30 Haziran 2015 Salı

Tatil Hedefi

İnsanın hayatta bir hedefinin olması çok önemli. Yaşama anlam katıyor.

Ben de kendime bir hedef belirledim. Aslında benim her zaman bir şey için hedefim vardır. Hadi buna "hayatımın tatil hedefi" diyeyim: Bütün Yunan adalarını ziyaret etmek.

Neden mistik, egzotik, tropik adalar değil de Yunan adaları? Çünkü bende vizyon bu kadar, küçük düşünüyorum. Olsun, ben böyle iyiyim.

Bütün Yunan adalarında güneşin batışına şahit olmak istiyorum, bütün Yunan adaları kıyılarında ikamet eden bütün balıklarla tanışmak istiyorum. Bütün Yunan adalarında denize nazır deniz mahsulleriyle donatılmış sofralarda kadeh kaldırmak istiyorum.

Bu yaz da tatil planımızın bir haftasını bu amaca ayırdık. Büyük ihtimal Sakız. İnşallah.

Ancaaaak Yunanistan'ın malum kriz haberlerinin çıkmasından beridir aldı beni bir düşünce: Avrupa Birliği'nden çıkarlarsa mevcut Schengen vizelerinin durumu ne olacak, yeni vize verecekler mi?

Evet, bu kadar sığ bir insanım: koskoca bir ülke iflas edecek, benim derdim vizem ne olacak. Olsun, dedim ya ben böyle iyiyim.

Benim halihazırda geçerli biz Schengen vizem var, beyimin yok. Kendi kendimi telkin ediyorum: "Avrupa Birliği'ne nasıl bir çırpıda girilmiyorsa hemen de çıkılamaz, bu işin prosedürleri olmalı. Bizim tatil zamanına kadar hala üyelikleri devam eder, etmese bile mevcut vizeler geçerliliğini korur."

Zaten benim meşhur arkadaşım F de her zamanki gerçekçiliği ile içime su serpti: "Ekonomik krize girmiş bir ülke turist mi çevirecek kapıdan, sen kafanı yorma bu konulara." Haklı kendisi. Yine.

Lakin yaklaşık nisan ayından beri beyimin başının etini yiyorum, vize başvurusunu yapsın diye. Erkenmiş. Ne olacak ki erken olsa, sen al vizeyi koy kenara dursun. Sanki kendi kendini imha edecek. Nitekim hala başvurusunu yapmadı kendisi ve bu sabah bana söylediğine göre Yunanistan vize başvurularını değerlendirmeyi durdurmuş. Yaklaşık 15 gündür sistemlerinin bozuk olduğunu söyleyip başvuruları geri çeviriyorlarmış. Aynı durumdaki bir arkadaşından öğrenmiş.

Kendisine de söyledim, eğer ihmalkarlığın yüzünden vizede problem çıkarsa, ben giderim, sen de bana limandan el sallarsın diye.

Umarım Yunan hükümetinin kaprisleri benim "hayatımın tatil hedefine" mal olmaz.


28 Haziran 2015 Pazar

Stilize mücver

Zayıflama yolculuğum yavaş ama emin adımlarla devam ediyor. Gerçekten yavaş. Neredeyse bir ay oldu giden kilo sadece 2,4. Olsun, buna da şükür, ya hiç gitmeseydi.

Bu yolculukta sosyal medyanın faydasına değinmesem olmaz. Vakt-i zamanında sosyal medyaya ilan-ı aşk etmiştim. Hele ki tivitır'a. Geçen zaman içinde gördüm ki instagram da hiç aşağı kalır değil. Sadece güzel fotoğraflardan ibaret değil, içi de güzel.

Mesela yemek tarifleri. Özellikle de diyet yemek tarifleri. Hashtag'i yaz, aramaya başla: diyet, diyet tarif, sağlıklı yemek... Artık aklına ne gelirse. Her soruya cevap var.

Gördüğüm tariflerden birini denedim: kabak böreği. Teorik olarak börek olması gerekiyordu, bence stilize mücver oldu. Ama lezzeti, kıvamı yerli yerindeydi.

Malzemelerimiz iki kabak, bir yumurta, tuz, dört kaşık irmik, dereotu, dil peyniri. Kabakları rendeleyip suyunu sıkıyoruz. Peynir dışındaki tüm malzemelerle iyice karıştırıyoruz.

Bu arada ben böyle kabak rendeleyip suyunu sıktığımda, çıkan suyu plastik bardakların içinde buzluğa atıyorum. Sonra çorba, pilav, makarna sosu falan yaparken al sana hazır sebze suyu. Muhtemelen bir çok kişinin de yaptığı bir şeydir ama kırk yıllık şefler gibi hava atmak istedim, idare edin.

Neyse, sebze suyunu bırakalım, malzemelerimize dönelim:

Malzemeleri karıştırdıktan sonra, büyük olmayan bir fırın kabına koyuyoruz. Eğer büyük bir kaba koyarsanız ince olacaktır. Şöyle börek gibi biraz kalın olmasında fayda var.

Okuduğum tarifte, peynirin bir kısmının bu karışımın içine eklenebileceği yazıyordu. Bense, madem börek olacak bu, börek gibi olsun diyerek bir kat kabaklı harç, bir kat peynir, bir kat daha kabaklı harç ve üstüne yine peynir koydum.

Tarifte peynirlerin rendelenmesi öneriliyordu ama ben tabii ki üşendiğimden, "amaaaan bu peynir zaten dağılıyor, rendelenmiyor, ben bunu şerit şerit üstüne koyayım, erir nasılsa" dedim. Evet daha pratik ama bu şeritler piştikten sonra kesmesi biraz zor oluyor, rende daha iyi olabilirdi. Siz bilin de, nasıl isterseniz öyle yapın.

180 derece fırında peynirler kızarana kadar pişiriyoruz. Ben yaklaşık 50 dakika pişirdim ve işte sonuç:

Instagram'da gördüğüm tarifteki foto çok daha güzeldi ama benimkinin görüntüsü de hiç fena sayılmaz. Yemek için soğumasını bekleyin.

Daha önce defalarca fırında mücver yapmışımdır. Hamur gibi oluyordu. Undan dolayı. İrmik kesinlikle daha iyi oldu. Artık bu tarifi peynirin her çeşidi, ve başka çeşnilerle bol bol denerim.

Siz de deneyin. Afiyet olsun!

25 Haziran 2015 Perşembe

İtiraf saati

Seneler önce şu Secret zımbırtısının dünyayı kasıp kavurduğu zamanlardı... Secret'ın etkisiyle olmasa da, benim şu meşhur hamarat-sarışın ve o-kadar-da-hamarat-olmayan-kumral arkadaşlarım da benzer konularla fazlasıyla haşır neşirdi. Gerçi hala öyleler. Bense bu tip konulara biraz mesafeli. Reddediyor değilim ama tamamen de kaptırmıyorum kendimi.

Bir akşam benim evde konsey yapmışız, soğuk bir kış günü, elimizde şaraplar. Bu meşhur ikili bana olayı anlatmaya çalışıyorlar. Aklımda kalanlar: evrene mesaj göndereceksin, kozmik sipariş, kalpten ne istersen o olur...

Kafalar iyi, samimiyetle dinliyorum, anlamaya çalışıyorum.

Bu noktada kafamın çalışma şekliyle ilgili sizleri aydınlatmak isterim: muğlak ifadelerden hoşlanmam, kesin ve kati direktifler beklerim. Mesela yemek tariflerinde en sıkıntı duyduğum konular "aldığı kadar un, göz kararı su" gibi belirsizlik içeren talimatlardır. İşi inada bindireceksek ben o hamura o kadar un aldırırım ki aklın durur, spesifik olsana kardeşim!

Buradan konumuza dönelim. Konumuz evrene mesaj gönderme, kozmik sipariş.

Evren diyince benim aklıma gökyüzü ve uzay geldi haliyle. Hele işin içine kozmik girince dedim ki "tamam bu konu tamamen uzayla ilgili olmalı."

Bir hışım oturduğum koltuktan kalkıp pencereyi açıp kafamı gökyüzüne kaldırıp isteklerimi sıraladım. Bizimkiler şaşkın haliyle, ne yaptığıma anlam vermeye çalışıyorlar. Açıkladım ben de, "evrene mesajımı verdim, kozmik siparişimi yolladım. " Önce birbirlerine baktılar sonra, pencereyi neden açtığımı sordular. "Neden olacak, evrenle arama herhangi bir engel girmesin istedim."

Gerçekten çok ciddiydim, şaka yapmıyordum. O akşam istediğim üç şey de sırayla gerçek oldu. İstediklerim de kıytırık şeyler değildi, hayatımın dönüm noktası olabilecek kadar önemliydi. Öyle veya böyle, evren dileklerimi kabul etmişti.

Kıssadan hisse: Evren beni sever, gerçekten isteyerek ne dilersem gerçek olur. Şanslı bir insanımdır. Bunun için de her gün şükrederim.

"Peki bunlardan bize ne, ne diye anlatıyorsun, hava atmaya mı çalışıyorsun?" dediğiniz duyar gibiyim. Cevap veriyorum: vicdan azabımı rahatlatmak için. İşte itiraf ediyorum: sanırım bu sene yazın gelmemesinin sebebi benim.

Bu sene de YİNE yaz iznimi ağustosun son iki haftası kullanabiliyorum. Dışarıda yaz varken, herkesler tatillere gidip gelirken çalışmak çok acı geliyordu. Ben de bütün sene dua ettim: Allahım ben tatile çıkana kadar yaz gelmesin.

Bu kadar güçlü olduğumu valla bilmiyordum, billa bilmiyordum. Ama dersimi aldım, seneye yine buna benzer bir şey dilemek zorunda kalırsam dileğimi biraz daha geliştireceğim: hafta sonları hava güzel olsun, tatil yörelerinde mevsim ne olması gerekiyorsa o olsun gibi detayları ekleyeceğim. Söz veriyorum!

Madem yaz gelmedi, eski fotolardan biriyle idare edelim, anılarımız canlansın, içimiz açılsın:


22 Haziran 2015 Pazartesi

Siyah Kan

Cinayet romanlarını ne kadar sevdiğim malum. Gizem, esrar, heyecan, gerilim, intikam... Bana bunlarla gelin. Entrikayı falan da severim ama şimdi konumuz bu değil.

Şimdi konumuz Jean Christophe Grange'ın Siyah Kan kitabı.

Adından anlaşılacağı üzere kanlı bir cinayet romanı. Cinayet varsa katil de vardır: Jacques Reverdi. Eski bir dalma rekortmeni. Genç kadınları öldürüyor. Olan hep kadınlara oluyor zaten. Bir de gazeteci var, Marc Dupeyrat. Klasik kural tanımaz, asi, zeki bir cinayet çözücü.

Katilin cinayetlerini neden işlediğini, nasıl işlediğini araştırmak üzere yola çıkıyor. Yol uzun: Paris'ten başlayıp Kuala Lumpur, Kamboçya, Tayland, Bangkok'a uğradıktan sonra yeniden Paris'e dönüyor. Bir bulmaca çözer gibi adım adım parçaları birleştiriyor.

Parçalar birleşmesine birleşiyor da bedeli ağır oluyor. Kitabı henüz okumamış olanları düşünerek açık vermek istemiyorum ama şöyle özetleyeyim: işler karışıyor. Çok fena. Kimse güvende değil.

Derken dı dı dıııııım. Olaylar gerçekten ilginç bir hal alıyor. Katil asla ölmüyor. Okuyacak olanların tadını kaçırmak istemediğim için açık açık yazamıyorum, böyle imalarla idare ediverin: Katil asla ölmüyor.

Kitabın ilk 50 sayfasını okurken pek hoşlanmayacağımı düşündüm, beni pek sarmadı. Ama ilerledikçe fikrim değişti. Oldukça sürükleyici bir hikayeye dönüştü.

Bazı bölümlerde cinayetlerin işleniş biçimi ve cesetler o kadar detaylı anlatılıyor ki okurken tüm olanlar gerçekçi bir şekilde gözünüzde canlanıyor. Bu kısımlar biraz rahatsız edici olabiliyor ama "okuduğum da cinayet romanı neticede ne bekliyorum ki" diyip çenemi kapatıyorum.

Sonuç olarak sürükleyici, kolay okunan, iyi kurgulanmış ve 33. baskısını yapmış bir kitap yani daha ne diyim ki, bu tarzı seviyorsanız alıp okuyun.

21 Haziran 2015 Pazar

Diyet Kurabiye

Gerçekler acıdır, 5 kilo vermem gerek dedim 3 hafta önce. Gidişat berbat, sadece 1,8 kg verebildim. Hafta içi iyiyim tutuyorum kendimi ama hafta sonu geldi mi ben ben değilim adeta. Nasıl olacak bu iş hiç bir fikrim yok.

Yine de çabalarım devam ediyor. Ama canım illa da çayın kahvenin yanına atıştırmalık bir şeyler çekiyor. Geçen hafta tivitır'da diyet kurabiye tarifi gördüm, eninde sonunda yiycem bu mereti bari diyet olsun dedim, denedim.

Sonuçtan memnun kaldım, hemmen dedim bu güzel tariften okuyucularımı da haberdar etmeliyim. İşte tarif:

Malzemelerimiz bir bardak fındık, bir bardak dut kurusu, bir kaşık kakao ve bir yumurtanın akı.

Önce fındık ve dut kurusunu robottan geçirip mümkün olduğunca ince toz haline getiriyoruz. Bu ikisi kurabiyemizin unu ve şekeri oluyor.

Robottan geçirilmiş fındık ve dut kurusu
Daha sonra bu karışıma kakao ile yumurta akını ekleyip iyice yoğuruyoruz. İlk başta karışım dağılacak ama sebat edip yoğurmaya devam edin. Yeterince yoğurduğunuzda yukarıdaki bir tas dolusu ufalanmış fındık ve dut kurusu aşağıdaki görünüme ulaşıyor.


Tarifte yazdığına göre bu hamurdan ceviz büyüklüğünde parçalar koparıp üstlerine de çatalla bastırıp şekil veriyorsunuz. Toplam 24 parça çıkması gerekiyormuş. Elimin pek ayarı olmadığı için benim cevizler hindistan cevizine yakın oldu ve 24 değil 12 parça çıktı. Şekil verme işini de oldum olası beceremem zaten...


Kurabiyelerimizi 180 derecede önceden ısıtılmış fırında 20 dakika pişiriyoruz. Aslında 17 dakika daha iyi olabilir. Sanırım fırın ayarına göre değişiyor, benimkiler biraz fazla pişmiş gibi geldi. Ama lezzeti yerindeydi. Ben çok beğendim.

İşte sonuç

Gördüğüm tarifte kurabiyelerin bir tanesinin yaklaşık 50 kalori olduğu yazıyordu. Lakin benimkilerin boyutu 2 katı olduğundan bir tanesinin kalorisi de 2 katı oldu sanırım. Olsun, yine de bir kurabiye için 100 kalori fazla sayılmaz. Sayılır mı yoksa?

17 Haziran 2015 Çarşamba

Abim Deniz

Kardeşi Hamdi Gemiş'in anlatımıyla Can Dündar'ın kaleme aldığı Deniz Gezmiş'in hikayesi Abim Deniz.

Geçen hafta bitirdiğim bu kitaptan bugün, Süleyman Demirel' in vefat haberini aldığımız gün,  bahsetmem kaderin cilvesi gibi oldu.

Deniz Gezmiş'in kişisel hikayesinin Hamdi Gezmiş tarafından anlatıldığı kitapta, aynı zaman dilimindeki ülke gündemi de Can Dündar tarafından kaleme alınmış. Bu ikili anlatım, Deniz Gezmiş'in eylemlerine ışık tutması açısından oldukça faydalı olmuş.

Hamdi Gezmiş'in anılarının yanı sıra, Deniz Gezmiş'in çoğunlukla babası olmak üzere ailesiyle mektuplaşmaları, çeşitli fotoğraflar, dönemin gazete haberleri ve bazı resmi evraklara da yer verilmiş kitapta. Sadece Deniz Gezmiş'in yaşamına değil, ülkenin bir dönemine de tanıklık ediyor anlatılanlar.

İbreti alem olsun diye asılan 3 gencecik insanın hikayesini okurken aklımdan geçenler sorumluluk, vicdan ve adalet oldu. Bir insanın kaderi hakkında hüküm vermek kendi başına ağır bir sorumlulukken, 3 gencin idama gitmesine göz yumabilmeyi akıllar almıyor. Tarih herkesi zamanı gelince yargılıyor ama giden de geri gelmiyor.

Maalesef üzücü bir kitap, her sayfayı çevirirken ellerim geri geri gitti. Sanki ben kitabı bitirmezsem yaşananlar yaşanmamış olacak, idamlar gerçekleşmemiş olacak gibi... Beni en çok etkileyen de bir babanın çaresiz çırpınışları oldu. Tüm yaşananların yükünü omuzlaması, acısını yaşarken güçlü olmak zorunda olması...

Deniz'lerin hikayesi keşke birilerine ibret olsa. Bir ülkede hukukun bir kesimin elinde oyuncak olmasının yol açtığı felaketlerden birileri ders alsa...


15 Haziran 2015 Pazartesi

Burgaz Adası

Bu hafta sonu Pazar günümüzü Burgaz Adası'nda değerlendirelim dedik beyimle. Bostancı'dan sabah 11 vapuruna binip 12'de indik.

Bir kaç hafta önce Büyükada ziyaretim olmuştu. Burgaz, Büyükada'ya nazaran daha az kalabalık ve daha az kokulu baştan söyliim.

Vapurdan inince sağ tarafa doğru uzanan cadde üzerinde bisiklet kiralayan bir dükkan var, sanırım burası adanın tek bisikletçisi, başka varsa da ben görmedim. Kira bedeli saatlik 7,5 TL.

Biz gittiğimizde saat 12:30 civarıydı ve dükkanda bol bol bisiklet vardı. Ancak 2 saat kadar sonra bisikletleri teslim etmeye gittiğimizde dükkanda bisiklet kalmamış ve insanlar önünde kuyruk olmuş bisiklet bekliyordu. Yani eğer bisiklet kiralamayı düşünüyorsanız geçe kalmayın.

Tam öğle saatinde bisiklet kiralayıp bir de kendini adanın yokuşlarına vurmanın hiç de iyi bir fikir olmadığını tahmin ediyorsunuzdur sanırım ama sonunu düşünen kahraman olamaz dedik vurduk kendimizi tepelere. Hedef Kalpazankaya.

Bisiklet alıcam ben, rüzgarın kızı olacam diye sayıklayan kendini bilmez biri olarak boyumun ölçüsünü aldım diyeyim.Vitesleri küçültmeyi beceremedim. Peheyyyyy, hızı hissedecekmişim de rüzgarı saçımda hissedecekmişim de... Yokuşun bir kısmında bisikletten inerek kendisiyle yan yana yürüdüğümüzü itiraf ediyorum. Ama sonunda vitesi çözdüm.

Kalpazankaya'ya çıktığımızda denize girebilir miyiz acaba diye plajını bir teftiş ettik ancak yosunlu ve bulanık su hiç cazip gelmedi. Hemen restoran kısmına geçip soğuk biralarımız ve yanına bir kaç atıştırmalığı sipariş ettik. Eğer restoranda manzaralı bir masaya oturmak istiyorsanız kesinlikle önceden rezervasyon yaptırın. Biz gittiğimizde sadece arka kısımda boş masalar vardı.

Bize de sadece iki saat boş olan masalardan birini verdiler. En öndeki manzaralı masalardan değildi elbette. Bazı sevimli konukları da masamıza misafir ettik:


Yediğim hiç bir şeyin aman aman lezzeti yoktu, üstelik fahiş derecede pahallıydı. Beğenmedim. Bizim işletmelerimiz manzaraya sığınıp mutfağı boş vermekten ne zaman vazgeçecek acaba.

İniş elbette ki çok daha keyifliydi Yalnız inerken gaza gelip de sürat yapmamak gerekiyor. Çünkü hem sürat felakettir, hem de bir virajdan karşınıza aniden dört nala gelen bir fayton çıkabilir.

Sıcak o kadar ezdi ki bizi, bu sefer iskeleye sırtımızı dönüp sola doğru ilerlerken yan yana sıralanmış restoranların sonunda ve de köşede yer alan adı da Baş Köşe olan küçük kafede birer limonata çok iyi geldi. Burası, menüsünde bir kaç çeşit kek, tost, poğaça, çay, kahve ve ev yapımı limonata olan bir kafe. Limonata gerçekten güzeldi.

Adaya indiğimizden beri sürekli bir yeme içme halinde olsak da henüz kafamızdaki denize nazır meyhanede öğle rakısı planını ifa edememiştik. Gerçi ben rakı içmiyorum ama olsun. Sofra varsa ben de varım şarabımla.

İnternet alemlerinde bir araştırma yaparsanız Burgaz Ada'da en önerilen restoranın Barba Yani olduğunu görürsünüz. Lakin sahilde aynı isimde iki restoran var, kimi blog'larda birine orijinal diyor, kimilerinde diğerine. Biz de oturduğumuz kafenin sahibine soralım dedik, bunlardan hangisi orijinal diye. Sanırım bir yaraya tuz bastık.

Beyefendi "Hepsi aynı bu restoranların, adam seneler önce öldü, karısı öldü, hiç bir farkı kalmadı" dedi biraz ateşli bir şekilde. Hangisi olduğunu söylemedi. Biz de ısrarcı olmadık. Biraz daha yürüyüş yaptıktan sonra motor iskelesine daha yakın olana oturduk, siparişlerimizi verdik.

Diğer Barba Yani nasıldı bilemiyorum ama bizim oturduğumuzun yemekleri hiç de öyle özel lezzetler değildi maalesef. Üstelik özellikle belirtiyorum, o yemekler o fiyatları hak etmiyor. Resmen fahiş. Üstelik güya deniz kenarında oturuyorsunuz ama önünüze demirli teknelerden denizi görmek neredeyse imkansız.

"Iyyyy amma şikayet ettin, gitmeseydin o zaman" diyebilirsiniz. Demeyin. Gittim, size de anlatıyorum. Sonra gidip de, "vay bundan hiç bahsetmemişsin" diye arkamdan konuşmayın.

Burgaz Adası'na veda ederken

10 Haziran 2015 Çarşamba

Bir ben var bende benden içeri

Eğer beni fiziksel olarak çekici bulmuyorsanız üzgünüm ama bir kurbağasınız.

Valla ben uydurmuyorum. Bu sefer diil. Bilim öyle diyor. Hem de nörobilim.

Incognito: Beynin Gizli Hayatı kitabının yazarı, nörobilimci David Eagleman'ın sözleri.

Okuduğum en ilginç kitaplardan biri diyebilirim. Ana fikrinde diyor ki biz aslında biz değiliz. Kararlarımız ve seçimlerimizin pek çoğu beynimizin bizim kontrolümüz dışında yürüttüğü bilinç dışı süreçlerin bir sonucu.

Eagleman, ilk bölümde algılarımızın bizi nasıl yanılttığını anlatıyor. Hani "gözümle görmeden inanmam" deriz ya, bu bölümü okuduktan sonra, gözümle gördüğüme inanmakla ne büyük hata yaptığımı anladım. Tabiri caizse görmüyoruz, uyduruyoruz, ama gördüğümüzü sanıyoruz.

Bir sonraki bölümde ise yıllardır savunduğum ve kendi icadım olduğunu sandığım bir fikrin bilimsel temelleri olduğunu görüyoruz. Benim teorim şu: bir şeye yeteri kadar maruz kalırsan onu seversin. Bu durumun bilimsel adı ise salt maruz kalma etkisiymiş. Özetle şöyle açıklanıyor: "bir yüzün resmini daha önce görmüşseniz, resmi daha sonra yeniden gördüğünüzde o kişi size daha çekici gelecektir; o kişiyi daha önce gördüğünüzü hatırlamasanız bile." Sırf havalı laflardan ibaret değil, adamlar deney falan yapmışlar. Reklamlar falan hep bundan işte.

Sonraki bölümde ise yazarımız eylemlerimizin nasıl bizim irademiz dışında gerçekleştiğini uzuuuuun uzuuuun anlatmış. Şimdi ben anlatmayayım, telif hakları açısından falan saygısızlık olabilir. Alın kitabı okuyun. Pişman olmayacaksınız.

Ama kitabın beni asıl etkileyen kısmı sorumlu tutulabilirlik konusunun tartışıldığı bölüm oldu. Hukuk sisteminin "sorumlu tutulabilirlik" üzerine kurulu olduğunu söyleyen Eagleman, cezanın kişinin işlenen suçtan ne ölçüde sorumlu olduğuna bağlanmasını tartışmaya açıyor. Kitaptan alıntı yapıyorum: "Sorumlu tutulabilirlik insan hayatının gidişatını belirleyen akıl almaz karmaşıklıktaki genetik-çevre ağının liflerinin tek tek çözülmesini gerektiren, geriye bakışlı bir kavramdır...Sorumlu tutulabilirliğin yerini alması gereken sözcük ve kavram değiştirebilirlik olmalıdır."

Yani diyor ki, eylemlerimizden sorumlu olup olmadığımızı tam olarak bilmemiz mümkün olamaz. Bu nedenle rehabilitasyon mümkün mü buna odaklanalım, değilse suçluyu etkisiz hale getirmek üzere cezaevine kapatalım.

Adalet duygusunu zedeleyici bir öneri ama üstünde düşünmeden edemiyor insan. Kitabı okuduğunuzda ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

Bu kitaptan öğrendiğim ciddi şeylerin dışında kültür mantarı kariyerime katkı sağlayacak bilgiler de edindim. Mesela tavuk seksörlüğü diye bir meslek olduğunu öğrendim. Civcvilerin popsuna bakarak cinsiyet belirleme işiymiş.

Ondan sonracığıma, kendi kendime sık sık yaptığım bir şeyin adını öğrendim. Ben sürekli kendimle anlaşmalar yaparım: "X işini hakkıyla tamamlarsan, kendine bir hediye alabilirsin; şu işi beceremezsen bir hafta boyunca şunu yemeyeceksin; sevdiğin diziyi izlemek için 40 sayfa kitap okuman lazım" tarzında. İşte insanın özgürce aldığı ve gelecekte kendini bağlayan kararlara felsefeciler tarafından Odysseus anlaşması denirmiş.

Salt maruz kalma etkisinden bahsetmiştim ama bir de kurbağa meselesi var. Yazar diyor ki insanlar insanlara, kurbağalar da kurbağalara çekici gelir. Ben de tümden-geliyorum ve diyorum ki: ben insanım, insanlar insanları çekici bulur, eğer biri beni çekici bulmuyorsa kurbağadır.

9 Haziran 2015 Salı

Seçim falan filan

Seçim sonrasında oy sayma konusundaki gözlemlerimi yazdım dün, tam da burada. Oy verdik, yetmedi saydık, yetmedi ellerimizle teslim ettik demiştim.

Tamam kişilik olarak kontrol manyaklığına yatkın bir yapım olabilir. Yatkın ne demek, düpedüz kontrol manyağı diyelim, anlaşalım. Amaaa benim sade bir vatandaş olarak verdiğim oyun akıbetinden endişelenip sürecin her aşamasını kontrol etme isteğim sadece benden mi kaynaklanıyor? Bu da mı benim suçum? Sormazlar mı hiç, "hırsızın hiç mi suçu yok?" diye.

Pazar günü hepiniz aynı şeyi görmüşsünüzdür, bir millet seferber olmuş oyunu korumaya çalışıyor. Kimden? Son tahlilde devletten. Üzünçlü bir durum.

Bu gözler "muhalefet partileri de sandıkta örgütlenseydi madem, sandık başında örgütlenemeyen devlet yönetmeye nasıl talip olur?" laflarını gördü internetlerde. Demek at binenin, kılıç kuşananın, oy da örgütlenenin mi oluyor?

Sandık başında örgütlenmenin, kötü niyet yoksa, seçmen iradesine ne katkısı olacağını da biri bana anlatıversin. Sanırım bu şartlar altında oy, çalanın oluyor.

Bu gözler "Mesela ben Ümraniye'de oturuyorum, bizim mahallede evlere dağıtılan bir paket kahveden başka bir şey görmedik, bu mudur bizim güçlü teşkilatımız?" diye sorgulamaları da gördü internetlerde. (malum partinin oy oranının düşme nedenlerinin "analiz" edildiği bir ortam)

Lan kardeşim, (bak kardeşim diyorum hala, ağzımı bozmamaya çalışıyorum) hiç düşünmez misin, bu adamlar bir paket kahveye senin oyunu satın almaya çalışıyorsa, iki paket bir şeye satmayacakları ne malum? Ticaret böyle bir şey işte, bire aldığını ikiye satıyorsun falan...

Ay işte ben böyle şeyleri düşündükçe sinirleniyorum, sinirlenince hakaret edesim geliyor, o da olmuyor falan filan. Bu kadar siyaset bana yeter de artar. Son tahlilde ben Survivor, Hürrem falan izleyen ortalama bir Türk vatandaşıyım, Kösem Sultan başlasın onu da seyredicem bak. Entrika falan çok hoşuma gidiyor.

Çevremdeki Nobel ödüllü bilim insanları, üzgünüm ama beni böyle kabul etmeniz gerekiyor.

8 Haziran 2015 Pazartesi

Bir seçim günlüğü vol.2

Mart 2014 yerel seçimlerinden sonra ikinci defa oy sayımına nezaret görevimi ifa ettim. Herhangi bir partinin ya da oluşumun üyesi olmadan, ikinci defa, bir vatandaş olarak oy sayımını izleme hakkımı kullandım.

Öncelikle belirteyim, geçen seçimde olduğu gibi bir engellenme teşebbüsüyle karşılaşmadım. Sanırım bina başkanları bu sefer daha tecrübeliydi ve engelleme girişimlerinin başarılı olmayacağını biliyordu.

Tabii ki ben de daha tecrübeliydim. Bu sefer elimi kolumu sallaya sallaya gitmedim. Kendim için atıştırmalık ve su (her türlü zor koşula dayanabilirim ama açlığa asla), sandık görevlileri için kurabiyelerim (onlar da açlığa dayanamıyor olabilir, onların kan şekerinin düşmesi benimkinden daha ciddi sonuçlar doğurabilir), şarj bitmesine önlem olarak yedek telefon ve şarj aleti (sosyal medyanın gücünden bahsetmeme gerek yok), oy sayımına iştirak edebilmek için defterim ve kalemimle hazır olarak saat 17'de oy kullandığım sınıfın kapısından içeri girerek yerimi aldım.

Sınıfta yerimi almak üzere evden çıkmadan önce ben de sosyal medyada yer alan gizemli, plakasız araçları gördüm elbet. Okulun çevresinde ve otoparkında bulunan tüm araçlara plaka kontrolü yaptığımı söylememe gerek bile yok. Ben kontrol turundayken 3 başka kişinin daha araçların arasında dolaştığını söylemem de hiç şaşırtıcı olmaz sanırım.

Oy sayımı süresince hiç bir olumsuzluk yaşanmadı, hiç bir konuda anlaşmazlık olmadı. Sakin bir şekilde tüm oylar sayıldı. Sandık başkanımızın çok bilgili, titiz, her adımı prosedüre göre yürüten, hiç bir konuda şaibeye yol açacak davranışlarda bulunmayan bir hanım olduğunu belirtmek isterim. Bu nedenle sayım işlemi biraz uzun sürmüş olabilir ama hiç kimsenin içinde en ufak bir şüphe oluşmadı.

Diğer sınıflardaki sandık başkanlarının hepsi için aynı şeyi söylemek güç ne yazık ki. Mesela bizim sandık başkanına danışmaya gelen bir görevli kendi sandık başkanlarının "evet" mühürlerini oy torbasına konarak mühürlenmesine gerek olmadığını belirttiğini ifade etti. Ben bile iki sayım tecrübemle torbaya ne konacak, nasıl konacak öğrendim valla.

Şimdi düşündüm de, benden iyi bir başka olur aslında. Ama çalışma saati çok uzun yaaa, ben o kadar süre aç kalamam.

Sayım sırasında muhalefet partilerinin müşahitleri hazır ve nazırdı, ben de bir kaçıyla tanışıp sohbet ettim ve iktidar partisinden müşahit olmadığını öğrendim. Ama bizim oy kullandığımız sabah saatlerinde vardı, gençten bir çocuk. Diğer müşahitlerden öğrendiğim kadarıyla kendisi aslında partili değilmiş, belediyede taşeron işçi olarak çalışıyormuş. Mesaiye yollar gibi müşahit olmaya yollamışlar, çocuk da sandık kapanır kapanmaz sayıma kalmadan basmış gitmiş.

Doğruysa çocuğa gerçekten üzüldüm. Şahsen doğru olma ihtimalinin de oldukça yüksek olduğunu düşünüyorum ama dediğim gibi ben diğer müşahitlerin yalancısıyım. Günahı boyunlarına. Ya da günah kiminse onun boynuna.

Sayım tamamlandıktan sonra, resmi müşahit olmadığım için ıslak imzalı kopya alamadım, ancak hazırlanan tutağın fotoğrafını, açıklanacak sonuçlarla karşılaştırmak üzere çektim. Geçen seçimde de aynı şeyi yapıp karşılaştırmayı yapmış ve tutanakla açıklanan sonuçlar arasında tespit ettiğim farkı resmi makamlara bildirmiştim. Umarım bu seçimde böyle bir fark tespit etmem.

Oy çuvallarının gönderilmesi konusunda da iki laf etmezsem olmaz. Benim bulunduğum okuldan çuvallar, bir minibüs içinde ve yaklaşık 15 özel otomobillik bir konvoyla alkışlar, tezahüratlar, ıslıklar eşliğinde yola çıktı. Ayrıca oy minibüsüne de çeşitli partilerden temsilciler konuşlandı.

Eğer yolda Holivut aksiyon filmlerinde gördüğümüz araç kovalamaca sahnelerinden biri yaşanmadıysa, oyların ulaşması gereken yere, ulaşması gerektiği gibi ulaştığından şüphem yok.

Milletçe oy verdik, yetmedi saydık, yetmedi ellerimizle teslim ettik. Hepimize hayırlı olsun.

3 Haziran 2015 Çarşamba

Gerçekler acıdır

Cuma akşamı benim meşhur iş arkadaşım F ile (hani bana güzel ve faydalı kitaplar getiren, televizyonda faydalı bilgiler izleyip bunları benimle paylaşan arkadaşım) aramızda geçen sohbet:

(feysbukta gördüğümüz bir fotoğraf hakkında)

ben: bak insanlar böyle poz verdi mi daha zayıf çıkıyorlar fotolarda, hatta benim de var böyle bir pozum feysbukta, dur sana göstereyim.
(feysbukta deriiiin bir araştırmanın ardından teee 2013 yazında çekilmiş fotoyu buldum)
f: e sen zaten bu fotoda şimdikinden zayıfsın!
ben: !?!?!?!?!

iki sene önce ben

Ben kendisine kısaca "F ve öldürücü gerçekçiliği diyorum". Sen böyle lay lay lom bir şeyler anlatırsın, o gerçekleri dannn diye suratına vurur. Herhangi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermek istemem, yaptığında art niyet yoktur ama "gerçeği, sadece ve sadece gerçeği, her zaman gerçeği" söyler. Kendisine de daha önce söylediğim gibi bu huyunu da seviyorum. İlham veriyor, harekete geçiriyor, teşvik ediyor. Zorla da olsa yapıyor.

Tabi, başkası dese bana "sen o zaman daha zayıfmışsın" ciddiye almam, geçerim. Amaaaa bunu söyleyen F ise kesinlikle temeli vardır, doğrudur, gerçektir. Nitekim, meşhuuuur istatistik tablolarıma döndüm ve 2013 yazında yani bundan tam iki yıl önce şu an olduğumdan tammmm 5 kilo daha zayıf olduğumu gördüm.

Tüm bu bilgiler ışığında hareket geçmemek mümkün mü? Değil. Ben de konuyu en üst seviyede ciddiyetle ele aldım. Cumartesi öğleden sonra yarım ölçüden son kez kekimi yaptım, yedim ve pazar saat 20:00 itibarıyla rejime girdim.

Çok ciddiyim, çok kararlıyım, rejim kurallarına sıkı sıkıya uyuyorum ve çok AÇIM.