geçmiş gibi hissediyordum. Sabah konsolosluğa vize randevuma gittim, detaylara girmeyeceğim ama fotoğraf mafyası burada da peşimi bırakmadı diyeyim, gerisini sizlerin hayal gücüne bırakıyorum.

Bu vize randevusu işi nedeniyle cuma günü arabayla çıkmak zorunda kaldım ve cuma akşamı İstanbul trafiği de "üstümden kamyon geçmiş" hissiyatımı pekiştirmek için elinden geleni ardına koymadı.

Amaaa, tüm bunlara katlandım ve ödülümü akşam aldım. Çünkü Açlık Oyunları serisinin ikinci filmi Ateşi Yakalamak gösterime girmişti.

Açlık Oyunları serisini bilmeyen varsa kısaca özetleyeyim. Seri bir üçleme. Hikaye belirsiz bir gelecekte geçiyor. Kıyamet sonrası Kuzey Amerika'da Panem diye bir ülke kurulmuş; Panem 13 mıntıka ve bir Kapital'den oluşuyor. Yönetim Kapital'de, totaliter bir rejim hüküm sürüyor.

Her bir mıntıkanın Kapital'in ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir varlık nedeni var, bir mıntıka madencilik yapıyor, bir diğeri tarım, başka biri balıkçılık ya da sanayi gibi.

Mıntıkaların birbiriyle iletişime geçmesi, aralarında ulaşım yasak. Bazı mıntıkalar görece daha iyi durumda olsa da genelde hepsi fakir, sefil hayatlar sürüyor.

Kapital'de ise kelimenin tam anlamıyla zevk-ü sefa hüküm sürüyor. Dış görünüm herkesin en önemli derdi. Haa bir de partilerde çok fazla yedikleri için her şeyin tadına bakamamak gibi bir dertleri var ki bunu da yemek sonrası içtikleri bir içkiyle çözmüşler. Kusmalarını sağlayan bir içki, böylece mide fesadı geçirmeden yemeye devam edebiliyorlar.

Hikayenin başlamasından yaklaşık 74 yıl önce bu mıntıkalar Kapital'e karşı ayaklanıyor. Ayaklanma bastırılıyor, 13. mıntıka yok ediliyor. Ve mıntıka halklarına isyanın bedelini unutturmamak için her yıl her mıntıkadan 12-18 yaşları arasındaki gençler arasında kura ile belirlenen  bir kız ve bir erkek olmak üzere 24 genç Açlık Oyunları' na katılıyor. Oyunlardan sadece bir galip çıkıyor, diğer 23 kişi ölüp de sağ kalmayı başaran bu bir kişi oyunun galibi oluyor.

Distopik bir dünya.

Kitabı okumaya başladığımda tam bir bilimkurgu diye düşündüm, fakat ilerleyip de Oyunlar kısımına gelince dedim ki "Allahım, survivor'ın kitabını yazmışlar" Gerçekten de kitapta tasvir edilen her şey survivor'ın bir kıt üstü. Bir kıt diyorum çünkü henüz survivor'da yarışmacılar kavga falan etseler de birbirini öldürmeleri yasak, Açlık Oyunları'nda ise kazanmanın şartı diğer yarışmacıları öldürmek.

Neyse hikaye emin olun ki benim yazdığımdan daha sürükleyici. Fantastik dünyayı seviyorsanız okumanızı tavsiye ederim.

Bu kadar sürükleyici bir kitabın filmi de aynı derecede sürükleyici oluyor elbette. Özellikle benimki gibi yoğun ve yorucu bir gün geçirdiyseniz ilaç gibi geliyor. Ben seviyorum fantastik dünyayı yaaa.


20 Kasım 2013 Çarşamba

Bin Muhteşem Güneş

Hayata küsmeme çok az kaldı.

En son okuduğum kitap (burada) ve gezdiğim sergi (o da şurada) zaten ruh halimi ziyadesiyle etkilemişti. Bir de üstüne son okuduğum kitap tuz biber ekti.

Bahsettiğim Khaled Hosseini, Türkçesi Halit Hüseyni'nin Bin Muhteşem Güneş kitabı. Hikaye farklı geçmişleri olan iki Afgan kadını, Meryem ve Leyla'yı anlatıyor. İki kadının kaderleri talihsiz olaylar sonucunda birleşiyor, içinde bulundukları koşullar aralarında çok özel ve güçlü bir bağ kurulmasını sağlıyor.

Hikaye 1964 yılında başlıyor ve 2003 yılına kadar Afganistan'da olan biteni de Meryem ve Leyla'nın hayatları aracılığıyla arka planda anlatıyor. Maalesef anlatılan mutlu bir hikaye değil, tüm bu yıllarda Afganistan'ın başına gelenler malum.

Bir arkadaşımla kitap hakkında konuşurken yazar hakkında çok acıklı yazıyor diye yorum yapmıştık. Sonradan düşündüm, acıklı olan yazarın yazma şekli değil, yaşananlar. Elbette Hüseyni' nin kalemi etkileyici, tasvirleri, karakterleri çok güçlü ancak yazılanların tamamen hayal ürünü olmadığını bilmek insanı daha da derinden etkiliyor. Tüm kitap boyunca, adeta okuduğum her satırda şükür üstüne şükürler ettim.

İşgaller, iç savaşlar, politik oyunlar, tüm yaşananlar tüm Afgan halkını acılara gömmüş olsa da kadınların her zamanki gibi sırf kadın oldukları için daha da fazlasına maruz kaldığını görmek bir kadın olarak daha da üzdü beni. Bir faydası olur mu bilmem ama, erkek kısmından umudum yok da bugün sahip olduğumuz haklara burun kıvıran, tüm bunları borçlu olduğumuz Atatürk'e dil uzatan, şeriat isteyen bütün kadınlara bu kitap zor kullanarak, gerekirse şiddet kullanarak okutulmalı. Belki gözleri bir nebze olsun açılır.

Çok karamsar yazdım, ancak kitap severlerin bu kitabı okumasını tavsiye ederim. Çok kolay okunuyor, etkileyici, arka planda Afganistan'ın yakın tarihi hakkında bilgi veriyor.

Bir de kadı kızıyım ya, illa her şeyde bir kusur bulacağım, yazmasam olmaz. Kitabın sonunda 11 Eylül sonrası Amerika'nın işgalinden sonraki Afganistan ile ilgili bu kadar pembe bir tablo çizilmiş olması beni rahatsız etti. Tamam yazarımız Amerikan vatandaşı ama bu kadar da Amerikancı olmayaymış keşke dedim içimden.

Son olarak da teknik bir detaya değineyim. Mümkün oldukça kitaplarımı cep boy baskısı olarak almayı tercih ediyorum. Hem fiyatı daha makul oluyor, hem de çantada daha kolay taşınıyor. Tabii, yeni çıkan kitaplarda cep boy baskısı hemen olmuyor ancak bir süre geçtikten sonra bulunabiliyor. İlgilenenlere bu konuda da tavsiyemi ileteyim.

İyi okumalar.




19 Kasım 2013 Salı

Arı kovanına çomak sokan kız - sözlük anlamıyla

Dün bahsettiğim çocukluk doğum günlerinden sonra (bakınız) benim için doğum günü kutlamalarımın ne kadar özel olduğuna değinmezsem olmaz.Bu yaşıma kolay gelmedim sevgili okur, ne badireler atlattım. Hayır büyük trajedilerden, sapıklardan falan bahsetmiyorum. Bildiğin kendi canıma kast ettim.

Bu nedenle aldığım her yaş benim için bir başarı, bir ödüldür.

İlkokul yıllarımda oturduğumuz yere çok kar yağardı, kış akşamları babam beni ve kardeşimi kızak kaymaya çıkarırdı. Tahtadan yapılmış bir kızağımız bile vardı biz küçükken. Tüm mahalle de dışarıda, tam cümbüş.

Yine böyle bir akşam, kızağımızı aldık çıktık. Babam kaymayı beceremediğimizi söyleyerek bize nasıl kayılacağını uygulamalı göstermeye niyetlendi, bindi kızağa vıjjjjt diye kaymaya başladı. Biz kardeşimle kalakaldık, durur muyuz, biz de başladık arkasından koşmaya. Buzun üstünde yokuş aşağı, ben önde kardeşim arkada koşuyoruz, babam da en önde kızağın üstünde. Viraja gelene kadar problem yoktu ama işte o virajı almaya çalışırken artık aerodinamiğim mi bozuldu, ne olduysa yere düştüm, arkamdan gelen kardeşim de üstüme.

Bilanço: kırık bir kol, benim kolum. Şükürler olsun ki kafayı çatlatmadan atlattım.

Daha da küçükken, çocukluğumun büyük kısmının geçtiği ananemin evindeyiz. Annem çalıştığı için okula başlayana kadar sonra da yaz tatillerinde kardeşimle dönüşümlü olarak ananemde kalırdık. Kış olsa gerek ki ananem sokağa salmamış, camdan dışarı bakıyorum. Karşı binada da yaşlı bir çift otururdu, hayal meyal hatırlıyorum. Çok severdim onları ve hatta "cici anne, cici baba" diye hitap ederdim.

Adamın eski bir motosikleti vardı. Ben camdan bakıyorum, bizim mahallenin dışından bir grup çocuk gelmiş motosikleti inceliyor. "Eyvah" dedim "cici babanın motorunu kıracaklar". O hışımla kendimi sokağa atmışım, çocukları kovalayacağım. Evin önünde 6-7 basamaklı bir merdiven vardı, ben pat pat indim basamakları, bir koşu yolun karşısına geçtim, çocuklara bağırdım çağırdım, kovaladım. Sonra koşa koşa eve döndüm, o aceleyle merdivenleri çıkarken ne olduysa ayaklarım birbirine dolandı, pat yüzüstü merdivenlere, dudak yarıldı, dişler kırıldı. Allahtan süt dişlerimmiş de bir de estetik derdiyle uğraşmadık, yenileri çıktı.

Kafayı yine kurtarmıştım ama çatlamadan.

Tamam, çocukluğunda herkes bir yerlerden düşmüş, bir taraflarını kırmıştır. Peki içinizde kendini ağaca asan var mı? Yaaa işte yoktur. Bu biraz daha büyüdüğüm bir anım, ilkokula gidiyorum en azından, ondan eminim. Küçükken o bahçeden erik, bu bahçeden elma, öbüründen şeftali, mevsimine göre ağaçlardan toplar yerdik. Bir arkadaşın evinin bahçesinde şeftali ağacı var. Ağaç bir metre kadar yüksekliğinde bir setin üstünde, alt dallarda hiç meyve kalmamış, üst dallara boyum yetişmiyor. Ağaca çıkmak da faydasız zira meyveler duvardan aşağı doğru sarkan dalların ucunda. Duvardan atlayarak dallara uzanıp havadayken şeftalileri almaya çalışıyorum, olmuyor.

Tam o sırada gözüme bir halat ilişti. Dedim ki "Ben bu halatın bir ucunu ağaca, öbür ucunu kendime bağlar, kendimi de duvardan aşağıya sallandırırım, sallanırken de şeftalileri toplarım." Arkadaşlarım yanımda, yapma etme diyorlar ama kafaya koymuşum bir kere. Operasyona başladım, ipin ucunu bağladım ağaca, öbür ucunu da koltuk altlarımdan göğsümün çevresine bağladım, bıraktım kendimi duvardan aşağıya. Öffff, sakın denemeyin, çocuklarınıza da göz kulak olun yapmasınlar. Bir anda nefesim kesildi. Allahtan hesap kitap zayıfmış da ip uzun geldi, bacaklarımı düz uzatınca yere basabildim. Zaten çevredekiler de yetişti, belimi falan kırmadan yere indim. Şeftaliler kaldı ama.

Hadi ağaç maceranız da olmuştur belki ama eminim arı kovanına çomak sokan az kişiyizdir. Hayır efendim, anlamı güçlendirmek için mecaz yapmıyorum. Bildiğin bal yapan, vızzzzz diye ses çıkartan, iğnesi olan, sarı siyah şeritli, kanatlı böceklerin ikamet edip bal yaptıkları yuvalarına bir adet değnek sokmak suretiyle taciz ettim. Poke'ledim onları ama anlamadılar, onlara saldırdığımı zannedip karşı taarruza geçtiler. Ellerim, bileklerim, kollarım, boyun, ense, surat, saç diplerim, her tarafımı arı soktu. Eğer alerjik bir bünyem olsaydı tam o anda ruhumu teslim ederdim. Bundan da sağ çıkabildim şükür, ama beni sokan arıların hepsi öldü, bense hala buradayım. Bu tecrübeden ne ders çıkardım? Asla kaybedeceğin bir savaşa girme.

Şaka ya şaka, ders mers çıkarmadım. Çıkaracak halim de yoktu zaten, artık arılara pek yaklaşmıyorum ama. Bir de kibritin arı ısırığının panzehri olduğunu öğrendim. Yanmamış kibrit çöpünün ucunu ıslatıp o kahverengi şeyi arı ısırıklarına sürünce zehrini alıyormuş. Tabi bu ilk yardım oluyor, doktora da gitmek gerekiyor da ben o kısımları hatırlamıyorum, bayılmışım herhalde.

Yaa böyle işte, bu kadar badire atlattıktan sonra insan her yaşın kıymetini biliyor.

işte dişimin kırıldığı merdivenler, pek çok anının yer aldığı anane evi. yıkılırken son anlarında yakalamıştım

18 Kasım 2013 Pazartesi

Nostalji

Hafta sonunda, bir çocukluk arkadaşımın annesi feysbuka bir fotoğraf yüklemiş. Seneleeeeeeeer önce, onların evinde bir doğum günü kutlaması.

Eski tip kocaman bir yemek masasının arkasına mahallenin çocukları olarak dizilmişiz, kimimiz sandalyelere oturmuş kimimiz onların arkasında ama sandalyenin üstünde ayaktayız. Doğum günü çocuğu pek tabii ki ortada oturuyor, önünde mumları üflenecek bir pastayla. Masada çeşit çeşit kek, börek, mamalar; bir de cam şişelerde kolaydı, gazozdu, içecekler.

Bu sahne çocukluğumun değişmez doğum günü sahnesidir. Bizim zamanımızda böyle çizgi film karakterli pastalar falan yoktu. Vardıysa da bizim haberimiz, bu pastaları üretecek tesis yoktu. Küçük bir yerde yaşıyorduk. Ondan sonracığıma parti evleri, konseptli partiler, maskotlar, pinyatalar falan da yoktu.

O zamanlarki doğum günü kutlamalarımızın değişmez konsepti evde yapılan mamalar, pastaneye sipariş edilmiş kremalı, mumlu bir pasta, ille de cam şişede içeceklerdi. Mahallenin çocukları anneleri ile birlikte eve davet edilir. Masa kurulur. Bir de eve çağrılan ve bütün çocukları masanın arkasına dizip fotoğraf çeken fotoğrafçı olurdu.

Masanın düzeni bozulmadan önce tüm çocuklarla klasik pozumuzu verip sonra da yeme içme faslına geçerdik. Benim, kardeşimin, arkadaşlarımın doğum günlerinden kalma, her yıl çekilmiş bu model fotoğraflarım vardır. Mizansen asla değişmez, sadece her resimde ortada oturmaya hak kazanan çocuk değişir. Eeee doğum günü çocuğunun o kadar ayrıcalığı olacak elbet.

Yiyecekler de yendikten sonra biz çocuklar kudurmaya başlardık. Tabi o zamanlar televizyonlar böyle 24 saat yayında değil, çocuk kanalları yok, tableti bırak Amiga oyunları bile pek nadir. Kısacası karşısına geçip hipnotize olacağımız hiç bir şey yok, tüm enerji patlamaya hazır bir halde damarlarda dolaşıyor. Evde bizlere daha fazla tahammül edemeyen annelerimiz karnımız da doyduktan sonra bizi sokağa salarlardı. Azgınlıklarımıza sokaklarda devam ederdik.

Yani doğum günlerimizin diğer günlerden tek farkı sokağa çıkmadan önce yenen yiyecekler ve tüm çocukların aynı anda sokağa çıkabilmesiydi. Kimseyi kapısına gidip oyun oynamaya çağırmak zorunda kalmazdık, hep birlikte çıkıp başlardık oynamaya.

Güzel günlerdi

17 Kasım 2013 Pazar

Soykırım

2 ay kadar önce Zülfü Livaneli'nin Serenad kitabından bahsetmiştim, dileyen buradan okuyabilir. İşte bu kitapta Soykırım - Holokost diye bir diziden bahsediyordu romanın kahramanı.

2. Dünya Savaşı sırasında yaşanan Yahudi soykırımı hakkında bir diziymiş. Amerika'da 1978'de 4 bölüm olarak yayınlanmış. Ardından roman olarak basılmış. Dizinin Türkiye'de yayınlanması engellenmiş diye bilgi veriyordu Serenad romanının kahramanı.

Kitabı okuyan beyim dedi ki " bu soykırım kitabı annemlerin evde var". Bayramda gittiğimizde bulduk kitabı, aldık getirdik. Nihayet okuyabildim.


Kitap, Gerald Green tarafından yazılmış. 1935 - 1945 yılları arasında yaşananlar bir Nazi subayı ve bir Yahudi gencin ağzından paralel olarak aktarılıyor. Yahudilerin Alman toplumundan dışlanmasıyla başlayıp Kristallnacht, gettolaştırma, Varşova Gettosu ayaklanması, toplama kampları, toplu infazlarla "nihai çözüm"e giden süreç her iki perspektiften de anlatılıyor.

İtiraf ediyorum, bugüne kadar bu soykırımla ilgili bildiklerim hep olayın trajik boyutuyla ilgiliydi. Bu kitapta ise trajedi yine vardı ama aynı zamanda apolitik bir avukatın savaş suçlusu bir Nazi subayına dönüşürken geçtiği süreci ve bu subayın verdiği / uyguladığı emirleri hangi gerekçelere dayandırdığı, nasıl rasyonalize ettiği ve yaptığı işin haklılığına kendini nasıl ikna ettiğini de okudum.

Aynı zamanda Nazi hükümetinin "nihai çözüm"e giden süreçte geçtiği aşamalar, dış dünyaya karşı takındığı tutuma da yer yer değinilmiş.

Kitabın diğer anlatıcısı Yahudi genç hikayeyi 1952 yılında İsrail'de anlatıyor. Tüm hikaye boyunca sık sık Avrupalı Yahudiler'in hiç direnmeden ölüme gitmelerinden dem vuruyor. Kendisinin ise savaştığını, ve gerekirse yine savaşacağını söylüyor.

Tam bu noktada, bu kitabı okumaya niyetlenirseniz şayet, peşinden de Sandy Tolan'ın Limon Ağacı kitabını okumanızı tavsiye edeceğim.Çekilen acıların nasıl başka acılara neden olduğunu göreceksiniz.

14 Kasım 2013 Perşembe

Fotoğraf mafyası

Ülkemizde bürokrasinin tüm katmanlarına kök salmış fotoğraf mafyasından haberiniz var mı?

Muhtemelen yoktur, ama ben burada ifşa ediyor, bu tezgahı ortaya çıkarıyorum işte. Siz vefakar ve cefakar okurlarıma bu hizmeti sunmak boynumun borcudur.

Şimdi efendim, eğer becerebilirsem bu ayın sonunda bir yurt dışı seyahatine gideceğim, iş nedeniyle. Ancak sanki evrenin tüm güçleri beni bu seyahate göndermemek için tam bir iş birliği içerisinde. Aslında evrene haksızlık etmemem lazım, bilirim ki kendisi beni sever. Ben de onu severim. Birleşenler bürokrasinin güçleri.

Öncelikle pasaportumu değiştirmem gerekiyordu. Burada en çok kendime kızdım, zira uzun zamandır yapmam gereken ancak ihmal ettiğim bir işti. Neyse yumurta kapıya dayanınca ben de düştüm pasaport yollarına.

Belgelerimi hazırladım, randevumu aldım, sabahın köründe emniyetin kapısına dayandım. Evrakları görevli memura verdim. "Getirdiğiniz fotoğraflar mevcut pasaportunuzdaki ile aynı, ancak pasaportunuzu 2,5 yıl önce almışsınız, fotoğrafın 6 ay içinde çekilmiş olması gerekiyor." Aman Allahım hiç bunu hesaba katmamıştım. İçimi sıcacık bir panik duygusu kaplamaya başladı. Böyle anlarda genelde ağzımdan çıkan ilk cümle saçma sapan, işimi hiç de kolaylaştırmayan bir şey olur. Nasıl olduysa sakin bir şekilde "Bu civarda bildiğiniz fotoğrafçı var mı?" şeklinde anlamlı ve kurallı bir cümle kurmayı becerebildim.

Merkezde varmış bir de foto-kabin koymuşlar emniyet müdürlüklerine, bir kabinin içine giriyorsun, banttan bir kadın sesi talimatları okuyor, bu talimatları uygulayarak biyometrik fotoğrafını çekiyorsun. Yalnız ufak bir detay var ki, foto-kabin civarına bir sürü uyarılar asılmış burada çekilen fotoğraflar merkezde kabul edilmeyebilir, sorumluluk kabul etmiyoruz diye. Haydeee, buyur buradan yak.

Ya o trafikte merkeze geri dönüp açık fotoğrafçı bulmaya çalışacağım (park derdinden hiç bahsetmiyorum), ya da kabinle şansımı deneyeceğim. Risk almayı severim, girdim kabine.

İşim bitti, çekilen fotoğraflar kabin dışında bir bölmeden basılıp veriliyor. Baktım orada duran bir resimler var, aldım elime, herhalde birisi unutmuş diye düşündüm, bekliyorum ki yeni fotoğraflar çıksın. I-ıh, hiç bir şey çıkmıyor. Meğer o benim bir şeye benzetemediğim fotoğraflardaki nur yüzlü zat-ı muhterem benmişim.

Vallahi en çok beyime acıdım, ben gerçekten böyleysem, bu adam sabah akşam bu suratı görmek zorunda kalıyor diye. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, bir önceki pasaport fotoğrafımı E.T.'ye benzetiyordum, uzaylı olana. Ama o fotoğrafın bir karakteri vardı en azından. Neyse, işlemleri tamamladım, heyecanlı bekleyişe başladım, kabul olacak mı olmayacak mı diye. Bir gün sonra sms geldi, kabul edilmiş ki pasaport kargoya verilmiş. Rahatladım.

Şimdi de başka stres başladı, fotoğraf o kadar kötü ki, seyahat ettiğim gün yüzümde azıcık makyaj, saçımda fön olursa pasaport polisi resmi bana benzetemediği için ülkeye giriş çıkışım engellenir mi, evrakta sahtecilik nedeniyle başım belaya girer mi diye endişeleniyorum. Gördüğünüz gibi bende dert çooooook.

Bir arkadaşım da geçenlerde benzer durum yaşamış. Tapuda işi varmış, fotoğraf götürmesi gerekiyor tabii ki. Nüfus cüzdanındaki fotoğraftan götürmüş. Oradaki görevli de nüfus cüzdanının veriliş tarihini görüp eski diye fotoğrafı geri çevirmiş.

Şimdi ben şu son 6 ayda çekilmiş fotoğraf olayına takıldım. Ergenlik döneminde olmayan bir yetişkin 1 yılda, 2 yılda, 5 yılda ne kadar değişebilir ki? Hem ben pasaportumu değiştirmeseydim ve de o pasaportla yurt dışına çıkmaya kalksaydım "buradaki fotoğraf eski" diye geri mi çevrilecektim?

Yani siz siz olun, resmi bir başvuru yapmanız gerekiyorsa ve üstünde veriliş tarihi olan bir fotoğraflı bir belgeyle başvuru yapıyorsanız belgede bulunandan farklı bir fotoğraf verin aksi takdirde geri çevriliyorsunuz.

İşte komplo teorisi de burada devreye giriyor. Bence ülkede bir fotoğraf mafyası var ve bürokrasiyi ele geçirmişler. Sırf biz daha çok fotoğraf çekinelim, onlar da daha çok para kazansın diye şu "son 6 ay" kriterini getirmişler ve ajanları da hangi fotoğrafın ne zaman çekildiğini sıkı bir şekilde takip ediyor.

Canım pahasına bu komployu ortaya çıkarıp okuyucularımla paylaşmayı görev bilirim. Eğer bundan sonra benden haber alamazsanız benim için endişelenin, kayıp ilanı verin, tüm tanıdıklarınızı devreye sokun. Mafyanın eline düşmüş olabilirim.

13 Kasım 2013 Çarşamba

Benden Sonra Devam

Bir süredir ara verdiğim gelişim olaylarına geri döndüm. Bu arada bir de karar aldım, artık keyfim için okuduğum her üç kitaptan sonra bir tane gelişimime yönelik ciddi kitap okuyacağım. Buradan da ilan etmiş olayım ki eğer uygulamazsam hesap vermek zorunda hissedeyim kendimi. Burayı okuyan herkesin bana bu konuda hesap sorma hakkı vardır.

Dönelim bu yazının asıl konusuna. 2 hafta önce ciddi bir kitap okuduğumu yazmıştım, bir türlü fırsat yaratıp da kitaptan bahsedemedim. Gün bugündür.

Okuduğum kitap Benden Sonra Devam. Akın Öngör'ün Garanti Bankası Genel Müdürü olduktan sonra başlattığı dönüşüm programı kapsamındaki tecrübelerini aktardığı bir kitap. Sadece anılardan oluşmuyor elbette, öneriler, çıkarılacak dersler, yapılan hatalara da yer verilmiş.



Öncelikle teknik konular. Kitap kolay okunuyor, anlaşılır bir dille yazılmış. Bölümlere ayrılmış olması da okumayı kolaylaştırıyor. Yalnız bir eleştirim olacak, bazı konularda, verilen örneklerde çok fazla tekrara düşülmüş. Elbette gerekli konuların önemini vurgulamak için tekrar ihtiyacı doğmuştur ancak kimi zaman bu tekrarlar rahatsız edici oluyor.

Kitabın sloganı "geleceğin liderlerine sürdürülebilir başarı için ip uçları". Zaten adından da anlaşılacağı üzere, kitabın kapsadığı dönemde atılan adımlar belirtilen dönemde başarıyı yakalamak için değil, sonraki yıllarda da devam ettirebilmek amacıyla atılmış. Maalesef sürdürülebilirlik bizim kültürümüzün dolayısıyla da iş yapış tarzımızın en büyük eksikliği. Çoğu zaman günü kurtarmaya odaklanırız. Sırf bu bakış açısı bile Akın Bey'in başarısı hakkında bir fikir veriyor.

İlkeli olmanın, ilke merkezli bir yaklaşıma sahip olmanın önemini bir kez daha anlıyor insan kitabı okuyunca. Elbette Akın Bey'in zekası, vizyonerliği, liderlik yetenekleri çok güçlü ama ben kitabı okudukça başarısında büyük payın ilke merkezlilik olduğu kanaatine vardım. Bu yaklaşım insanın gerektiğinde omurgalı olabilmesi, en iyi ekibi kurabilmesi, icra gücünü sağlayan kararlılığa sahip olmasını sağlıyor düşüncesindeyim.

Bir başka önemli çıkarımım ise kendisinin "ortak akıl" olarak tanımladığı yönetim biçimi. Farklı bakış açıları ve sesleri duyulabilir kılmak ve bunları dikkate almak yaratmaya çalıştığı kültürün en önemli bileşeni ve aynı zamanda bu kültürün yerleşmesini sağlayan en önemli destekleyicisi olmuş.

Erken emeklilik kararı verdikten sonra geçiş dönemini planlaması ve hatta bizzat yönetmesi, sürdürülebilir başarı konusunda söylemleri ile davranışlarının tutarlılığının en önemli örneklerinden.

Eksiği fazlası vardır yoktur tartışılır, ancak yaptığı işte bu kadar önemli bir başarı elde etmiş birinin tecrübelerini aktardığı bir kitaptan herkesin çıkaracağı dersler vardır muhakkak. Olmalı. Bu nedenle okunmasını tavsiye ederim.

Ha tabi bir de söylemeden geçemeyeceğim, kitap erken emeklilik hayallerimi depreştirdi. Böyle bir yan etkisi var diyebilirim.

12 Kasım 2013 Salı

Leyla'nın Evi

Geçen hafta yazmıştım maceralı bilet alma tecrübemi, merak edenler için bir tık buraya. Nihayet oyundan bahsedebileceğim.

Gittiğim oyun, Leyla'nın Evi, Zülfü Livaneli'nin aynı adlı romanından sahneye uyarlanmış. Kitabı okumamıştım, bu nedenle hikaye de yeniydi benim içim.

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim, oyuna ba-yıl-dım. İzlememiş olanların bir an evvel izlemelerini şiddet ve şevkle tavsiye ediyorum. Hikaye anlamlı, oyunculuklar mükemmel, dekor çok iyi, ışık kullanımı başarılı, müzikler yerinde.

Görmüş geçirmiş, zarif, bilgili, görgülü bir Osmanlı kadınının (Leyla) doğduğundan beri yaşadığı yalıdan, yalının yeni sahipleri olan sonradan görme bir çift tarafından zor ve hile ile çıkartılarak Beyoğlu'nun arka sokaklarında genç bir gazeteci ve onun sevgilisi (Roxy) ile yaşamak zorunda bırakılması anlatılıyor.

Leyla' nın hikayesi izleyiciyi hüzünlendirirken Roxy ile kuşak ve kültür farkına rağmen gelişen dostluğu ise gülümsetiyor.

Hikaye etkileyici elbette ancak oyunculuklar hikayeye değer katıyor. Ayça Varlıer'in bu oyundaki rolü ile çeşitli ödüller aldığını basında okumuştum, görünce ben de kalkıp bir ödül sunmak istedim kendisine. Celile Toyon'un oyunculuğu, diksiyonu, sesini kullanması ise başlı başına keyif veriyor.

Yalnız oyunu izleyecek olanlara bir uyarımı iletmek isterim, oyun biraz uzun, 3 saat sürüyor. Kitabı okumadığım için şu anda yazdıklarım densizlik olabilir, öyleyse cehaletime verin ama söylemek istiyorum. İkinci perdede Roxy'nin müzik grubunun yer aldığı sahneler hikayenin gelişimi açısından gerçekten gerekli miydi diye düşünüyorum. Belki kitabı okusam bu bölümü bu kadar yadırgamayacaktım, uyarlamadan kaynaklanan bir durumdu. Lakin bu bölümün oyunun temposunu düşürdüğünü düşünüyorum.

Bir eleştirim de izleyicilere olacak. Aslında bu durumla sinema, konser gibi ortamlarda da çok sık karşılaşıyorum ancak tiyatro salonunda daha dikkat çekici ve rahatsız edici hale geliyor. Güzel kardeşim sen başbakan mısın, cumhurbaşkanı mısın, ne kadar önemli bir kişiliksin ki 2-3 saatçik dünyadan kopamıyorsun. Tam konsantre olmuşsun, sahneyi izliyorsun, hop sağdan ya da soldan görüş alanına bir ışık hüzmesi giriyor. Çünkü yanında/önünde/çaprazında oturan zat-ı muhterem o kadar önemli bir şahıs ki 15 dakikada bir cep telefonunu kontrol etmesi gerekiyor.

Kimse bana "ay ama belki acil bir haber bekliyor" demesin, kalbini kırarım. Gerçekten acil/önemli işi olan bir insanın orada işi olmaz. Onların cep telefonuyla ne yaptığını hepimiz biliyoruz, yok feysbuktan eski sevgilisini takip ediyor, amanin tivitlere bakıyor, hiç olmadı yer bildiriyor. Bu kaba insanların ne sahnedeki oyuncuya ne de izleyiciye saygısı var. Bireysel ya da kitlesel şiddetin her türlüsüne katiyen karşı olsam da bazen bazı insanlara şöyle iyi bir meydan dayağı çekmek gerektiğini düşünüyorum. İşte bu tip izleyicileri o cep telefonları ile evire çevire dövmek istiyorum.

Neyse, lafı uzatmayayım daha fazla. Gerçekten çok başarılı, izlemekten zevk aldığım, tabiri caizse tadı damağımda kalan bir oyundu. Herkesin izlemesini tavsiye ederim.

10 Kasım 2013 Pazar

Evimize CAN geldi

Bir önceki yazımda bahsettiğim oyun' la ilgili yorumlarımı yazacağım elbette ama arada gündemimize giren çok çok çok önemli bir konudan bahsetmem gerek.

Önemli konumuz Can. Benim sevgili yeğenim.

Bu hafta sonu kendisi teeeee İzmir'lerden kalktı, teyze ve eniştesini ziyarete geldi. En son Ramazan Bayramı'nda görmüştüm, yani 2 ay geçmiş. Nasıl da büyümüş.Yürümeye başlamış bir hafta önce, penguen styla. Bir kol da denge sağlamak için sürekli havada.

Tabi misafirimiz ağır olunca geçen haftanın önemli bir kısmı hazırlıklarla geçti. Hayatımda ilk defa yoğurt mayaladım. Yoğurt mayalama süreci kesinlikle bilimsellikten uzak, tamamen şansa bağlı, ne çıkarsa bahtıma olayı.

Kardeşimden tarif aldım, bu yoğurt nasıl mayalanacak diye. Şöyleymiş efendim, sütü ısıtacaksın öncelikle. E tamam kaç dereceye kadar ısıtacağım? Serçe parmağım yanmayacak kadar sıcak olacakmış. Böyle bir kriter olabilir mi? Neden serçe parmak da mesela baş parmak değil? Bu iki parmağın hassasiyet derecesi farkı bu kadar önemli mi yani? Eğer öyleyse benim serçe parmağımın acı eşiğiyle senin serçe parmağının acı eşiği farklılığı ne olacak?

Hem serçe ya da baş parmak "yanmama" kriteri tam olarak nedir yani? Mesela "ay ne güzel ılık ılık" mı diyeceğim, yoksa "oooohhhh sıcacıkmış" mı, yoksa "acı yok koçum, dayan bakalım" belki de şöyle okkalı bir küfür eşliğinde "yandım anam" kıvamı olması gerek.

Hiç aklıma yatmadı bu iş ama ısıttım sütü. Yok şu kadar maya koyacaksın, sonra yoğurt olmasını umduğun kabı sıcak tutmak için saracaksın. İyi de ne kadar saracağım. Ortam sıcaklığı x dereceyken iki tane polar battaniye gerekir de y dereceyken üç tane gerekir, kimsenin bu detayları düşündüğü yok.

Ondan sonracığıma, 4 saat sonra açıp bakacakmışım efendim, eğer yoğurt "böyle lımbır lımbırsa" olmuş demekmiş. Bir kere lımbır nedir yaa? Hadi lımbırın ne olduğu konusunda bir tahminde bulundum ama dört saat sonra açtığım yoğurt lımbır lımbır'dan ziyade lımbır lımbır lımbır lımbır geldi bana, yani sanki biraz fazla lımbır gibi. İnisiyatif kullanarak bir saat daha tutmaya karar verdim. Ama gece olmuş 12, gözümden uyku akıyor. Görev adamı beyim devreye girdi, saat kurdu falan unutmamak için, bir saat daha bekletip açtı yoğurdu.

Sonuç olarak yoğurt iyi olmuş, en azından yenebilecek bir şey olmuş ki Can'ımız afiyetle yedi. Yarasın kuzuma ama bir daha söylüyorum, evde yoğurt mayalanıp tutması - en azından sevgili kardeşimin tarifine göre - tamamen şansa bağlı. Bu tarifle her yoğurt denemesi başka bir şekilde sonuçlanır bence.

Neyse, Can ortalığı karıştıracak diye anne ve babası çok endişeliydi, kardeşim şöyle bir talimat verdi "evde kapı kolu seviyesinde kırılabilecek, dökülebilecek, zarar görebilecek ne varsa kaldır". Şöyle bir baktım ortalığa, salonda gördüğüm ve bu tarife uyan eşyaları kaldırdım. Bence olmuştu ama anne ve babası gelince benim evde hiç bir hazırlık yapmadığımı söylediler ve risk oluşturabilecek eşyaları gösterdiler. Amaaaaa benim uslu yeğenim hiç yaramazlık yapmadı, hiç bir şeyi karıştırmadı.

Aksine dün akşam biz yemek hazırlıklarındayken, o da eline bir havlu alıp dolapların dış yüzeylerini sildi, hızını alamadı yerleri silmeye başladı. Bu sabah da bulaşık makinesini birlikte boşlattık. İtiraf ediyorum, resmen çocuk işçi çalıştırdık.

Oyuncu, numaralarına yenilerini eklemiş, hayran bıraktı bizi kendisine yine. Hafta sonu hiç yetmedi ama sevmeye. Bir kere çok uyuyor bu çocuk, gündüz uyuyor, akşam erkenden uyuyor, doyamadım valla.

Bakalım bir daha ne zaman görebileceğim. Belki o zaman teyze demeye başlamış olur, tabi annesinin tembellik yapmayıp çalıştırması gerekiyor.

Can evimize can getirdi, geldiği gibi gitti. B.klu bezleri kaldı bize yadigar...

5 Kasım 2013 Salı

Bir bilet almak ne kadar maceralı olabilir ki?

Tiyatro seferberliğim devam ediyor. Hafta sonu "Leyla'nın Evi" oyununa gittim. Oyun hakkında izlenimlerimi ve düşüncelerimi yazacağım ama öncesinde başımdan geçeni yazmazsam çatlarım.

Pazar günü beyimin işi olduğu için önce sergiye (bakınız buradan) sonra da oyuna yalnız gittim. Sergi zaten psikolojimi bozmuş, bir de ayıptır söylemesi acıkmışım (evet dünyada kötü şeyler oluyor ama fiziksel ihtiyaçlarım var) attım kendimi Profilo AVM'ye. Oyunun başlamasına 1,5 saat var, amacım hızlıca bileti alıp sonra da yemek yemek.

Gişeye gittim, bir çift bilet alıyor, arkalarında sıraya girdim. Ayyy nasıl mıymıntı tipler anlatamam. Biletleri aldılar, gişe görevlisine sorular "Bilette oyunun başlama saati 15:30 görünüyor, ama internette 15 yazıyordu, oyun kaçta başlıyor, bu tanıtım broşürlerinde neden başlama saati yazmıyor, yazmıyorsa neden bastırdınız bunları..."

Kardeşim bileti almışsın, elinde, üstünde de yazıyor 15:30, daha neyi sorarsın. Neyse sükunetimi kaybetmeden beklemeye devam ediyorum. Bu sırada genç bir adam arkamda sıraya girdi.

Bizim mıymıntı çift sonunda oyunun 15:30'da başladığına ikna olup gişenin önünden ayrıldılar, sıra bana geldi. Eğildim gişeye "Merhaba, Leyla'nın Evi'ne yer var mı?" "Var" "Bir bilet alabilir miyim?"

Tam benim bilet için ekrandan yer seçeceğiz, arkamda bekleyen genç beyefendi bir anda yanımda bitti ve gişe görevlisiyle sohbet başladı (GA: genç adam; GG: gişe görevlisi):

GA: Merhaba
GG: Aaaa merhaba, hoş geldin.
GA: Protokol nasıl, dolu mu?
GG: Az önce doldu yaaa, bir liste geldi, ortalık karıştı, ben de şimdi ayarlamaya çalışıyorum.
GA: Hadi yaaa, napıcaz şimdi, benim iki misafirim gelecek, nereye oturtacağız
GG: Dur bir bakalım, ikinci sırada yer ver, oradan vereyim mi?

Aaaa, bir baktım, dakikalarca arkamda mıymıntı çifti bekleyen adam sıra bana gelince resmen kaynak yapıyor, beni yok sayıyor. Ben oradaymışım, işlemimi yapıyormuşum, umurunda değil. Hayır, gelse bana dese ki "Çok acelem var, müsaade edebilir misiniz?" Orada "Yok edemem" diyecek halim yok. Ama adam resmen beni yok sayıyor, terbiyesizliğe bak.

Ben öylece duracak mıyım peki? Elbette hayır! Hakkımı almaya çalışanın aklını alırım, öyle sessiz sessiz asla duramam. Hemen atıldım, "Affedersiniz ama sıra bendeydi, benim işlemim tamamlanıp sıra size gelince yerinizi istediğiniz gibi seçebilirsiniz."

Allahı var kibar adamdı, mahcup bir şekilde "Çok özür dilerim, ben bu oyunun oyuncularındanım" dedi. Hadi buyrun bakalım. Zaten adamın yer sormaya direkman protokolden başlamasından işkillenmem gerekirdi. Bu sefer de ben biraz mahcup oldum, ama biraz.

Tamam sanata ve sanatçıya saygımız sonsuz, lakin ne var yani oyuncuysa, sanki sahnede ondan rol çalmaya çalışıyorum. Gişenin önündeyiz yahu ve tekrar ediyorum sıra bendeydi. Hem ne malum, belki ben de süpermenim, her gün dünyayı ve insanlığı bin türlü beladan kurtarıyorum, ama yeri geldi mi efendice sıramı bekliyorum.

Tabi bunları içimden geçiriyorum ama yüksek sesle ifade etmiyorum. Ben de gülümseyerek "Asıl siz kusura bakmayın, ama benim de acelem var, bir an önce bilet alıp oyun saatine kadar işimi halletmem gerek" dedim. Utandım da "Çok açım, yemek yemeye gideceğim" diyemedim. "Senin maaşın benim aldığım biletlerle ödeniyor" çirkefliğine ise hiç girmedim.

Neyse fazla uzattım, ben biletimi aldım, o sırasını bekledi. Gişenin önünden ayrılırken kibarca "Size oyunda başarılar dilerim" dedim. Başarı ne yaaa, oyun 4 senedir sahnede, bir sürü ödüller almış, başarısı ortada. Napiim, aklıma daha iyi bir dilek gelmedi. Adam ne gülmüştür arkamdan kim bilir. Olsun, o da bana teşekkür etti, medeni bir şekilde yollarımızı ayırdık.

Fazla uzattım, oyunun kendisini bir sonraki yazımda yazacağım.

4 Kasım 2013 Pazartesi

Bir sergi izlenimleri

Neredeyse bir haftadır tık yoktu, zaten son yazıda da sadece bir ses vermiştim. Hastalık, misafir, günlük koşturmaca falan derken oturup da iki satır bir şey yazamadım.

Özür dilerim.

Özrün hemen ardından hafta sonu gezdiğim bir sergiden bahsetmek istiyorum: Bir Daha Asla! Geçmişle Yüzleşme ve Özür. (hehehehe konuyu da böyle bağlarım işte)

Kitabın kapağındaki Federal Almanya Başbakanı Willy Brandt, 1970 yılında Polonya ziyareti sırasında


Sergi haberini gazetenin hafta sonu ekinde görmüştüm 2 hafta kadar önce ve gitmek istiyordum, nihayet pazar günü fırsat bulabildim. Aslında hiç de geyik yapılacak bir konu değil. Çok ağırdı, sergiden çıktığımda korkunç bir baş ağrısı, bozuk bir psikoloji içerisindeydim.

Tanıtım kitabından alıntılayarak aktarıyorum"...sekiz vakaya yakından bakarak geçmişte yaşanan hak ihlalleri, katliamlar, soykırım ve insanlık suçlarıyla devletlerin nasıl hesaplaştıkları, hangi süreçlerden geçtikleri, nasıl özür diledikleri ve dilenen özrün anlamı üzerine düşünmeye çalışıyor"

Bahsedilen sekiz vaka ise:
  • Almanya'nın Yahudi soykırımı
  • Jivkov döneminde Bulgar Türklerine yönelik asimilasyon politikaları
  • Avusturalya'da ailelerinden zorla alınarak "Çalınmış Kuşaklar" olarak adlandırılan Aborjin ve Torres Boğazı Adaları halkının çocukları
  • Pearl Harbor saldırısı sonrasında Japon kökenli Amerikan vatandaşlarının toplama kamplarına gönderilmesi
  • İngiltere'nin İrlanda'da sivillerin ölmesiyle sonuçlanan "Kanlı Pazar"ı
  • Şili'de Pinochet döneminde yaşanan işkenceler, kayıplar, ölümler
  • Srebrenista katliamı
  • Cezayir Savaşı sırasında Fransa'nın insanlık dışı uygulamaları
Tüm bu vakalar fotoğraflar ve mümkün olanlarda video görüntüleriyle aktarılmış. Özellikle Srebrenista katliamı standında dönen Akrepler'in kasetini izlemeye ise yürek dayanmıyor.

Elbette bu sergi ziyaretçilerin gününü karartmak için düzenlenmemiş. Yine kitaptan alıntı "...1915 tartışması, 6-7 Eylül olayları, 12 Eylül'ün insanlık dışı uygulamaları, şu günlerde çok yoğun tartıştığımız Barış Süreci'ne giden yolda yaşanan hatalar titizlikle irdelenmesi ve devlet tarafından uzlaştırıcı adımlar atılması gereken konulardır."

Yukarıda bahsedilen konularda ortaya sağlam argümanlar koyacak kadar bilgi birikimim yok. Öte yandan kişisel olarak işkenceyi tasvip etmem asla mümkün değil. Ancak Türkiye için verilen örneklerin bu 8 vakayla birebir örtüşen ve hatta benzeşen konular olduğunu düşünmüyorum. 12 Eylül dönemi hariç.

Ben böyle düşünüyorsam benim gibi düşünen başkaları da vardır muhakkak. Toplumsal mutabakat sağlanmadan atılacak herhangi bir adım ise, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, istenen sonuçları sağlamayacaktır.

Özellikle Barış Süreci, toplumun bir kesiminin vicdanını bu denli yaralarken herhangi bir özür girişiminin toplumsal barışı sağlayacağını düşünmek en kibar ifadeyle saflık olur sanırım.

Yine ahkam kesmeye başladım. Üstelik çok hassas ve benim için fazlasıyla ciddi konularda. Beni aşar. Daha fazla uzatmadan kaçarım.