30 Eylül 2015 Çarşamba

Romanov Komplosu

Çarları, çariçeleri sever misiniz? Peki casusluk, gizli işler, dostluk, aşk, hain planlar, komplolar, vefa falan aranız nasıldır? Bunları da seviyorsanız elimde tam size göre bir kitap var: Romanov Komplosu.


Glenn Meade'in yazdığı Romanov Komplosu, günümüz Rusya'sının Yekaterinburg şehrinde yapılan bir kazıda bulunan bir cesetle açılıyor. Rus Devrimi sırasında işlenen toplu cinayetleri araştıran Adli Patalog Dr. Laura Pavlov'un araştırmaları bizi 1918 yılına götürüyor.

Bolşevik Devrimi'nden sonra tahttan indirilen Çar Nikolay Romanov karısı, 4 kızı ve oğlu ile Yekaterinburg'da ev hapsindedir. Ortalık toz duman, halk sefil. Bir yanda 1. Dünya Savaşı, hemen ardından Kızıllarla Beyazların iç savaşı.

Yuri Andreyev, Joe Boyle ve Lydia Ryan'dan kurulu gizli ve becerikli acar casus ekibi Çar ve ailesini ülke dışına kaçırabilecek midir?

Koskoca Çar'ı ülkeden çıkarmak kolay mı? Değil elbet. Gizli örgütler, planlar, aksiyon, uluslararası bir ağ. Heyecan dolu bir macera.

Arka kapakta, kitabın tarihsel gerçeklere dayanarak yazıldığı belirtilmiş. Gerçekten de ufak bir araştırma sonucunda kitapta yer alan bir çok karakterin gerçek olduğu anlaşılıyor. Hikayenin ne kadarı hayalgücü bak onu kimse bilemez. Çünkü anladığım kadarıyla bu Romanov ailesinin bir kısmının başına gelenler tam bir muamma.

Pekiiiii kitabın ilk başında bulunan ceset kime ait? Dr. Laura Pavlov'a tüm hikayeyi anlatan kim. Hepsini bir solukta okuyacaksınız.

Bu kitaptan neler öğrendiğime gelecek olursak:

1) Kızıllar kötü
2) Beyazlar kötü
3) Tarih gizemle dolu
4) Kafasına göre hareket edenler tarihin akışını bozar
5) Disiplin şart

Çok akıcı ve sürükleyici bu roman benden 10 puan aldı. Ayrıca filme çekilmesi gerektiğini düşünüyorum. Filme çekilir çekilmez bilemem, zira bu konularda düşüncelerimi pek dikkate alan yok. Ama kitabı kesin okuyun.

28 Eylül 2015 Pazartesi

Suç duyurusu

Bugünlerde sosyal sorumluluk damarım kabardı. Gerçi kafanı ne tarafa çevirsen damarını kabartacak bir şeylerin eksik olmadığı bir ülkede, şaşılacak bir şey diil.

Suç duyurusu nasıl yapılır bilmiyorum, hiç yapmadım. Sanırım adliyeye falan gitmek gerekiyor. Yüz karası bir tembel olduğumdan ben buradan yazacağım, umarım bir savcı falan okur da gerekeni yapar.

Şikayetim şu meşhur evlenme programlarından. Beni bilen bilir, televizyonu bir yüksek öğretim kurumu olarak görmem, eğlence kutusu son tahlilde. Genel olarak böyle programlarla bir sorunum yoktur, hatta izler eğlenirim. Bazen kendini gülünç duruma düşüren insanların adına utansam da kısa sürer, yüksek ahlaklı bir insan olmadığımdan biraz utanır sonra güler geçerim.

Lakin bayramın birinci günü tanık olduğum sahneyle ilgili kamuya şikayette bulunmak isterim.

Dediğim gibi konumuz evlenme programı. Hani kendine eş arayan hanfendiler ve beyfendiler bardak gibi diziliyorlar, aradıkları kriterleri sıralıyorlar, sonra bunların talipleri geliyor, elektrik alırlarsa önce çay içmeye sonra yemeğe falan gidiyorlar. Elektriğin şiddetine göre olay şekilleniyor.

Bu arada, bu tip programların müdavimlerinden öğrendiğim kadarıyla kriterler oldukça çeşitlenmiş ve renklenmiş. Misal, son zamanların popüler kriterlerinden biri yeşil pasaportmuş.

Valla, müstakbel eş adayında ne ararım diye kırk yıl düşünsem pasaport konusu aklıma gelmez. Bi de seyahat etmeyi o kadar severim. Asla seyyah olamayacağımı zaten anlamıştım da, ticaret kafası da yok bende.

Neyse, konumuza dönelim. Evlenme programında adaylardan biri, erkek olan, daha önce kendisine talip olan bir kadın hakkında "dolandırıcı, paramı çalmaya çalıştı" diye iddialarda bulunmuş. Artık doğru mu değil mi bilemem ama sonra ne olduysa olmuş adam pişman olmuş, bir demet gülle kadından özür diliyor.

Kadın, haklı olarak kabul etmiyor. Adam ısrar ediyor.

Buraya kadar sorun yok. Ancaaak ısrarlar öyle bir hal aldı ki, adam ulu orta tehditlere başladı "şimdi olmasa bile 10 yıl sonra benim olacaksın, mecbur özrümü kabul edeceksin"

Kadın baskıdan sıkılıyor, sinirleniyor; adamın umurunda değil, devam ediyor. Aynı anda orkestra fonda neşeli bir müzik çalmaya başlıyor, programın sunucusu dahil stüdyodaki tüm konuklar kahkahalarla gülüyor.

İşte tam bu noktada benim sinirler zıpladı. Bir kadın bir adamı istemediğini açık bir şekilde ifade ediyor gel gör ki kimsenin umrunda değil.

Bir kadın hayır diyorsa hayırdır. Bunu karikatürize ederek, ısrar ve hatta tehdit eden adamı sempatikleştiremezsiniz. "Hayır ben seni istemiyorum" diyen kadını sokak ortasında vuran adam bundan destek alıyor.

Kadına karşı şiddeti normalleştiremezsiniz.

24 Eylül 2015 Perşembe

Selektör yapmak ya da yapmamak

Herkese sevdikleriyle birlikte mutlu bir bayram dilerim.

Bayram demek pek çoğumuz için seyahat demek; tatile gidenler, memlekete gidenler, aile büyüklerine gidenler. Bu nedenle yollarda olan herkese de kazasız belasız, trafiksiz seyahatler dilerim.

Trafikte güvenlik için kurallara uymak şart. Bunu hepimiz biliyoruz. Peki kuralları hepimiz biliyor muyuz? Ben mesela aramızda kalsın ama bazı trafik levhalarının ne anlama geldiğini bilmiyorum. Ama bu konuda yalnız olmadığımı da biliyorum. Beyim de bilmiyor. Yolda giderken anlamını bilmediğim tabelaları ona soruyorum da bilmediğini oradan biliyorum.

Ondan sonra aç gugıl amcayı başla aramaya. Görsel bir şeyi yazarak aramak ne kadar zor biliyor musunuz? Ama ben üstün tasvir yeteneğim sayesinde bu konuda oldukça başarılıyım. Hiç mütevazi olamayacağım valla kusura bakmayın.

Bir de yazılı olmayan trafik kuralları var, toplumsal normlar gibi olanlar. İşte bunlar benim kafamı çok karıştırıyor. Mesela şu selektör meselesi.

Misal süratle gittiğiniz yola çıkma niyetinde olan bir araca yapılan selektör ne anlama geliyor?

"Ben süratliyim ama seni de gördüm, hızımı kesiyorum, buyur yola çıkabilirsin" mi "Ben süratliyim, hızımı kesmeye hiç niyetim yok, olduğun yerde kal ve bekle" mi?

Bu konuda fikrine danıştığım beyim ve bazı arkadaşlarım ikincisi olduğunu söylüyor, ben tabii ki birincisi olduğunu düşünüyorum.

Benim gibi düşünen başkaları olduğuna da eminim. Kimler mi? Mesela ben ana yoldayken o yandan çıkmaya çalışan diğer şoförler. Böyle bir kaç kere başıma geldi: ben yolumda gidiyorum, yandan çıkmaya niyetlenen aracı görüyorum "Yol benim yolum, bak geliyorum, gör beni, çıkma yola" mealinde selektör yapıyorum.

Gel gör ki kimsenin beni taktığı yok. Ben de artık selektör falan yapmamaya başladım ve sanırım ki bu sefer diğer araçlar "Ay bu beni görmedi galiba, aman kendimi riske atmayayım" düşüncesine kapılıyor gibi hissetmeye başladım.

Kafamı karıştıran bu konuda ilgili makamların standartları belirleyip yayımlamasını talep ediyorum.

Arz ederim.

Önemli not: bir aracı selektör yaparak taciz etmenin hapis cezasıyla sonuçlanabilecek bir suç olduğunu biliyor musunuz?

22 Eylül 2015 Salı

Sufle Niyetine Yulaf Kepeği

İki ayda azimle verdiğim 5 kilonun 4'ünü iki haftada geri alınca yıkıldım resmen. Hele bir de önümüzdeki bayramı düşününce fenalıklar geçiriyorum. Yapacak bir şey yok, bunu da atlatırız.

Hem bayrama hazırlık hem şu meşum 4 kiloyu verme çabalarım kapsamında elimden geleni yapmaya çalışıyorum ama buradan OKHOK arkadaşıma da seslenmek istiyorum: hafta sonu o kadar yemeyeydik iyiydi.

Bir de bünye yemeye alıştı mı tekrar dizginlemek çok zor oluyor. Mesela hafta sonu girdiğimiz yeme maratonundan eve dönünce bir de çılgın bir tatlı isteğine kapıldım. Önümde iki seçenek vardı, ya "atın ölümü arpadan olsun" diyecektim, ya da "bi dur, bi frenle kendini". İkincisini seçtim.

Seçtim seçmesine de bu tatlı isteğimi giderdi mi? Tabii ki hayır. Ben de hemen olağanüstü yaratıcılığımı alıp mutfağa daldım, ve kendime eldeki malzemeler ile 5 dakikada hazırlanıp 15 dakikada pişen bir tatlı icat ettim.

Sizin de faydalanmanız için işte tarif. Malzemelerimiz şöyle:

3 kaşık yulaf kepeği
1 kaşık pekmez
1 kaşık damla çikolata
Yarım kaşık kuru üzüm
Yarım kaşık dut kurusu
Yarım çay bardağı süt

Tüm malzemeleri iyice karıştırıp bir fırın kabına koyuyoruz ve kabımızı fırına atıyoruz.

Yanında bir fincan kahve ile sufle niyetine yedim. Hem güzel bir ara öğün oldu hem nefsimi köreltti. Sonuç aşağıda.


21 Eylül 2015 Pazartesi

Ben Zero Gördüm

Sonbahar geldi miydi gelsin tiyatrolar gitsin sergiler. İçimden bir kültür mantarı çıkıveriyor. Hepsine gitmek istiyorum. Hepsini anlıyor muyum o ayrı bir konu. Olsun, ufkum genişliyor, "böyle de bir şey varmış" diyorum, bir şeyler öğreniyorum.

İşte bu kültür seferberliğim kapsamında geçen hafta sonu aldım beyimi dooooğru Zero sergisine. Kendisi her ne kadar "sanat benim için nefes almak gibi bir şey" beyanlarında bulunsa da, ben sergiden çok boğazda kahvaltıya tav olduğundan şüpheleniyorum.

Sergiye dönelim. Önce ansiklopedik bilgiler. SSM'nin sitesinden alıntı: II. Dünya Savaşı sonrasında gelen yıkıma ve olumsuzluğa bir cevap olarak 1957’de Düsseldorf’ta doğan ZERO akımı, bir avuç genç sanatçının savaşın durağanlığa sürüklediği sanat ortamında eserlerini sergileyecek galeri bulamamasıyla başladı. Sanatçı kimlikleriyle felsefe eğitimlerini birleştiren Alman sanatçılar Heinz Mack ve Otto Piene, “Sanat sıfırdan başlamalı” prensibiyle yola çıktılar ve karamsarlık havasından silkinerek her türlü yeni başlangıca zemin sağlayacak bir “ZERO alanı” hayal ettiler. Birkaç sene sonra aralarına Günther Uecker’in de katılımıyla ortaya çıkan ortak vizyon, müthiş bir yaratım enerjisiyle dünyanın dört bir yanında karşılığını buldu.

Artık yıllara dayanan okuyucu - yazıcı ilişkimizin samimiyetine dayanarak itiraf ediyorum: serginin 2/3'ünden hiç bir şey anlamadım sanırım.

Sanattan illa da bir şey anlamak mı lazım ondan da emin değilim. Mesela aşağıdaki fotoda gördüğünüz Heinz Mack'in Dokuz Sütun enstalasyonu görsel olarak çok etkileyici değil mi:


Üstelik eserin içine bile girebiliyorsunuz:


Sonradan öğrendim ki Mack'in derdi ışığa titreşim kazandırmakmış. Titreşim olayı beni tavladı, serginin en sevdiğim kısmı oldu. Mesela Sahara Projesi'ne bayıldım.

Işık sütunları:

Cennet kapısı:

Işık yağmuru:


Işığı seviyorum. Otto Piene de seviyormuş ve ışığı şöyle tanımlamış: rengin anlam kazandığı yer. Çok doğru.

Otto Piene'in bir de Işık Odası vardı. Karanlık bir odada çeşitli ışık oyunları. Odaya girer girmez, sanki savaş zamanı karartmanın uygulandığı bir odaya girmiş hissi yaşadım. Duvara yansıyan ışıklarla aydınlanan oda bir hava saldırısının ortasında kalmış gibi. Yanlmamışım. Piene 2. Dünya Savaşı'ndaki karartmalardan etkilenmiş bu odayı hazırlarken. Sanattan anlamıyoruz dediysek o kadar da diil yani, bende de bir ışık var.

Aşağıda Işık Odası'nın da fotoğrafı var ama odanın içindeki hissi algılayabilmeniz için odanın içinde bulunmanız lazım. Mesela karşı duvarda gördüğünüz ışık kümesi aslında odanın tüm duvarlarını dolaşıyor ve sanki duvarlarda bir böcek yürüyor hissiyatı yaratıyor.


Otto Piene'nin başka ilginç bulduğum çalışmaları da hava için sanat konseptli olanlardı. Mesela aşağıdaki şişme gökkuşağını yakından görmeniz gerek, insanın içinde zıp zıp zıplama isteği uyandırıyor. Maalesef 2014 yılında, bir sanat etkinliği için bu çalışmasını tamamlamasından bir gün önce vefat etmiş.


Bir de girişte yer alan Yves Klein imzalı monokrom'dan bahsetmeden geçemeyeceğim. Sanatçı kullandığı pigmentlerle bulduğu mavi rengin Klein mavisi diye patentini almış.


Pekiiii, farklı zamanlara ait olsalar ve sanatlarını farklı materyallerle icra etmiş olsalar da pigment boyası diyince aklınıza kim geliyor? Valla benim aklıma Anish Kapoor geliyor.

Allahım çok havalıyım. Siz de havalı olmak istiyorsanız bu sergiyi gezin derim. Rehberli turlar saat 11'de, yetişemezseniz sesli rehberle de gezebilirsiniz.

19 Eylül 2015 Cumartesi

Sakız'ın Gözyaşları

Hani demiştim ya seyahat ettiğim yerlerde oralarla ilgili kitaplar okumayı çok seviyorum ama seçemediğim için kitap alma işinin suyunu çıkarıyorum diye. Aldığım kitaplardan birini okumak daha yeni kısmet oldu. Can Eryümlü'nün yazmış olduğu Sakız'ın Gözyaşları:

Aslında bir mimar olan ancak 4 roman ve 3 çevirisi olan yazarımızın kahramanı Fatih de bir mimar.

Bu arada, meslek edindiği konu dışında bir konuda neredeyse uzmanlık derecesinde derinlemesine bilgi sahibi olan insanlara hayranlık duyuyorum. Yapmak zorunda olduğu için değil, sırf kendi isteği için yaptığı şeyi bu kadar iyi yapan herkese hayranlık duyuyorum.

Kitaba dönecek olursak, bana göre 3 ana bölümden oluşuyor: Sakız hakkında bir rehbermişçesine bilgiler içeren ilk bölüm, bir macera romanıymışçasına heyecanı doruğa çıkaran ikinci bölüm ve bir tarih kitabı okuyormuşçasına bilgiler içeren üçüncü bölüm.

Özellikle kitabın ilk bölümlerini okurken, "keşke Sakız'dayken bu kitabı okusaymışım" diye oldukça hayıflandım. Sakız'ı bir mimarın gözünden okumak çok keyifliydi.

Yunanlıların Türkleri nasıl algıladığı ve Türklerin Yunanlıları nasıl algıladığıyla başlayan kitap - ki bu algıların olumsuz olduğunu söylememe gerek yok -  ilerleyen bölümlerde güçlü devletler tarafından bu algı yönetiminin nasıl yapıldığı üzerine odaklanıyor. Tarih yazımının nasıl senaryo yazımına dönüştürüldüğü, tarihi bilmenin ve iyi anlamanın gerekliliği ve önemi vurgulanıyor.

Tarih gerçekten tekerrürden mi ibarettir yoksa bizler gerçekte neler olduğunu anlayamadığımız için mi aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamaya mahkumuz?

Bu açılardan bakıldığında çok severek ve beğenerek okudum bu kitabı. Öte yandan bir kaç eleştirim de olacak.

Neredeyse azılı bir Türk düşmanı denebilecek Giannis'in dönüşümü inandırıcılıktan uzaktı. Hayatı boyunca öğrendiği her şeyin o kadar da doğru olmadığına 1 ayda ikna olmanın mümkün olmayacağını düşünüyorum.

İkinci olaraksa, tarih kitabı okuyormuş hissine kapıldığımı ve Giannis'in konuşmasıyla başlayıp Fatih, Thanasis, Peter ve iki kardeşinin konuşmalarıyla devam eden üçüncü bölüm çok değerli bilgiler ve bakış açıları içeriyordu. Ancak kahramanlarımızın, özellikle Thanasis, Peter ve kardeşlerinin kitapta bunları sunuş biçimi benim gözümde bir okul müsameresi gibi canlandı.

Son olarak Fatih'in iç konuşmalarında ve radikal dinci Şevki ile tartışmalarında kullandığı dili biraz fazla didaktik buldum.

Bütün eleştirilerim bir yana, resmi tarihin dışında bir bakış açısı sunan, günümüz siyasetine eleştirisini esirgemeyen ve gerçekten okumaktan çok memnun olduğum bu kitabı okumanızı tavsiye ederim.

17 Eylül 2015 Perşembe

Kişisel Gelişim Kitabı

Hani benim şu meşhur iki haftalık tatilim var ya. Heh bildin! (Altı üstü 2 hafta tatile çıktım, 72 ciltlik roman çıkartıcam nerdeyse.) İşte o tatilin ikinci kısmında otele kapandık dediydim. Bu süre zarfında da yedik içtik yattık.

Ben bir de çeşitli sporsal aktivitelere katıldım ve kitap okudum. Havuz başında, plajda nasıl kitap okunur? Tabii ki de eğlenceli, akıcı, güldüren kitap okunur. Hem de kişisel gelişime katkısı olsun diil mi?

E Pucca okunmaz mı? Okunur! Hem de nasıl. Bütün seri bitirilir bile.

Blog yazmayla başlayan yolculuğunda 5. kitabını yayınlatmış, üstelik hayatı film olmuş bir hatun kişisi neticede. Sizi bilmem ama benim kişisel gelişim adına kendisinden öğreneceğim çok şey var. Resmen benim hayalimi yaşıyor kendisi. Blog alemlerinin celebrity'si.

İçerik olarak çok zengin, çok özenli  bir sürü çok başarılı blog'lar var. Ammma bu kadar tanınan, bilinen, blog yazarak hayatını değiştiren başka kimse varsa ben tanımıyorum. Henüz o kadar ünlü olamamış demek ki.

Kendisini okurken ne kadar eğlensem de arkadaşlığından hiç zevk almayacağıma o kadar eminim. Pucca ile ben kesinlikle arkadaş olamazdık. Oldu da yollarımız kesişmiş olsa ona acaip gıcık olurdum. Öyle alttan falan da alamayacağım için atarlanırdım. Haaa o beni takar mıydı takmaz mıydı hiç bilemiyorum. Öyle kendi kendime gelin güvey oluyorum işte. Her zamanki gibi.

Pucca'dan aldığım blog yazma derslerini ise şöyle özetleyeyim:

* Samimi ol
* Fantastik ol
* Komik ol
* Dirayetli ol
* Coşkulu ol

Var ya, artık bu blog şeysinin ansiklopedisini hatmetmiş gibi hissediyorum kendimi. İşin teorisi tamam. Bir de pratiğini halledersem bittiniz siz! 

14 Eylül 2015 Pazartesi

Can Büyüyor

Hevesle beklediğimiz tatilimizin ikinci kısmı Can'ımızla geçti. Tam bir hafta o denize, havuza doydu biz ona doyamadık. Bugün de Can'ımız ciğerimiz üçüncü yaşını doldurdu. Mutlu, sağlıklı, uzuuuun bir ömrü olur inşallah.

Bu yıl tuvalet eğitimi nedeniyle bize, bizden çok annesine heyecanlı anlar yaşattı. Bir kaç vukuatı olmadı değil. Tuvalet eğitimi zor bi şeymiş. Bugünler de geçecek inşallah.

Ayrıca bu sene kreşe başladı. Bunun etkisinden mi bilinmez, artık büyümüş öyle diyor. Her konuyu gözlerini kocaman açarak "çünkü ben büyüdüm" e bağlıyor.

Büyüse de hala çok komik, bir diller bir diller. Bir de hazır cevap. Eniştesine "sen neden onu yiyorsun" diye sorduğunda, annesinin "başkalarının ne yaptığına biz karışamayız" cevabına bizleri göstererek cevabı yetiştiriyor "burada başkası yok ki, sen benim annemsin, o da benim annem, o da benim annem".

Hepimiz anneyiz!

Su kuşunun en sevdiği şey suda atlama zıplama. Biraz daha büyüsün ben ona suda takla atma, amuda kalkma gibi akrobatik hareketleri de öğretirim, doyumsuz şovlar yaparız.


Zaten spor konusunda temelleri sağlam, içinden geliyor çocuğun. Hadi spor yapalım dediğimde koşa koşa geliyor. Ama bir tek bana. Zira duyduğum kadarıyla okulda spor yapmıyormuş, sadece teyzemle spor yaparım diyormuş. Tabii olaya benim kattığım eğlenceden sonra okulda yaptırılanlar yavan geliyor olabilir.

Gazetedeki haberleri bir de Can'ın yorumuyla dinlemelisiniz, ciddiyetle okuduğu haberleri hayal gücüyle harmanlıyor, değme yorumculara taş çıkartır: Cumhurbaşkanlığı kutlu olsun! 



Yeni kelimeleri de pek şeker:

Limotana: Limonata
Bu tavasa: Bu tarafa
Beberer: Beraber
Lalatama: Yakalama
Posobililier: Profesörler

Sen bizim yüzümüzü güldürüyorsun ya, senin de yüzün hep gülsün.
 

13 Eylül 2015 Pazar

Yunan Bağımsızlık Savaşı'nda Sakız Adası

Seyahat ettiğim yerlerde oraları anlatan kitaplar okumayı seviyorum. Böylece hem varlığından bile haberdar olmayacağım kitapları okumuş oluyorum, hem okuduklarımı daha kolay gözümde canlandırabiliyorum hem de gördüğüm yerler hafızamda daha güçlü yer ediyor.

Dolayısıyla yolculuk hazırlıklarım arasında kitap alışverişi de yer alıyor. Kitap bulmakta hiç zorlanmıyorum, gugıl amcaya "xxx'de geçen kitap" yazınca zaten önümde hepsi sırlanıyor. Asıl zorluk bundan sonra: hangisini seçeceğim? 

Benim çözüm belli. Hepsini al! Körün istediği bir göz, Allah vermiş bir sürü göz, geri mi çevireyim yani. Kitap bu, elbet okurum sırasıyla hepsini.

İşte bu tatil öncesi Sakız hazırlıkları kapsamında yaptım araştırmamı, Sakız'la ilgili iki kitap buldum ikisini de aldım. Adada olduğum sürece Filiz Yaşar'ın Yunan Bağımsızlık Savaşı'nda Sakız Adası kitabını okudum.

Öncelikle belirtmek isterim ki bu kitap plaj kitabı değil. Sayın Filiz Yaşar'ın bir çok tarihi kaynaktan derlenmiş, özenli, bilimsel çalışması. Benim açımdan okunması zor bir kitaptı, içeriğinin ağırlından dolayı.

Bizim tarih kitaplarında hep Yunan İsyanı / Rum Ayaklanması diye adlandırılan 19. yy başındaki girişimlerde "...bağımsızlık yanlısı unsurların göz ardı edilmesi bilimsel yaklaşımlara ters düşmekte ve olaya taraflı bakış açısını yansıtmaktadır." diyor Filiz Yaşar. Aynı durumun bizim Kurtuluş Savaşı' mızın da Yunanistan'da Küçük Asya Felaketi ya da Anadolu İhtilali olarak adlandırılması için de geçerli olduğunu  belirtiyor. Ben de küçücük aklımla kendisine katılıyorum.

Bu kitabı okurken sık sık okul yıllarıma döndüm, bize bu konuda öğretilenler neydi diye. Anımsadıklarım şunlar: Osmanlı İmparatorluğu saray entrikaları nedeniyle güçten düşüyor ve önce duraklama sonra dağılma dönemine giriyor. Fransız İhtilali'nin etkisiyle yayılan milliyetçilik akımları nedeniyle azınlıklar ayaklanıp bağımsızlıklarını istemeye başlıyor, ilk önce Balkanlar'da başlayan ayaklanmalar İmparatorluğun dört bir yanına sıçrıyor.

Bu kadar.

İşte bu ve bunun gibi kitaplar bu bilgilerimiz bir nebze olsun derinleştirebilmemizi sağlıyor. Mesela ben Sakız'daki isyanın bu kadar büyük çapta olduğunu, Avrupa'da bu kadar yankı bulduğunu, Eugene Delacroix'nın katliamla ilgili bu kadar meşhur bir resim yaptığını, Victor Hugo'nun Çocuk şiirini yazdığını bilmiyordum. Öğrendim.

Kitapta tarihsel olaylar Yunan ve Türk kaynakları karşılatılarak ele alınmış.

İsyan sırasında, her zaman olduğu gibi kurunun yanında yaşın da yandığı, sivillerin katledildiği Osmanlı kaynaklarınca da doğrulanıyor. Yunan kaynaklarında 90.000 Sakızlı sivilin katledildiği belirtilirken Filiz Yaşar, belirtilen dönemde adada yaşayan Rum, Yahudi, Müslüman, Katolik, yabancı uyruklu unsurların hepsinin toplamının 80.000 olduğunu, Yunan kaynaklarında belirtilen rakamların abartılı olduğunu ifade ediyor.

İnsan hayatının değerinin rakamlarla ölçülemeyeceği muhakkak elbette.

Ya da Nea Moni Manastırı' na sığınan sivillerin öldürülmesinin, Yunan kaynaklarında organize bir askeri girişim olarak yer alırken Osmanlı kaynaklarına göre askeri bir itaatsizlik olduğu belgeleniyor kitapta.

Tarihe ilginiz, öğrenme isteğiniz varsa; Sakız'daki isyanı askeri, siyasal, ekonomik ve sosyal boyutlarıyla ele alan, her iki tarafın kaynaklarından derlenen bu kitabı okuyabilirsiniz.

11 Eylül 2015 Cuma

Sakız'dan Kalanlar


Islomania diye bir şey okumuştum bir kaç ay önce. İngiliz şair ve yazar Lawrence Durell'in 1953 yılında icat ettiği bir kelime. Kısaca ada manyaklığı. Daha uzun şöyle: (kaynak burada) "Gideon’un karalama defterleri arasında bir gün, daha tıp bilimine geçmemiş hastalıkların bir listesini bulmuştum, bunlar arasında çok seyrek rastlanan ama tanınmadığı da ileri sürülemeyecek bir ruh hastalığının adı olarak “Islomania” sözcüğü de göze çarpıyordu. Bunu açıklamak için Gideon, adalarda her nasılsa karşı konmaz bir çekicilik bulan insanların olduğunu söylerdi hep. Bir adada, denizle çevrili küçük bir dünyada olduklarını bilmek bile, böylelerinin içini sözle anlatılmaz bir esrimeyle dolduruverir. Bu doğuştan ada-tutkunları, derdi Gideon, doğrudan doğruya Atlantislilerin soyundandırlar, ada yaşamına bilinçaltlarında süren özlem, yitik Atlantis ülkesine yönelmiştir.” (Ada, Akşit Göktürk, sayfa 147).

Heh işte, bu islomania şeysi bende kesin var. Çok eminim. Kesin bilgi.

Sakız'da otelimize yerleştik, arabamızı kiraladık, plajlarını fethettik, yedik, içtik. Ama ben boş durmadım, arada gözlemler de yaptım.

İşte izlenimlerim, serbest çağrışım usulü:

* Tatile gitmeden önce beni bir endişe almıştı : vay kriz var, bizim vizeler ne olacak, ya gidemezsek. Koskoca bir ülke battı batacak, benim derdim tatil. Yapacak bir şey yok, Allah beni böyle yaratmış. Gittim gözlerimle gördüm: tüm endişelerim boşaymış, Sakız'da kriz mriz yok. Adada turist çok ama Yunanlılar da çok; yiyorlar, içiyorlar, dolce vita yapıyorlar.

* Restoranlarda, otellerde, dükkanlarda "kriz var, sıcak para gelsin, nakite indirim yapayım" diye bir şey kesinlikle yok. Tüm tatil boyunca yaptığım tüm harcamalarda alabildiğim toplam indirim tutarı sadece 3 euro oldu. Bunda benim pazarlık yeteneklerimin zayıflığının da payı olabilir. Bilemiyorum.

* Ekmek konusunda çok başarılılar, gittiğimiz hiç bir restoranda beyaz ekmek yoktu, hepsi de çok lezizdi.

* Akşam yemekleri 10'da başlıyor. Yemeğin bitmesi 11'i buluyor. Ne zaman hazmediyorlar bilmiyorum.

* Sakız merkezde çok güzel kokteyl barlar, kafeler, restoranlar var. Hele bir kokteyl bara gittik bir akşam: Oz. Bir pasajın içinde, önünden geçseniz "aaaa burda da böyle bir yer varmış" demezsiniz. Ama kokteylleri çok güzel, dekorasyonu orijinal, çalışanları süper. Sakız'a giderseniz muhakkak buraya gidin.


* Kokteyl içmek falan çok güzel de, şöyle gönlüme göre kurtlarımı dökecek bir yer bulamadım. Kordon boyunda 12'den sonra cıs tak cıs tak müzik yapan yerler var ama müzikler bizi açmadı.

* Her restoranda hesapla birlikte minyatür dondurma ikram ediliyor. Çok hoş.


* Adada konuştuğum ve İstanbul'dan geldiğimi duyan her ama her Yunanlı aynı tepkiyi verdi: derin iç çekme eşliğine "aaah Konstantinapol" Tamam dostluk, kardeşlik çok güzel, kalbini de kırmak istemem ama burası İstanbul koçum.

* Konaklamayı merkezde yaptığımız için memnun olduk. Oldukça hareketli, yeme içme seçenekleri bol. Ama mesela Mesta'nın gecesini de görmek isterdim, ya da bir gece Agia Fotini'nin sakinliğinde kalmak isterdim, adanın kuzeyinde en az bir gece konaklamak da isterdim. Eğer yüksek sezonda gitmiyorsanız sabahtan yola çıkıp akşam vardığınız yerde konaklama seçeneğini de değerlendirebilirsiniz.

* 2012'deki yangının izleri çok net görülüyor. Aşağıdaki fotoda görünen tepenin sağ ve sol taraflarına bakınca siz de anlayacaksınız:



* Sakız merkezde ve adanın güney bölgelerinde Turkcell çekiyor, kuzey ve batı kısımlarında sinyal yok. Ama her yerde de wifi var zaten. Yurt dışı paket almaya gerek yok. Bence.

* #yinegidecekben

9 Eylül 2015 Çarşamba

Sakız Restoranları

Bu yaz tatile çıkana kadar girdiğim rejim seferberliği ile güç bela 4,5 kilo verebildim. Hadi küsuratlarla uğraşmayalım, moral olsun yuvarlayayım 5 diyelim. Peki tatilde ne oldu? O 5 kilonun 4'ünü geri aldım da geldim.

Bir obez kolay yetişmiyor bayım!

Peki nasıl aldım bu 4 kiloyu? Çok kolay: gelsin kalamarlar, gitsin kızarmış peynirler; gelsin biralar gitsin şaraplar.

Özetle Sakız'da bol bol yedim.

Hemen ilk tavsiyemi vereyim: Sakız merkezde, liman boyunca sıralanmış restoranlara gece ambiyansını görmek ve saat 22:30 sularında gelen kocccca feribotun, o küçücük limana nasıl girip çıktığını izlemek için sadece bir gece ayırın, yeter. Hepsi de yemek kalitesi ve çeşidi açısından birbirinin benzeri bu restoranların başka bir numarası yok.

Ama o feribotun manevralarını görmelisiniz yav. Araba gibi freni de yok bu meretin basınca dursun, kaptana hayran kalmamak mümkün değil. Ben şoförlüğümden utandım resmen.


Bir de Emborios maceramız var. "Her zaman çok yiyip az ödeyecek diiliz ya bu sefer de az yiyip çok ödedik işte" diye beyimi sakinleştirmeye çalışıyorum ama feci kazıklandık. Restoranın adını vermeyeyim şimdi, adamlara b.k atıyor gibi olmasın, olay tamamen bizim kerizliğimizden kaynaklandı neticede ama beyim hala söyleniyor. Bir kaç ay etkisinden kurtulamayabilir.

İşte yeme içme kısmında aklımda yer eden ve önereceğim restoranlar:

Tria Adelfia: Lithi Plajı'nda yer alan bir restoran. Tria Adelfia tabelasını görmeseniz bile Üç Kardeşler tabelasını görmemeniz mümkün değil. Tüm menünün Türkçesi var. Gördüğüm kadarıyla Türk turistler tarafından da çok tercih edilen bir restoran. Yediğimiz her şeyden ziyadesiyle memnun kaldık. Fiyatlardan da.

Limanaki: Hani Limnia'da ağaçların altındaki plajı bulmak için sağa gidiyorduk ya hah işte tam o sağa döndüğünüzde göreceksiniz bu restoranı, bir aile işletiyor. Burada yediğimiz her şey bir yana imam bayıldının tadı hala damağımda.

Paşa Taverna: Langada'da deniz kenarındaki bu restoranda da Türkçe tabela, menü ve Türkçe konuşan garson mevcut, zaten Paşa'nın Yunanca adını bile hatırlayamadım. Burasının aklımda kalmasının sebebi ekmekleri. Yediğimiz diğer şeyler de lezzetliydi ama sanırım ekmekleri hayatımda yediğim en lezzetli ekmeklerdi. Şimdi olsa da yesem.

Stou Giorgou: Sakız merkezin tepelerinde konuşlanmış bu restorana akşam yemeği için teşrif ettik. Biz gitmeden önce rezervasyon yaptırdık, sizin de yaptırmanız şiddetle önerilir, zira restoran full. Stou Giorgio, modern bir restoran, öyle salaş tavernalardan değil. Değişik yemekler var. Menü İngilizce ve Yunanca; garson ise sadece Yunanca. Bir kaç İngilizce kelime biliyor ama ola ki bilmediği bir kelime denk gelirse cevap direkman "Yok". Nereden mi biliyorum? Karşımda dizilmiş sıra sıra şarap şişelerini umursamadan "No wine" dedi adam yahu! Hemmmen açtım online Yunanca sözlüğümü de şarabımı içebildim.

Hotzas: Sakız'a kadar gidip "Hoca" diye telaffuz edilen bu restorana gitmezseniz valla küserim, billa küserim. Gidip de beğenmezseniz siz bana küsün. Sahibesi Mrs. Olga'ya benden selam söyleyin, benim için tekrar tekrar teşekkür edin. O mandalinalı barbunyanın dibini sıyırmazsanız ne olayım. Salata olarak yeşil salatayı seçin. Biraz daha detay vermek gerekirse herkesin masasında gördüğünüz derin kaselerdekinden isteyin. Rezervasyonsuz kesinlikle gitmeyin, biz ilk denememizde yer yok diye geri çevrildik, ikinci akşam "yaaa iki kişiyiz sadece çok istiyoruz" şeklinde bağlama teknikleriyle iki masa arasına sıkıştırılmış bir masacık ayarlatabildik. Mandalinalı barbunyayı sakın unutmayın.


7 Eylül 2015 Pazartesi

Sakız Adası Plajları ve Gezi Programı - 2

Dün ilk kısmını yazdığım programımızın ikinci bölümüyle karşınızdayım.

3. gün: Glari Plajı, Agios Isidoros, Langada, Nagos Plajı

Bugün biraz kuzeye doğru gidelim diyoruz. İlk durağımız fotoğraflarına bayıldığımız Glari Plajı. Sakız merkeze çok yakın bu plajın aşağıdaki fotoğraflarına siz de bakın, siz de bayılın:




Görüntü çok güzel lakin atalarımız ne demiş: ben güzele güzel demem güzel sıcak olmadıkça. Plajın sağ tarafından denize dökülen buzzzzz gibi bir tatlı su var burada. Açığa gittikçe su biraz ılıklaşıyor ama özellikle sahile yakın bir şerit var ki buzzzzzz.

Biz beyimlen soğuk deniz sevmeyiz, deniz böyle sıcacık olacak ki suya girince en az bir saat çıkmayalım. Bu plajda da biraz yüzüp frappelerimizi içtikten sonra dedik ki burası bizi açmaz yola devam.

Atladık beyaz şimşeğe, kuzeye doğru başladık gitmeye. Benim yine fotoğraflarını görüp merak ettiğim Agios İsidoros tabelasını görür görmez saptık yoldan. Bir süre gittik gittik ve karşımıza çıkana bakın hele:


Yolun sonunda gördüğünüz bir kilise. Kapalıydı. Ama insanlar orada denize girip kilisenin gölgesinde oturuyorlardı. Bir caminin önünde denize girilip gölgesine oturulduğunu düşündüm de bir an neler olabileceğinden korktum.

Öğle yemeği saati yaklaşırken biz yolumuza devam etmeye karar verdik. İstikamet Langada. Burası denize dökülen deresi, sandalları, kutu gibi evleriyle şirin bir balıkçı köyü:

Langada köprüsünde ben


Karnımızı bir güzel doyurduktan sonra günün kalanında deniz keyfimizi ifa etmek üzere daha da kuzeye yollandık ve Nagos Plajı'na geldik. Bir duvarın dibinde bulduğumuz gölgeye havlularımızı yayıp cup denize. Buradaki suyun ısısı tam bize göreydi. Saatlerce balıkları kovaladıktan sonra, plajdaki kafeden aldığımız biralarımızla, ayaklarımız suyun içinde kendimiz taşların üzerinde gel keyfim gel yaptık.


4. gün: Kambos, Citrus Müzesi, Agia Fotini

Sabah kahvaltıdan sonra büyük malikaneleri ve portakal bahçeleri ile ünlü Kambos'a gidip İz Tv'deki Wilco'nun belgeselinde gördüğüm Narenciye Müzesi Citrus'a yollanıyoruz. Elbette ben Wilco kadar ünlü olamadığım için kimse bana müzede özel tur teklif etmedi, "ölümü gör şunun da tadına bak" diye portakal, sakız bilumum reçelleri önüme dizmedi. 1,5 euro verip biletlerimizi alıp müzeyi kendimiz gezdik.

Müzede ne vardı derseniz portakal toplamakta kullanılan sepet, merdiven, tırmık gibi tarım malzemeleri, portakal ambalaj kağıtları, eski ev eşyaları ve Eugene Delacroix' nın Sakız Katliamı resmi derim. Resim ne alaka demeyin, PR böyle bir şey.

Şimdi o kadar da haksızlık etmeyeyim, aşağıdaki fotoda gördüğünüz insan figüründeki bir kaç alet edevat da sergilenenler arasındaydı.


Yaklaşık bir saat kadar müze, malikane, avlu, bahçe gezimizden sonra günün kalanında bol bol yüzmek ve boş boş yatmak üzere Agia Fotini plajında konuşlandık.

Agia Fotini
5. gün: Limnia

Sakız'daki son günümüzde sabah beyimin tüm valizleri ve benim bir çantacığımı beyaz şimşeğimize yükleyerek yola koyulup son deniz keyfimizi ifa etmek üzere Limnia'ya doğru yola koyuluyoruz.

Sakız merkezden Volissos yönüne doğru yol almaya başlıyoruz. Önümüzde aşmamız gereken dağlar var. Kıvrıla, kıvrıla, kıvrıla bir dağın zirvesine ulaşıyoruz, işte manzara aşağıda:

Sakız ayaklarımın altında, Çeşme karşımda
Bir kaç dakika manzaranın tadını çıkardıktan sonra yola devam ediyoruz ve otelimizden çıktıktan tam bir saat sonra Limnia'ya varıyoruz. İşte size Mr. Theodore'dan öğrendiğimiz bir ipucu, Limnia sahile vardıktan sonra herkes gibi sağa değil sola devam edin, bir kaç yüz metre sonra ağaçların altında sessiz sakin bir plaja varacaksınız. Bütün gün keyif yapmak için uygun bir plaj:


Burada bir kaç saat deniz keyfi yaptıktan sonra, güzel de bir yemek yiyerek dönüş yolculuğumuz için Sakız merkeze geri döndük.

5 gün boyunca nerede ne yedik, hangi restoranları öneriyorum? Tabii ki de arkası yarın.

6 Eylül 2015 Pazar

Sakız Adası Plajları ve Gezi Programı - 1

Sakız'da otelimizi ve arabamızı ayarladıktan sonra önümüzde 5 koca gün, onlarca koy ve köy var. Ver elini Sakız.

Adada plaj bol. Birine gidersem öbürünün hakkı kalır diye çok endişelendim. Lakin zaman da kısıtlı olunca illa seçmek gerekiyor. Gitmeden önce çok çalıştım hangilerine gidelim diye tam benden beklendiği üzere planı programı yaptım. Ayrıca rüzgarın durumuna göre Mr Theodore'dan da tüyoları alıp her gün kendimizi vurduk yollara.

Hem deniz keyfi hem kültür gezileriyle biz gittiğimiz yerlerden çok memnun kaldık, darısı başınıza:

1. gün: Nea Moni, Anavatos, Lithi

Nea Moni 1000 yıllık bir manastır. Kilisesindeki mozaikler Kariye Müzesi ya da Aya Sofya yı anımsatıp "Bir zamanlar buralar hep Bizans'mış yahu" dedirtiyor. Manastır, kutsallığının yanı sıra bir de 1822 yılındaki ayaklanmadaki katliamla anılıyor. Sergilenen kafatasları ve kemikler tarihin ne kadar üzücü bir şey olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.

Nea Moni'nin avlusu

Nea Moni'den sonra yine virajlı yollara kendimizi vurup bir tepenin zirvesinde, terk edilmiş, 3 tarafı uçurumlarla çevrili kaya köy Anavatos'a gidiyoruz. Asfalt yol, köyün girişindeki park alanına kadar uzanıyor, sonrası tabanvay. O sıcakta zor olsa da tepeye kadar çıktık. Aşağısı uçurumlar, uçurumlar.

Dikkatli bakın tepeden sağ yamaca doğru inen terk edilmiş evleri göreceksiniz
Bu kadar köy gezmesi yeter, biraz da denize girelim diyerek adanın batısındaki Lithi'ye yollanıyoruz. Burası kum ve sığ bir plaj. Ben kumunu beğenmedim ayrıca sığ denizi de pek sevmem. Yani burası adanın en güzel plajı diyemem.

Ayrıca burada dört bir yandan gelen "Damlasuuuuu yapma, Mertcaaaaan etme, annnneaaa yaaa, babaaaaaa bana bak bana" sesleri hiç eksik olmadı. Aynı plajda Yunanlılar da var ama bir tane bile "Yorgooo, Eleniii, mammmaaaa, papppaaa" diye bağıran duymadan.

Türk annelerinden ve babalarından istirham edeceğim, çocuklarınızı rahat bırakın, ayrıca bir kere bak dediklerinde bakın. Benim keyfimden başka çocuğun gelişimi için de faydalıdır bunlar sanırım.

Zaman konusunu merak edenler için Sakız merkezden tüm bu rotayı yapıp Lithi'ye varışımız 3 saat sürdü.

2. gün Armolia, Pirgi, Mesta, Apothika, Emborios, Mavra Volia, Komi Plajı

Sabah erkenden yola koyuluyoruz. Rotamız üzerinde yer alan, seramikleriyle ünlü Armolia'da ufak bir mola verip bir de ufak tur attıktan sonra yola devam. Sırada süslü evleriyle Pirgi ardından daracık sokaklarıyla bir kale-köy olan Mesta.

Pirgi

Mesta
Pirgi ve Mesta'da günümüzü güzelleştiren, bizi eğlendiren iki güzel sürprizden bahsetmiştim daha evvel. Daracık sokaklarda avare avare dolanıp soğuk frappelerimiz de içtikten sonra "artık vakit deniz vaktidir" diyerek benim resimlerini görüp çok beğendiğim, denize tepeden bakan küçük barında bir bira yuvarlamak istediğim Apothika Plajı'na yollandık.

Bu plaja gitmek için Pirgi'den Mesta'ya giderken sağ tarafta göreceğiniz tabeladan girip daracık, bol virajlı, yer yer bozuk yola sapmanız gerekiyor. Yalnız dikkat, bahsi geçen tabela ufacık bir şey, dikkatli bakmazsanız kaçırabilirsiniz. Yılan gibi kıvrılan yolu aşıp denizi gördük nihayet. Plajdaki bir kaç şemsiye ve şezlongun dolu olduğunu görünce, öyle dımdızlak öğle güneşi altında haşlanırız diyerek plajı es geçtik. Resimlerden çok özendiğim tepedeki barında ise sessiz sessiz oturan 4-5 kişinin yarattığı kütüphane havasından tırsarak "biz böyle sessiz sessiz oturamayız, kıkır kıkır kıkırdamaktan kesin atılırız buradan, bari edebimizle kendimiz gidelim" diyerek tekrar yola koyulduk.

Bu arada karnımız da acıkmaya başladı. Volkanik taşlardan oluşmuş Mavra Volia Plajı'nın hızlıca teftiş ettikten sonra yemek yemek için Emborios Köyü'ndeki balıkçılardan birine oturduk.

Emporio
Mavra Volia, Emborios'un ucunda bir plaj. Eğer 5-10 dakika yürüme mesafesini göze alıyorsanız arabanızı Emborios sahilinde ilk bulduğunuz yere park edin, yolda gördüğünüz bakkaldan içecek, yiyecek bir şeyler alın ve Mavra Volia'ya öyle gidin. Çünkü bu plajda şezlong, şemsiye ya da bir şeyler yiyip içebileceğiniz bir restoran yok. Ayrıca plaj yolun sonunda olduğu için geliş gidiş aynı tek şeritten yapılıyor. Plajın önünde bir otopark var ama tahmin edileceği gibi ağzına kadar dolu.

Arabayla giderseniz arabanın içinde başka bir arabanın çıkmasını bekleyip sonra ultra kıvrak hareketlerle hem diğer araca yol vermek hem de kendi arabınızı park etmeye çalışmak zorunda kalabilirsiniz. Sonra uyarmadı demeyin.

Bugünkü deniz keyfimizi ise Emborios'a yaklaşık 10 dakika mesafedeki Komi Plajı'nda ifa etmeye karar verdik. Burası şezlong, şemsiye, restoran, kafe ve Türk turistler açısından oldukça zengin bir plaj, gönlünüz rahat olsun.


Diğer günlerimiz de arkası yarın olsun.

4 Eylül 2015 Cuma

Sakız'da Araba Nereden Kiralanır? Sakız'da Nerede Kalınır?

Adaya güç bela girdikten sonra sıra arabamızı alıp otele yerleşmeye geldi.

Ne demiş atalarımız? Bir musibet bin nasihatten yeğdir. Biz de geçen seneden tecrübeliyiz tabi, musibet yaşamamak için araba işini önceden halletmişiz keyifler gıcır.

Adada Avis, Sixt, Thrifty, Europcar, Hertz gibi bilinen araç kiralama şirketlerinin yanı sıra yerel şirketler de mevcut. Biz Vassilakis ve Sotirakis isimli iki yerel firmadan fiyat aldık. İkisinin de verdiği fiyatlar çok yakındı ancak Sotirakis bir kıt daha uygundu, bir de Vassilakis'in aracı ilk günümüzde müsait olmayacaktı falan filan derken rezervasyonu Sotirakis'ten yaptık.

Limanda görevli bizi bekliyordu, hemen limanın karşısındaki ofislerinde işlemlerimizi hızlıca halledip beyaz şimşeğimizi aldık. Aracımız 15.000 km'de, gıcır gıcır, sorunsuzdu. Benzini de full verip full istediler, biz de teslim ederken ne kadarlık benzin alacağız, aman fazla almayalım, eksik de olmasın, sorun çıkmasın stresine hiç girmedik.

Uzun lafın kısası Sotirakis'i gönül rahatlığı ile tavsiye ederim.

Otel konusu o kadar kolay olmadı ama. Zorluk, nerede kalacağımıza karar verememekten kaynaklanıyordu. Aslında gönül istiyor ki gidelim, nereyi beğenirsek orada kalalım. Ama geçen seneki tecrübemizden gördük ki ağustosta o iş öyle olmuyor. Kapı kapı dolaşıp yer bulamama ya da bulduğunda kazıklanma hikayelerimizden ötürü oteli de önceden ayarlayalım dedik.

Da-da-da-daaaan! İşte sorun: nerede kalacağız. Adanın hangi bölümündeki hangi köyündeki hangi otelde? Bu konuda yaptığım deriiiiin araştırmalar sonucunda kalınacak en uygun yerlerin limanın da bulunduğu Chios şehri ya da civarı olduğuna kanaat getirdim.

Biz seçeneklerimizi ikiye indirdik: çok güzel bir plajın da bulunduğu Agia Fotini'deki Theoxania Studios ile Chios şehrindeki Kyma Hotel.

Theoxania Studios, fotoğraflarına baktıkça orada olmak isteyeceğiniz bir plajda, tam denizin önünde, "gel bana huzur burda" derken, Kyma Hotel "yav huzur falan güzel de dur bakalım daha gençsin, bol bol yer içersin, o halde araba mı kullanacaksın" diyordu.

Biz tabii ki, "genciz biz daha yaaa, içecez tabi" diyerekten Kyma'yı tercih ettik. Yani Chios merkezde kaldık. Daha sonra gidip gözümüzle gördüğümüzde de Agia Fotini'nin bizim için çok iyi bir seçenek olmadığını anladık. Tamam orada da akşamları yemek yenebilecek restoranlar var ama merkez daha hareketli. Daha genciz biz!

Araştırmalarım sırasında gördüğüm kadarıyla Chios'un bir semti gibi bir şey olan Kambos da konaklama için tercih edilen bölgelerden biri ancak dikkat, burada konaklarsanız denize uzak olacaksınız. Benden uyarması.

Sonuçta Kyma Hotel'de rezervasyonumuzu yaptık. Bir oda rezerve etmek için milyon tane e-mail ve telefon görüşmesi ile taciz ettiğim Mr Theodore nezaketini hiç yitirmediği gibi, konaklamamız boyunca her gün bizimle gezi rotaları paylaştı. Tatlı eşi Güher Hanım da güleryüzünü bizden esirgemedi.

Kyma, Chios'un kordonunda, denizin önünde yer alıyor. Çok eski bir konaktan otele dönüştürülmüş. Duvarlardaki resimleri, yüksek tavanları, mermer merdivenleri ile kapıdan girer girmez başka bir dünyaya ışınlıyor sizi.

İşte balkonumuzdan manzara:



Binanın güzelliği, manzaranın muhteşemliği, konumun uygunluğu ve Mr Theodore ile Güher Hanım'ın samimiyetine rağmen objektif olmam gerekiyor. Bu oteli tavsiye edip etmeme konusunda kararsızım.

İki dezavantajı var: birincisi otel çok gürültülü. Hemen önünde Chios'un limanına giden yol var ve sabah erken saatlerden, gece geç saatlere kadar trafik hiç kesilmiyor. Camı kapıyı kapatıp dışarıdan gelen gürültüyü kessen bile kliması, su tesisatı, buzdolabı hep gürültülü. İkinci olarak da yatak çok rahatsız. Yani bu otelde kaliteli uyku olsa olsa tatlı bir rüya olur.

Sonuç olarak Chios merkezde konaklamaktan memnun kaldık, çünkü adanın her yerine giden ana yollar buradan geçtiği için gündüzleri adanın doğusu, batısı, kuzeyi, güneyi her yerindeki plajlara rahatlıkla gittik geldik. Geceleri ise "ay arabayı nasıl kullanacağız" şimdi stresine girmeden gönlümüzce yedik içtik, sonra tıpış tıpış otelimize yürüdük.

Peki hangi plajlara, hangi restoranlara gittik? Pek tabii ki de arkası yarın.

2 Eylül 2015 Çarşamba

Sakız Adası'na Nasıl Gidilir? Peki Adaya Nasıl Girilir?

Bilmeyen varsa öğrensin, şu fani dünyada 894.312 hedefimden bir tanesi bütün Yunan adalarını ziyaret etmek. Yolun çok başındayım, daha gidecek çok yolum var ama 2015'te bu hedefime bir adım daha yaklaştım. Şükürler olsun. Sakız'ı da şereflendirdim.

O kadar güzel koylar, o kadar güzel yemekler, o kadar güzel kokteyller, o kadar güzel biralar olur da ben güzel olmam mı? O kaddddar güzel ben!

İşte bu güzel benim Sakız maceralarını paylaşacağım sizlerle bir kaç gün boyunca. Önce ulaşım:

Hala bilmeyen varsa Sakız'a Çeşme'den kalkan feribotlarla gidiliyor. Üç şirketin seferleri var Ege Birlik, Ertürk Lines ve Sunrise Tours.

Bunların içinde Ertürk Lines şirketinin hızlı feribotu var, sefer süresi yaklaşık 30 dakika. Diğerlerinden biraz daha erken kalktığı için varış saatlerinde 30-45 dakika arası avantaj sağlıyor.

Aslında doğruyu söylemek gerekirse bu feribotla seyahat diğerleri kadar keyifli olmuyor, çünkü yolculuk içeride kapalı mekanda gerçekleşiyor. Güverteye çıkmak güvenlik nedeniyle yasak. Halbuki şöyle püfür püfür, deniz kokusunu içine çeke çeke gitmek daha keyifli olur dediğinizi duyar gibiyim.

işte feribotumuz

Ama az sabredin keyfinizi adaya saklayın, zira bu hızlı feribot sayesinde vize kuyruğundan oldukça zaman kazanıyorsunuz. Benden söylemesi.

"Yok yaa, ben keyfimi hem adada hem de yolculukta sürmek istiyorum, üstelik sırf erken gideceğim diye fazla bilet ücreti ödemek istemiyorum" diyorsanız da Sunrise Tours'u tercih edebilirsiniz. Çünkü diğerleri arasında adaya en erken varan bu, üstelik hızlı feribot fiyat farkı da ödemeniz gerekmiyor.

Yalnız anladığım kadarıyla Sunrise Tours Yunan menşeli bir firma, diğerleri ise Türk firmaları. Artık bu noktada, ülke ekonomisine katkı, GSMH'yi arttırmak kaygıları ile kişisel çıkarların maksimizasyonu arasındaki seçimi sizlerin vicdanına bırakıyorum.

limandan sakız

Bizim gibi yüksek sezonda gidiyorsanız, vize kuyruğunu gördüğünüzde 5 kişi bile öne geçmek istemenin ne demek olduğunu anlayacaksınız. Sıraları falan atlattık vize kontrolünden geçtik ve tatatataaaammm beyimle her seyahatimizde olan şey oldu: güvenlik kontrolüne takıldık.

Benim beyim, boyum kadar bir valiz, enim kadar bir başka valiz, bir zıpkın çantası, bir sırt çantası ve bir omuz çantası ile seyahat ettiği için gümrük görevlisi tarihi eser kaçakçısı olduğumuzu düşünüp hiç düşünmeden "gel bakiiiim buraya, çantalar x ray'e" diye daveti çaktı.

sadece kırmızı olan benim

E tabi, yabancı topraklarda davete icabet etmemek olmaz, gittik kös kös.

Arıza çıkarmaya oldukça meyilli bir şekilde önce beyimin dalış malzemelerine takıldı, sonra nerede kalacağız, nerelere gideceğiz, kaç gün kalacağız diye sorgulara çekildik. Neyse ki daha sempatik ve daha iyi niyetli başka bir görevli sayesinde adaya giriş yapabildik.

Ver elini Sakız Adası! Tabii ki arkası yarın.

1 Eylül 2015 Salı

Hala yaşıyorum haberiniz olsun

3 hafta kadar önce bir eğitime gittim, konu networking'le ilgiliydi. Hani çevre yapma olayları falan. Gerçekten kendimi geliştirmem gereken konulardan biri, senelerdir bendeki çevre aynı çevre, ne uzuyor ne kısalıyor.

Faydalı bir eğitim de oldu benim için. Orada öğrendiğim şeylerden biri kendimizi tanıtırken insanların aklında kalabilmek için hobilerimizden falan bahsetmemiz gerektiğiydi.

Ooooo bende hobiden bol ne var. Hele bir de zamansızlıktan fırsat bulamadığım procelerimi de bir hayata geçirebilsem insanların aklında mıh gibi yer edeceğim.

Neyse dağıtmayayım, ben de kendimi tanıtırken başlıyorum saymaya: oryantiring yapıyorum, zumba yapıyorum, blogum var, kitap okumayı ve mutfak maceralarımı saymıyorum bile.

Peh! Blogum varmış. Var tabi de benden başka ilgilenen yok. Tammmmm 13 gün olmuş burada gıkım çıkmayalı, bir Allahın kulu da nerdesin, yaşıyor musun, iyi misin, SENİ ÖZLEDİK diye iki satır yorum bırakmamış.

Gerçi bu blog'u takip ettiğinden şüphelendiğim kişilerin arkadaşlarım ve kardeşimden ibaret olması, onların da beni feysbuk ve instagram gibi ortamlarda da takip ediyor olması, benim geçtiğimiz iki haftada bu mecraların suyunu çıkarıp her adımımla ilgili düzenli rapor vermiş olmam ve neler yaptığımı çok yakinen takip etmek zorunda kalmış olmaları da blog'daki bu hareketsizliğin bir sebebi olmuştur belki. Bilemiyorum.

Aman canım, beni şahsen tanımayıp da bu blog'u takip eden BİRRRR kişi bile yok mu yani!

Sanal dünya, yalan dünya işte, bugün varsın yarın olmazsan kimsenin umrunda değil. Bugün var mıyım o da bir muamma.

Oh, içimi döktüm rahatladım!

Gelelim geçtiğimiz iki haftaya. Fıssstık gibi geçti valla. Keşke hiç geçmeseydi, hep kalsaydı. Önce Sakız sonra Kemer. 2 hafta ful denizli, yemeli içmeli, yan gelip yatmalı, baktın olmadı dağıtmalı, az adrenalin, bol keşifli, sanatçı kaprisli, paparazili falan...

Yeteri kadar heyecan uyandırdıysam bir sonraki yazıyı bekleyebilirsiniz.