28 Ocak 2015 Çarşamba

Paris metrosu benden sorulur

Plan, porogram, hazırlık benim işim. Sürprizlerden hoşlanmam, akışına bırakamam. Pazara dahi gideceksem illa hazırlık, hep hazırlık.

Herkese uymaz, bana da tersi uymaz. O yüzden herkes nasıl biliyorsa öyle yapsın ama ben hazırlık yaparım arkadaşım.

Kısmet olursa iki vakte kadar bir Paris seyahatine çıkcaz inşallah. Bende bir yoğun çalışma temposu sormayın gitsin: öyle otel ve uçak biletiyle kalmıyor; onlar aylar öncesinden hazır zaten de şimdi ince ayarları çalışıyorum.

Hangi müzeler gezilecek, hangi kiliseler ziyaret edilecek, hangi restoranda yemek, nerede fondü, nerede krep, nerede ekler pasta yenecek, parfüm ve kozmetik için hangi dükkanlara girilecek, hangi metro/otobüs/tramvay hatları kullanılacak...

Müze planlarının çıktıları, restoran/kafelerin adresleri alındı; toplu ulaşım uygulamaları ve offline modda çalışan haritalar telefona indirildi.

İddia ediyorum: al beni koy Paris'in merkezine, ver elime adresi, labirentteki farenin peyniri bulduğu gibi şıp diye adresi bulamazsam ne olayım. Olaya o kadar hakimim.

Kanıt mı istiyorsunuz, buyrun size kanıt:

Araştırmalarım sırasında bir çok forum, blog okudum. En faydalı bulduğum site http://www.pariste.net/ oldu. Şiddetle tavsiye ediyorum, Paris'te yaşayan sevgili Ahmet Ore gerçekten çok bilgilendirici, keyifli, kapsamlı bir rehber hazırlamış. Kendisine buradan teşekkürlerimi iletmek isterim.

Ben de titizlikle hazırlanmış bu siteden ziyadesiyle faydalandım. Ulaşım kısmı için de bir harita koymuş. Buraya tıklayarak yazının sonundaki haritayı görebilirsiniz. Yazı güncel, 7 Nisan 2014 tarihli; harita da muhtemelen o tarihteki ulaşım ağını yansıtıyordur.

Ancak Fransız dostlarımız, bizim gibi büyük düşünemiyorlar herhal. Sene olmuş 2015, hala kanaldı, havaalanıydı gibi devasa projeler yerine şehir içine metro, tramvay yapalım gibi önemsiz işlerle uğraşıyor olsalar gerek ki metro haritası bugün biraz değişmiş. Aşağıya Paris'in İETT'si RATP sitesinden bugün aldığım harita görselini koyuyorum.

Bakalım Nisan 2014 tarihli pariste.net sitesindeki haritada olmayan eksik hattı bulabilecek misiniz? Ben buldum!

Hahaytttt, Parizyen oldum ben!

26 Ocak 2015 Pazartesi

Adana Ocakbaşı - Pangaltı

2 haftadır ofiste tabiri caizse boza pişiriyorum. Çok yoğun, çok yorucu, çok stresli bi işler var başımda. Hayırlısıyla bitse de azıcık rahatlasam diye dört gözle bekler durumdayım.

Geçtiğimiz hafta sonundan önceki hafta sonu (yani dıdısının dıdısında) arkadaşlarla niyetlendik, şöyle çıkalım, yiyelim içelim diye. Olmadı, kısmet değilmiş, bir hafta sonraya ertelendi. Yani geçtiğimiz cumaya.

Bizim arkadaşlar sağ olsunlar yemesini içmesini severler, iyisinin de yerini bilirler. Özellikle et konusunda bir Vedat Milor olmasalar da fena sayılmazlar. Dedi ki biri "Pangaltı'ndaki Adana Ocakbaşı'na yer ayırttım."

Doğruya doğru, benim etle pek aram yoktur. Allah yokluğunu aratmasın da aylarca yemesem aramam. Bir makarna, bir pide, bir pizza ve hatta sushi öyle değildir ama, bayıla bayıla yer, yana yakıla ararım.

Neyse bu damak zevkimden ötürü öyle et restoranları, ocakbaşılar kültürüm de yoktur. Hele hiç rakı içmediğim de göz önüne alınırsa pek şaşırtıcı diil. Burasını da duymuştum ama işte gitmek kısmet olmamıştı.

Geçen Cuma akşamı şenlendirdik efendim mekanı.

Masalar küçücük, biz 5 kişiydik. 2 arkadaşımız daha gelecekti lakin program uymadığı için katılamadılar. Ama zaten onlar da gelebilseydi muhtemelen masaları ayırıp yarım saatte bir yer değiştirmeyle hasret gidermeye çalışacaktık. Gördüğüm kadarıyla 7 kişinin bir arada oturabileceği bir masa yoktu.

Neyse, mekan sıkışık, masalar küçük ama siz bu teknik detaylara takılmayın. Lezzetler missss. Etle pek aram olmamasına rağmen yediğim her bi şeyi beğendim valla. Ciğer yemedim ama yiyenler ona da bayıldı. Fiyatlar ise bu kadar tıka basa yiyip içmeye fazla değildi.

Tabii ki de o tıklım tıklım mekanda şarap içen tek kıro bendim

Bu arada stres atma dozunu biraz kaçırıp kahkahalarım, hıçkırmalarım, aniden düşen çenem ve daha ani bastıran Fransızca pratik etme isteğim nedeniyle Cuma akşamı Adana Ocakbaşı'nda rahatsızlık verdiğim herkesten özür dilerim. İdare ediverin dostlar, zor günler geçirdim, sinirleri boşlatmam gerekiyordu.

25 Ocak 2015 Pazar

Lean in - Sınırlarını Zorla

Kardaşlarımmmmm, yoldaşlarımmmmm, hemmmmmcinslerimmmmm! Biiiiiz bu düzeni yıkacağız, biiiiizzzz bu düzenini kölesi olmayacağızzzzzz, biiiiz kendi kendimizin efendisi olacağızzzzzz. Biiiizzzzz.....

Öhömmm, bu aralara böyle mitingler verip boğazım patlayana kadar bağırasım, kendimi kadınların kurtuluşuna adayasım var.

Halet-i ruhiyemin müsebbibi kitap budur efendim:

Feysbuk Genel Müdürü Sheryl Sandberg tarafından kaleme alınmış Lean In - Sınırlarını Zorla Kadınlar, İş ve Liderlik İsteği.

Kariyeri boyunca çok önemli başarılara imza atmış bir iş insanının, kadınlara iş yaşamında eşit bir şekilde var olmak için çok değerli önerilerini sunduğu bir kitap.

Sandberg'in kaleminden bu kitabın kimler için yazıldığı ise şöyle ifade edilmiş: "...kendi alanında en yükseğe çıkmak ya da herhangi bir amaca güçlü bir şekilde ulaşmak isteyen her kadın..." ayrıca "... bir kadının - iş arkadaşı, eş, anne veya kız çocuğu - neler yaşadığını anlamak ve eşit bir dünya yaratmakta kendinde düşeni yapmak isteyen tüm erkekler..."

Kitapta, maalesef sistemin, toplumsal normların ve hatta yasaların kadınlar aleyhine işlediğine dair o kadar ilginç istatistikler var ki okudukça dellenip dellenip beyime sarmışlığım doğrudur. Kendisi en sonunda dayanamayarak isyan etti: "neyse parası verecem, gelip o araştırmaları bizim evde yapsınlar, ak koyun kara koyun çıksın ortaya" diyerek.

Okuduğum şeylerin etkisiyle "yaaa biliyo musun çok eziliyoruz biz kadınlar olarak" diye dertlendiğim sevgili iş arkadaşım F ise "Üzülme bu kadar, bu kitap senin için yazılmamış zaten, hatta zorlasan sen yazarsın bu kitabı" yorumunda bulundu. O anda kıkır kıkır güldüm ama içime dert oldu, ertesi gün dayanamadım sordum "sen bana iyi bir şey mi söyledin, kötü bir şey mi?". "Senin için iyi bir şeydi" dedi de rahatladım.

Beni bilenler bilir, bilmeyenler de yukarıdaki anektotlardan anlamışlardır ki ben feminist bir insanım. Her zaman dile getirmekten gurur duyduğum bir özelliğimdir.

"Ayyyy ama kadınlarla erkekler aynı diil ki, fiziksel olarak farklıyız bi kere, erkekler daha güçlü" diye bık bıklayıp aklınca feminizme karşı olanların hiç çekinmem kalbini kırarım.

Sizin evi bilmem ama bizim evde yemek olayını ilk çağlardaki atalarımız gibi avcılık-toplayıcılıkla çözmüyoruz. Isınmak için dağdan odun kesip getirmemiz falan da gerekmiyor. Hele ofiste bütün gün bildiğiniz masalarda oturup en fazla iki kat yukarıdaki toplantı odasına koşturuyoruz. Tüm bunlar için de fiziksel güç hiiiiç gerekmiyor valla.

Yani düşünme, kendini düzgün bir şekilde ifade etme, düzgün iletişim kurabilme, bir şeyler okuyup anlama faaliyetlerini kol kaslarınızla falan gerçekleştirmiyorsanız fiziksel güce hiç gerek yok.

Bu nedenle de beni evde veya ofiste erkeklerin yapıp da kadınların yapamayacağı ya da tam tersi herhangi bir şeye ikna edebilmeniz için çok çaba sarf etmeniz gerek. Yok erkekler yemek yapmasını beceremez, yok kadınlar iyi yöneticilik yapamaz zırvalarına karnım tok!

Manifsetom açık: kadın olduğum için hiç kimsenin hayatının sorumluluğunu almak zorunda değilim, kadın olduğum için zihinsel beceri gerektiren hiç bir işi bir erkekten daha kötü yapmam! Kadın olduğum için daha az saygı görmeyi hak etmiyorum, fikirlerim daha az değerli değil! Ben de bu toplumun eşit bir bireyiyim, tüm kurumlardan ve bireylerden eşit davranış görmeyi hak ediyorum.

Daha azına asla razı olmayacağım, bu konuda asla uzlaşmayacağım, etkim yettiğince de bunları savunmaya devam edeceğim. Bu da, benim kadar şanslı olmayan, bu toplumun diğer bireylerine karşı kişisel sorumluluğumdur.

O yüzden: Kardaşlarımmmmm, yoldaşlarımmmmm, hemmmmmcinslerimmmmm, birleşinnnnnn!

21 Ocak 2015 Çarşamba

Kim normal ki?

Madem kişisel blog yazıyoruz, biraz daha kendimden bahsedeyim.

İşte insanların benimle ilgili tuhaf bulduğu bazı şeyler:

* Düşmekten çok korkarım. Aslında tam olarak düşmekten değil de düşerken dilimi ısırmaktan çok korkarım. Bu sebeple dik merdiven, buz tutmuş yol gibi tehlikeli zeminlerde yürürken ağzım sımsıkı kapalı, dilim mümkün olduğunca geride, üst damağıma yapışmış şekilde ilerlerim. Eeee ne de olsa en büyük hayali ünlü bir şarkıcı olmak isteyen kişinin eline bir fırsat geçtiğinde dilsiz dilsiz şarkı söylemesi zor olacaktır.

* Yürüyen merdivende önümde biri varsa nereye bakacağımı bilemez strese girerim. Düşünsenize, önünüzdeki bir kaç basamak yukarıdaysa dümdüz karşıya baktığınızda göz hizanızda ne olduğunu. dikizci diye yaftalanmak işten bile değil.

* Hem yavaş hem de yolun ortasından yürüyen insanlara uyuz olurum. Senin acelen olmayabilir, sallana sallana geziyor olabilirsin ama herkes senin gibi mi bakalım? Mesela benim gibi yürümekten ziyade sürekli koşturmaca halinde olan insanlar için azapsın. Neydi o laf, ya bir yol yap ya yoldan çekil miydi? Aman sadece yoldan çekilsen de kafidir, yol yapacam diye yorma kendini.

* Bir şey yiyorsam en sevdiğim kısmını sona bırakırım. Böylece tadı gerçekten damağımda kalır ve daha fazla yemek isterim. Sanki daha fazla yemeye ihtiyacım varmış gibi...

* İstatistik tutmaya bayılırım. Daha önce de bahsetmiştim hangi tarihte kaç litre benzini kaç liradan almışım, bu benzinle kaç km yol yapmışım, kaç tane kitap okumuşum, kilom, her ay nereye ne kadar harcamışım envayi çeşit istatistiğim vardır. Kendimi rakamlarla daha kolay ifade ediyorum. Böyle rakam takıntılı insanlara psikolojide bir şey diyorlardı?

* Her alışverişten sonra kredi kartı slipimi muhakkak ister sonrasında da saklarım, 5 yıl dolmadan atmam.

* Elbette ki faturalarımı itinayla saklarım. Tamam hepsini değil, ama giyisi, elektronik, mobilya faturalarını kesin saklarım. 2 yıl. Malum garanti süresi. Elektrik, su, doğal gaz konusuna hiç girmiyorum.

* Yürürken açık çöp kutularının yanından asla geçmem. Her an üstüme kedi zıplayabilir.

* Ne zaman olacağını bilmiyorum ama medeniyetin çökeceğine inanıyorum. Dünyanın sonu gelecek. Bu endişelerimi daha önce dile getirmiştim zaten. İç savaş mı olacak, bilim insanlarının çılgın deneylerinden biri mi ters gidecek, 3. Dünya Savaşı mı çıkacak bilmiyorum ama ilk çağlara döneceğiz. Kendimce hazırlık yapmaya çalışıyorum. Öncelik catering çalışmaları ama savunmaya da ihtiyacımız olacak.Ne yapacaz bilmiyorum.

Bir kalemde aklıma gelenler bunlar. Bence hepsi çok normal, hepsinin mantıklı bir sebebi var ama çoğu insan tuhaf buluyor işte.

19 Ocak 2015 Pazartesi

Tebrikler kabul edilir

2. dalyayı yaptım hayırlı uğurlu olsun.

Tammmmm 200 yazı yazmışım.

Kah okuduğum kitabı yazıyorum, kah yemek tarifi, kah gittiğim sergi, gördüğüm oyun gibi kültür mantarı tadında takılıyor, kah beyimle olan maceralarımla şenlendiriyorum sanal ortamı. Tepemin tasını attıranlara en samimi hislerimi yazmışlığım da vardır, çaresizce dert de yanmışımdır. Daha neler, neler...

Her telden çalıyorum yani...

Zaten en çok öneri/eleştiriyi de bundan alıyorum. Diyorlar ki "blog'unun bir teması olsun, sadece bir konu hakkında yaz" Valla güzel öneri, sadece arkadaşlarım değil işin bilir kişileri de aynı şeyi söylüyor.

Yaz bak Google'a "iyi bir blog için ne lazım" diye, kural 1: kendinize bir konu belirleyin ve bu konu hakkında yazın.

Yaaa tamam ben her ne kadar inatçı, dediğim dedik bir insan falan olsam da mantıklı bir tarafım da vardır yani. Birrrr sürü insanın "böyle yap" dediği öneriyi de en azından bir durup düşünürüm. Bu konuyu da düşündüm düşünmesine de şöyle ufak bir engel var: benim, hakkında bırak 200'ü 20 yazı dahi yazabileceğim bir uzmanlık alanım yok.

Bir de şöyle bir şey var, daha önceden neden yazdığımı anlatmıştım. Özetlemek gerekirse, "bir şey yapmak" için yazıyorum. Hayatım sadece işten ibaret olmasın, sepet gibi işe git - gel, saksı gibi günleri tüketeyim istemiyorum. Kendim için bir şeyler yapmış olayım diye yazıyorum. Bir blog'da görmüştüm, keşke hangisi olduğunu hatırlasam da doğru düzgün referans verebilsem. Bence çok güzel bir sebep: "sesimi duyman için değil, bağırmak için" yazıyorum.

Sesimi de duysanız fena olmaz ama...

Peki kimler duysun istiyorum sesimi? Öncelikle kendisiyle sonra başka her şeyle dalga geçebilen, eğlenmeyi bilen, bir sürü değişik şey denemekten hoşlanan, başarısız olmaktan korkmayan, algıları açık, hayata ve çevresine karşı iştahlı ve meraklı, değer veren, değer katan, değer yaratan ve samimi herkes duysun beni istiyorum.

Evet uzmanlık taslayabilecek kadar iyi bildiğim, yaptığım bir hobim yok, rafine zevklerim yok, hiç bir şey bilmiyorum ve çok şey biliyorum. Böyle yazıyorum, böyle yazmaya devam edeceğim.

Nice dalyalara!

görselin başlıkla ilgisi yok, bu hafta sonu ormanda çektim, boşa gitmesin dedim

18 Ocak 2015 Pazar

Bir Oryantiring Uğruna Ya Rab Ne Yiğitler Perişan Oluyor

Yine bir pazar, yine oryantiring günü. Bu hafta, uzuuun bir aradan sonra beycağzım da şereflendirdi parkuru.

Bilmeyenler için, 2015 hedefim oryantiring'de level atlamak. Bu hedefi yeteri kadar zorlayıcı bulmayan, şişirme bir hedef olduğunu iddia eden, bana yakışmadığını beyan eden arkadaşlarımı bir hafta benimle birlikte oryantiring'e bekliyorum. Evet, hamarat sarışınla hamarat kumral, lafım özellikle size. Bakalım bizzat tecrübe ettikten sonra da öyle atıp tutabilecek misiniz?

Neyse, hedef konusuna dönecek olursak öyle süre hedefim falan yok, orta level'ı tamamlayayım bana yeter. Şu ana kadar 4 orta parkur denememin sadece bir tanesi başarıyla sonuçlandı.

Bu hafta da hedefim doğrultusunda orta parkura çıktım. Sonuç hüsran da, asıl hikayem başka.

Herrrrr konuda benimle bir yarış halinde olan beyim pek tabii ki parkur konusunda da altta kalmadı, o da orta parkura çıkıcam dedi. "Birlikte çıkalım o zaman " dedim, insanlığımı yaptım, asla kabul etmedi, yalnız çıkmak için ısrar etti.

Dağ gibi beyimi bir daha ne zaman göreceğim meçhul, başlangıç noktasında yüzüne iyice bakıp tüm hatlarını hafızama kazıyarak startımı aldım.

Ben iki saatin sonunda, baktım ki bitiremeyeceğim, bırakıp bitiş noktasına döndüm, beyimi de haber vermek için aradım, "Tamam ben de bitiremiyorum, burada bırakıp dönüyorum" dedi.

Şimdi burada biraz geçmişe dönelim, benim oryantiring'de kaybolmuşluğum çoktur, hatta fena kaybolup hüngür hüngür ağlamışlığım vardır. Amaaaaaa her seferinde de yolumu bulup bitiş noktasına dönmüşümdür.

Kayıtlara geçsin, ben bugün beyimi oryantiring parkurunun hayli dışında, neredeyse şehir içinde bir noktadan arabayla topladım. Tamam şehir içi şehrin göbeği değil ama İstanbul çok büyüdü biliyorsunuz, en azından bir yerleşim merkezi diyeyim bari.

Bugün saat 12 civarlarından beri buna gülüyorum, ve de ömrüm yettiğince de güleceğim.

Azıcık bozuluyor galiba güldüğüme ama elimde değil. Lakin kuyruğu da dik tutuyor hala, yok önce bir ayıyla boğuşmuş, sonra sırtlan gelmiş de o yüzden kaybolmuş da. Yalnız övündüğü bir şey var, ki haksız da sayılmaz, çok usturuplu kaybolmuş kendisi. E doğruya doğru, arabayla alınabilecek bir yere düşmüş en azından.

Daha komiği ise kendisinin kaybolduğuna bakmaksızın bir de başka insanlara yol tarif etmiş. Zavallıcıkların akıbeti ne oldu acaba.

Bundan sonra bana "ben yolumu senden daha iyi bulurum, o tarafa diil bu tarafa gitmemiz lazım, vs vs" her laf söylediğinde cevabım hazır: "hadi ordan, benim seni oryantiringden arabayla toplamışlığım var"

dönüş yolunda ben

16 Ocak 2015 Cuma

Kolera Günlerinde Aşk

Yaklaşık 2 ay önceydi, kendim için koccccca bir tüh istemiştim sizden. Hak etmiştim, çünkü bu yaşıma gelip Gabriel Garcia Marquez'i ilk defa okumuştum. Ayıptı bana, yuh olsundu.

Ama zararın neresinden dönülse kardır. Ben de zararımı kapamaya çalışarak çok severek okudum Kolera Günlerinde Aşk'ı.


"...terk edilmiş bir sevgilinin, yeniyetmelik yıllarından başlayıp yaşlılığın alacakaranlığına dek süren yarım yüzyıllık aşkının öyküsü." Böyle diyor kitabın arka kapağında.

Evet, Florentino Ariza tam tamına 51 yıl 9 ay 4 gün kendisini terk eden Fermina Daza'ya kavuşmayı bekliyor. Kelimenin gerçek anlamıyla "ömrü beklemekle geçiyor". Tam 51 yıl 9 ay 4 gün boyunca  Fermina Daza'nın hayatını kah uzaktan gözetleyerek, kah kenarından dahil olmaya çalışarak, kah haber alamamaktan dolayı meraklanarak... Tüm ömrünü, gerçek aşkıyla beraber olacağı günün gelmesi için günlerin geçmesini bekleyerek geçiriyor. Derken tam 51 yıl 9 ay 4 gün geçiiiiip gidiyor.

Böyle yazınca kulağa ne asil bir aşk gibi geliyor değil mi? Değil.

Kitabı okurken Florentino Ariza' ya karşı bir çok duygu hissetim ama sempati asla. Adam, kendisini reddeden kadını takıntı haline getirmiş, bu kadın yüzünden başka hayatları harcamış, 2 başka kadının ölümüne neden olmuş üstelik de pedofil.

Hikaye böyle, anlatım ise masal gibi. Kalemle cümle çizerek okuma alışkanlığım yoktur, ama olsaydı bu kitabın her sayfasında altı çizilecek en az bir cümle çıkardı. Hele o tasvirler, sanki o ilk balon yolculuğuna çıkan, nehirde gemiyle seyahat eden, batık hazineyi bulmak için denize açılan bendim, her anı o kadar hissettim. Büyük adammışsın sevgili Marquez.

Düşünsenize yaklaşık 400 sayfa boyunca bir adamın ve kadının 51 yıl 9 ay 4 gün boyunca neler yaptığını, nasıl yaşadığını okuyoruz. Ama bunu okurken zerre kadar sıkılmıyoruz. Üstelik bu insanlar bir pop star, film yıldızı falan değil, 19. yy sonu 20. yy başında, Karayipler'de sıradan denebilecek bir hayat sürmüş. Tamam Fermina Daza'nınki biraz daha renkli olabilir ama Florentino Ariza'nın yaşamı bildiğin sıkıcı. Ve Marquez bu 51 yıl 9 ay 4 günü bize masal gibi anlatmış yeminlen. Bırak 51 yılı, ben şurda 51 saatimi yazsam biriniz yüzüne bakmazsınız!

Biraz da teknik konulara gelecek olursak, kitabın bazı kısımlarını okurken zorlandım, kimi yerleri tekrar tekrar okumak zorunda kaldım. Çok uzun cümleler, bazı bölümlerde anlam düşüklüklerine neden olmuş. Çeviri kötüydü diyemem ama daha kolay okunacak bir dili olamaz mıydı diye düşünmeden edemedim, hele ki elimdeki 26. baskı olunca.

Ama çok güzel kitaptı yaaa! Şimdi ise sırada bundan daha güzel olduğu yorumlarını okuduğum Yüzyıllık Yalnızlık var. Heyecanla bekliyorum.

Buradan sonrasını kitabı henüz okumamış, ama okumayı planlayan, sonu hakkında da en ufak ipucu duymak istemeyenler okumasın. İnsan gibi uyardım.

Kitabın adıyla ilgili de fikrimi paylaşmak istiyorum. Tamam hikayenin geçtiği dönemde bir kolera salgını varmış, öyküde bundan da bahsediliyor. Ancak asıl "kolera günleri" kitabın bittiği anda başlıyor. Hani bunlar nehir yolculuğundan dönüşlerinde, bir katakulliyle gemiye karantina bayrağını çekiyorlar, bu yüzden limandan döndürülüyorlar falan filan ya, işte kolera günleri, işte aşk. Hah, anladınız siz onu!

14 Ocak 2015 Çarşamba

Bir maruzatım var

"Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime"

desem sakın inanmayın.

Şikayet etmekten hiç çekinmem. Rahatsız olduğum ne varsa içimde kalıp beni yiyeceğine çıksın dışarı seni yesin der çatır çatır söylerim.

Eğer doğru muhataba dile getiriliyorsa "şikayet" medeni bir iletişim yöntemidir. Özünde rahatsız olduğun bir şeyi düzeltilmesi için dile getirmektir. Pasif eylem içerir.

Rahatsız olmak senin problemindir ama birisinin senin rahatsız olduğunu bile bile aynı şeyi yapmaya devam etmesi onu "poroblemli" yapar. Rahat rahat "sorun bende değil sende" der işin içinden çıkarsın. Psikolojik rahatlama sağlar.

Kendini açıklıkla ifade ettiğin için samimi bir geri bildirim içerir. Açık iletişimi destekler. Psikosomatik rahatsızlıklardan korur. Ömrü uzatır.

Faydaları saymakla bitmez yani.

Elbette, üslup, tarz meselelerine girmiyorum, hepimiz medeni insanlarız neticede.

Bu kadar girizgahtan sonra şikayetime başlayabilirim sanırım. Tamam muhatabı sizler değilsiniz, o nedenle içimi dökcem diyeyim: Hayattan şikayetçiyim kardeşim. Beni çok yoruyor.

Hiç bitmeyen bir yapacaklar listesi hem kafamda, hem telefonumda, hem defterimde. Halletmem gereken bir sürü iş var, bense ev işleriyle harcanıyorum.

Bak buradan söylüyorum: benim ev işleri yapmam kaynakların verimsiz kullanımından başka bir şey değil.

Seyahat planı yapmak, blog yazmak, merak ettiğim konuları araştırmak, bulmaca çözmek, kitap okumak, spora gitmek, televizyon seyretmek gibi birrrrrr sürrrrüüüü kendi ruh sağlığıma iyi gelecek, dolayısıyla çevremdekilerin ruhsal ve bedensel bütünlüğünü sağlamaya yardımcı aktivite dururken ben ömrümü mutfakta, çamaşı makinesi başında tüketiyorum. Yetişin dostlar!

Kendime ait bir oda istiyorum! Selam olsun sana Virgina Bacım.

Yanlış anlaşılmalara karşı zaruri not: Bu yazı kesinliklen beyime bir sitem, şikayet, iğneleme falan değildir. Ben kendisinden razıyım Allah da razı olsun. Benim derdim hayatla. Yok yav, basbaya tembelim ben işte, ev işinden hiç hoşlanmıyorum.

Oh be itiraf ettim, rahatladım!

11 Ocak 2015 Pazar

Kolay Elma Tatlısı

Canın tatlı çekti, ama kalorileri de düşünüyorsun. Ya da misafir gelecek, tatlı yapayım dedin ama fazla zamanın da yok. Ne yapsam, ne yapsam diye karar kara düşünerek internete girdin, Google'a "hafif tatlı", "kalorisi az tatlı" "kolay tatlı" yazdın.

Eğer şanslıysan, tabii ki ben de şanslıysam hop diye bu siteye düşüverdin.

Hoşgeldin!

Bugün sizlere çok kolay, hafif bir o kadar lezzetli elma tatlısını yazacağım. Tarifin kaynağı Gönül Candaş'ın Bereketli Olsun kitabı.

Bu arada belirtmek isterim ki bu kitap, mutfakta fantastik şeyler peşinde koşmayan, zaten mutfak için de pek fazla becerisi, tecrübesi, zamanı olmayan, basit ama lezzetli yemekler pişirmek isteyen herkesin başucu kitabı olmalı.

Tarifi Bereketli Olsun'dan aldım ama elbette bazı ufak değişiklikler yaptım. Kaç tane elma istiyorsanız o kadar elmanın kabuklarını soyup dikkatlice içini oyuyoruz. Dikkat edin elmalar delinmesin. Daha sonra elmaları derin bir tencereye koyup yarım bardak su ekleyip ateşin üstüne alıyoruz. Orijinal tarifte bu kaynatma işleminde 8 elma için 3/4 bardak şeker de kullanılıyordu ama ben eklemedim.

Elmalar yumuşadıktan sonra ister servis etmek istediğiniz kaselere isterseniz de geniş bir tabağa alıyoruz. İçlerine orijinal tarifte dövülmüş fındık ve tarçın karışımı konması öneriliyordu. Ben ceviz, tarçın, kuru üzüm ve kuru incir karışımı koydum. Artık siz fındık, ceviz, badem, dilediğiniz kuru yemişler canınız ne çekerse, elinizin altında ne varsa onu kullanabilirsiniz.

Ayrı bir tencerede yarım litre süt, bir yumurta, bir kaşık nişasta ve dilediğiniz kadar şekerle bir muhallebi hazırlıyorsunuz. Orijinal tarifte şeker ölçüsü 3/4 bardak olsa da ben elmaların içine kuru incir ve üzüm koyduğum için şekeri daha az kullandım. İşte damak zevkinize göre siz ne kadar kullanacağınıza karar verirsiniz.

İçleri doldurulmuş elmaların üstüne bu muhallebiyi döküyorsunuz. Ve tatlınız hazır. Afiyet olsun.



7 Ocak 2015 Çarşamba

İstanbul hava durumu

Yurdumuz, Sibirya'dan gelen yüksek basınç nedeniyle soğuk hava dalgasının etkisi altına girmiş bulunmaktadır sayın seyircilerimiz. 0 derecenin altında seyreden hava koşulları nedeniyle şiddetli buzlanma hayat koşullarını olumsuz etkilemekte, maddi hasarlı...

Son günlerde durumum bu, hava durumu spikerinden hallice. Beni olumsuz hava koşulları kadar heyecanlandıran pek az şey var.

Allahım benden nasıl bir psikopat, sapık yarattın da ben böyle felaketsever oldum acaba. Distopya hastası, kötü hava koşulu takipçisi, işte benim Zeki Müren.

İstanbul son bir kaç yılın en karlı kışını yaşıyor. Ben bir 2003'ü hatırlarım, 2004 müydü yoksa, bak şimdi emin olamadım. Neyse işte o sene, benim ofis Maslak'ta o zamanlar, o Maslak'taki koooccccccaaa Büyükdere Caddesi bildiğin köy yoluna dönmüş, bir araba işleyemez olmuştu. İstanbul'da hatırladığım son büyük kış oydu işte. Hey gidi günler...

Benim çocukluğum şirin Karadeniz'in o kadar da şirin olmayan bir kasabasında geçti. O yüzden kara kışa ziyadesiyle alışkınımdır. Okula gidebilmek için dize kadar karların içinde bata çıka yürüdüğüm zamanlar olmuştu. Ne çektim okuycam diye be!

Sadece okula gitmek için çektiğim sefaletle kalsa yine iyi. Kar yüzünden çaaat diye kolumun kırıldığı bile vardır.

Bak o kolumun kırıldığı zaman en çok da acildeki hemşirenin kardan adamlı kazağımı kesmesine üzülmüştüm. Yoksa kırık kolun nesi kötü, herkes bir an önce iyileşmen için çevrende pervane, padişahlar gibi yaşıyorsun. Hele solaksan ve sol kolunu kırdıysan ödev bile yapmıyorsun. Ama kazak öyle mi, kesildi gitti, yazık. Hem de ananem örmüştü o kazağı.


Peki ben niye hala bu karı bu kadar seviyorum? Bilmiyorum. Değişik olduğu için belki. Yani her gün kar yok, senede 1-2 gün ya oluyor ya olmuyor ya ondan değişik geliyor herhalde. Başka bir açıklama bulamadım ben. Daha önce de ilettiğim çağrımı yinelemek istiyorum: psikologlar görev başına, buyrun beni inceleyin, çocukluğuma mı ineceksiniz, hipnotize mi edeceksiniz size bırakıyorum ama bazı konularda açıklama bekliyorum!

Kırık kol, soğuk, yolda kalmalar falan bir yana da eğer evdeysen, evin sıcaksa, elinin altında bir bardak limonlu çay varsa, bir de pencerenin önündeysen kar güzel şey aslında.

daha iyi bir görsel bulamadım, şu anda pencereden gördüğüm manzarayla idare edin

5 Ocak 2015 Pazartesi

Zengin Mutfağı

Ocak ayı oyun hakkımızı İBB Şehir Tiyatroları'nın Zengin Mutfağı adlı oyunundan yana kullandık. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim İBŞT'den izlemeyi ummadığım bir oyun izledik.

Vasıf Öngören tarafından 1977'de yazılan oyun 1970 yılı 15-16 Haziran işçi olaylarını ve sonrasını bir konağın mutfağından anlatıyor. Karakterlerimiz aşçı Pehlivan Lütfü, hizmetçi kız, kızın nişanlısı Selim, konağın şoförü Seyfi, Seyfi'nin abisi Ahmet.

Lütfü Usta'nın anlatıcı rolünü üstlendiği hikayede ülkenin geçtiği koşulların karakterlerimizi de nasıl değiştirip dönüştürdüğüne tanık oluyoruz.

Konağın hizmetçisi ile parasızlıktan evlenemeyen Selim bir gün radyodan haziran olaylarına karışanları ihbar edenlere para ödülü vaat edildiğini duyar. İhbar ettiği kişilerden biri öldürülür, diğeri kaçar. Kaçmayı başaran kişinin kendi peşine düşeceği korkusuyla Lütfü Usta'ya sığınır. Ustanın aracı olmasıyla konağın sahibi Kerim Bey Selim'e kol kanat gererek özel bir kampa gönderir.

Kamp dönüşü artık bambaşka bir Selim vardır. Tam bir faşiste dönüşmüştür, geceleri baskınlara gider, "bu vatan için kurşun sıkmaya" başlamıştır. Yeni bir de ölçüsü vardır "ya bizdensindir ya değilsindir, bizden değilsen düşmansındır." Sonrasında olaylar, olaylar...

Hikayenin daha geniş özetini Vikipedi'de okuyabilirsiniz.

Yaklaşık 40 yıl önce yazılmış bir metindeki siyasi eleştirilerin bugün de hala geçerliliğini korumasına güler misiniz ağlar mısınız bilmem. Ancak oyundaki bazı göndermeler beni gerçekten şaşırttı. Örneğin Selim'in muhbirliğinden sonra Lütfü Usta'ya sığınmak için konağa geldiğinde taktığı beyaz bere, bizler-onlar ayrımları gibi. İşte bu nedenle İBŞT'den beklemediğim bir oyundu.

Biraz da teknik konulara gelecek olursak, dekoru çok başarılı buldum. Ancak sahnedeki merdivende bir problem vardı ve kimi yerlerde oyuncuların konsantrasyonunu olumsuz etkiledi.

2013 Afife Jale Ödülleri'nde Yılın En Başarılı Müzikal/Komedi Erkek Oyuncusu - Murat Garibağaoğlu (Pehlivan Lütfü) ve Yılın En Başarılı Sahne Müziği - Çiğdem Erken'in ödülleri aldığı Zengin Mutfağı'nda, tüm oyuncular büyük bir alkışı hak ediyor. Ben hizmetçi rolündeki Irmak Örnek'in performansını da çok başarılı bulduğumu belirtmek isterim.

Biz oyunu Ümraniye sahnesinde izledik. Koltukların rahat ve geniş olduğu salonda maalesef akustik problemi vardı. 9. sıradaydık ve kimi yerlerde diyalogları duymakta zorlandım. Oyuncuların söylediği şarkıların sözlerini ise bir çok yerde anlamakta güçlük çektim maalesef.

Yoğun bir faşizm eleştirisini barındıran oyun 2013'te İBŞT programından çıkarılmış. Bu sene yeniden sahnelenen bu oyuna ne olacağı belli olmaz, fırsatınız varken gidip görün derim. Kesinlikle pişman olmayacaksınız.


tüm oyunculara buradan da bir büyük alkış

4 Ocak 2015 Pazar

Blog'umun 2014 performansı emir ve görüşlerinize hazırdır. Arz ederim.

2013 raporumda "bir yazımı yaklaşık 43 kişi okumuş, bunu geliştirmem lazım" demişim. Şükürler olsun yüzümü kara çıkartmadınız değerli okuyucular. 2014'te bu sayı 61'e çıkmış.

"61 mi, hıh!" diye burun kıvıranın hiç acımam kalbini kırarım. 61 kilo için çok, para için az, yürümek için uzun, seyahat için kısa bir rakam olabilir. Ancaaakkk benim blog'um için "yetmez ama evet"tir a dostlar.

Herhangi bir gün içinde yüzyüze ya da telefonda kaç kişiyle iletişimde bulunuyorsunuz bir düşünün bakalım. Hatta üşenmeyin, isimleri alt alta yazın bakalım kaç sayfa dolduracaksınız.

Elcağzlarınız acımasın bari, excel'de yazabilirsiniz hepsini alt alta. Kaç satır olacak dersiniz? Bir sayfayı doldurur mu? Hadi işiniz kolaylaştırayım: Bir excel sayfası, excel'de tanımlı standart kenar boşlukları (margin) ile 50 satır alıyor.

Benim sevgili, değerli, bir tanecik okuyucularım ise tam tamına 1,22 sayfa olmuşlar.

Teşekkürler!

Ancaaaak evrene yanlış mesajlar da göndermeyelim değil mi? 61 güzeldir ama 1.161 daha güzeldir, hatta 11.161 çok daha güzeldir, 111.161 tadından yenmez, 1.111.161'i telaffuz dahi edemiyorum. 2015 dileklerimden bir tanesini bu bol 1'li 61'ler için ayırıyorum.

2014 boyunca tam 110 yazı yazmışım, bu rakam haftada 2,1 yazıya denk geliyor. Aslında bu istatistik biraz yanıltıcı ki bundan pek memnun olmadım. 2015'te hedef haftada 3.

Hep kendime görev verecek değilim elbette, okuyuculara da görev hazır: yorum yazmak. 2014 yılında 60 tanecik yorum olmuş. Her şeyi benden beklemeyin, yorumlarınızı esrigemeyin.

Hadi bakalım el birliği ile bu blog'u adam edeceğiz.