31 Ocak 2016 Pazar

Ben feminstim!

Yeryüzünde dert edinecek, uğruna mücadele edilecek konu bol. Açlık, savaşlar, gelir adaletsizliği, çevresel konular, insan hakları, hayvan hakları, say say bitmez. Hepsine dertlen, hangi birine yetişeceksin?

Eğer hayatımı adayacağım bir konu varsa bu kadın hakları olurdu. Kadınları küçümseme, yok sayma, üstünde tahakküm kurma, psikolojik / fiziksel şiddet uygulama o kadar yaygın ki. Bilinçli yapılan eylemleri bir yana koyuyorum, pasif saldırılar daha da fazla.

Ben mesela, üniversite mezunu, büyükşehirde ikamet eden bir kadınım. Çevremdeki insanlar da üç aşağı beş yukarı benimle aynı eğitim ve sosyo-ekonomik seviyede.

Bu şartlar altında bile, çevremden kaç defa "ama sen feministsin" "suçlaması"na maruz kaldım biliyor musunuz? Resmen, açık açık ve ciddi olarak bu yüzden eleştirildim.

Evet göğsümü gere gere söylüyorum: ben feministim. Bir kadın olarak, hem de maddi / manevi donanımlı bir kadın olarak, bu kadar imkanım varken feminist olmazsam zaten benim aklıma, yüreğime, beynime, kalıbıma yazıklar olsun! Saksıda bitki olayım daha iyi.

İş yerinde herhangi bir erkekle rekabet edebilmek için, evde hizmetçi muamelesi görmemek için, ne zaman sokaklarda bulunacağıma kimsenin karışamaması için feministim.

Hadi erkekler işlerine geldiği bu düzeni sürdürmekten memnun olabilir. Ben de varlık sebebi beni pohpohlamak, bana hizmet etmek olarak tanımlanan bir cinsin varlığından memnun olurdum. (evet o kadar da yüksek ahlaklı bir insan değilim ama bunu biliyoruz zaten). Peki ya bu durumundan memnun olan kadınlara ne demeli? "İşten ne kadar geç gelirse gelsin ertesi güne 3 kap yemeğini hazır edip, kocasının gömleklerini ütülemekle" övünen kadınları duydu bu kulaklar! Bu arada kocası ayaklarını uzatıp televizyon izliyordu.

Dün gazetede okudum, Aile ve Sosyal Politikalar Banlığı kadınlar için bir takım düzenlemeler yapacakmış, kadınlar hem kariyer hem çocuk yapabilsin diye. Haberi görür görmez tüylerim diken diken oldu. Bu düzenleme kadınları iş hayatından uzaklaştırmaktan başka bir işe yarayacaksa ben de dişimi kırayım. Bu girişimler nedeniyle kadınlar işveren tarafından tercih edilmeyen iş gücü haline gelecek.

Hükümet gerçekten iyi niyetliyse, hem annelerin hem babaların hak ve sorumluluklarını düzenlesin. Anne doğum izni kullanacaksa, babanın da aynı uzunlukta babalık izni olsun. Bildiğim kadarıyla çocuk sadece annenin sorumluluğunda değil zira.

Daha can güvenliğimizi sağlayamayan devletten beklediklerime bakın hele!

28 Ocak 2016 Perşembe

Starbucks

Starbucks Türkiye'ye ilk geldiği zamanlar ne hayranıydım. Buradan itiraf etmek kolay değil tabi ama öyleydim işte. Yeryüzündeki tüm Starbucks dükkanlarına gitmek gibi hevesim bile vardı. Susurluk'ta Starbucks açıldığında tatil yolda başlıyor diye bayram edecektim neredeyse. Toyluk işte.

Bu Starbucks sevgim evlilik kararımda bile etkili olmuştur. Beyimin benimle evlenmek için sunduğu vaatlerden biri de New York'ta Starbucks'a umre ziyaretiydi.

Vaatler Amerika'da Starbucks ziyareti, gerçekler Eminönü'nde Kurukahveci Mehmet Efendi. Hey gidi hey.

Neyse işte, ben böyle Starbcuks aşkıyla yanarkene neler oluyormuş meğersem. Adamlar ölüm kalım savaşı veriyormuş. Gelirleri azalmış, hisse değerleri düşmüş. Ay içim parçalandı resmen.

Sonra kurucu Howard Schultz bakmış ki gidişat iyi değil, kolları sıvayıp sahaya inmiş ve bir ihtilal yaparak Genel Müdürlük makamını geri almış şirketi kurtarmak üzere. Başarılı da olmuş. Şirketini kurtarmış.

Schultz'u takdir etmemek mümkün değil. Sadece şirketi kurtardığı için değil. Hem zaten kurtardığı şey de dünya değil, kendi şirketi neticede. Ne yaptıysa kendine, bunun için takdir beklediğini de zannetmiyorum.

Lakin benim "küçülme, yeni ürünler geliştirme, teknolojik altyapıyı iyileştirme ve mağaza dekorasyonlarına makyaj yapma" diye dört maddede ve bir nefeste ifade edeceğim hareket planı hakkında adam oturmuş 396 sayfalık kitap yazmış.

Hem ne yazmak! Heyecan, entrika, kan, ter, gözyaşı yedi kısım tekmili birden bu kitapta. Titanik' in sonunu bekler gibi okudum.

Bunu takdir etmezsiniz de ne yaparsınız? İşte deha budur, pazarlama başarısı budur. Sen çok yaşa Starbucks, sen daha da çok yaşa Howard Schultz!


26 Ocak 2016 Salı

Bir Uzay Hayali Nasıl Söndü

Buradan Holivut'a sesleniyorum: sayenizde bendenizin uzay macerası başlamadan bitti.

Elinizde o kaddddar imkan varken, uzayda mutlu mesut geçen filmler çekmek yerine yok efendim uzayda kaybolanlar, Mars'ta unutulanların filmini yapıp da milleti bilimden soğutmaya ne hakkınız var?

Son zamanlarda iki tane film seyrettim de ondan bu isyanım. Yıldızlararası ve Marslı.

Yıldızlarası filmini zaten tam anladığımdan bile emin değilim, yok zaman bükülmeleri, paralel evrenler falan baya yüksek fizik vardı galiba. Özetle dünyada yaşam bitmek üzere olduğu için, insanların yeni bir dünya arama macerası. Macera olur da tehlike, heyecan olmaz mı? Olur.

Marslı'da ise Mars'ta öldü diye bırakılan ama aslında canlı olan bir bilim insanın önce Houston'ı varlığından haberdar etme, ardından da kurtarma ekibi gelene kadar hayatta kalma macerası vardı. Kurtarma işi ise öyle bir nefeste "kurtarma ekibi geldi" diye anlatılacak bir şey değil. Kurtulma kısmı hayatta kalma kısmından daha zordu.

Tamam her iki film de mutlu sonla bitmiş olabilir ama izlerken o iş öyle değildi, bir stres bi stres. Gerçeğini yaşamayı yüreğim kaldırmaz. Bu nedenle de benim uzay maceram başlamadan bitmiştir.Üstüne para verseler uzaya zor giderim.

Benim uzay maceramın bitmiş olması kimseyi pek o kadar ilgilendirmiyor olabilir ama NASA duy sesimi, olay sadece benim maceram değil. Eminim ki bu tip filmler sizlerin uzayda yaşam bulma çabalarınızı en az 30 yıl geri attı. Herhangi bir çocuğun böyle felaket filmleri seyrettikten sonra hala "ben bela arıyorum" diye astronot olmak isteyeceğini aklınız alıyor mu?

"Yok ben illa gidicem" diyen çıkarsa da siz ona güvenip de o milyon dolarlık roketleri falan emanet etmeyin zaten. O iş yaş, baştan belli. Böyle bir macera düşkününün sağı solu belli olmaz, bütün projeyi olduğu gibi bir yana atıp biraz daha heyecan uğruna uzak bir galaksiye kaçması işten bile değil.

Halbuki azıcık sıkıştırın şu Holivut'u, uzayda, Mars'ta falan ne kadar eğlenceli, tehlikesiz bir hayat olduğuna dair bir kaç film yapsınlar. Sizin de bu tip projelerde görevlendirmek üzere seçeceğiniz aday havuzu genişlesin.

Bilim ilerlesin diye kendimi paralıyorum şurada ama kimsenin umrunda diil.

24 Ocak 2016 Pazar

Güzelleme

Seyahat arkadaşları önerilerimi yazdığım zaman herkesler bana müteşekkir olacak, teşekkür üstüne teşekkür alacağım sanmıştım ama YİNE yanılmışım. YİNE kimseye yaranamadım.

Vay neden onu oraya yazmamışım da, bununla şuraya neden gitmiyormuşum da, sitem üstüne sitem. Eeeee yeter yahu, her bir yere kendim gidicem sonunda dememe çok az kaldı.

Mesela benim OHKOK bana bir gönül koy, bir gönül koy. Onun ne kadar iyi bir seyahat arkadaşı olduğunu yeteri kadar takdir etmemişim. Haklıdır.

Kültür ve sanat dedin mi OHKOK'u bir yana koymak lazım. Hem ilgilidir hem de bilgili, ikisini de esirgemez. Müze gezmeyi çok sever, o kadar sever ki 380 CZK'lık müze bileti için 4.000 CZK gözden çıkarır da bana mısın demez.

Yön bulma konusunda beni şaşırtacak kadar iyiydi. Sanırım kendi bile şaşırdı bu duruma ama benim herrrrr seferinde yanlış yöne gitmeyi becerdiğim Old Town Square'de herrrrr seferinde kolumdan tutup beni doğru tarafa götürdü. Lakin Old New Synagogue'u görmek için yağmur altında sinagoğun çevresinde dört dönüp bir türlü bulamazken bu yön bulma duygusunun nereye gittiğini merak etmiyor değilim.

Yemek, içmek konusunda oldukça uyumlu bir insandır. Öyle onu yemem, bunu yemem, ay oraya gitmem gibi kaprisleri hiç yoktur. Ama gittiğimiz bir yerde de oturulacak nokta konusunda oldukça hassas davranır. Dostumun sayesinde Astronomik Saat'in dibinde, tam da aksiyon olduğu sırada saate sırtını dönerek oturan tek kişi olarak tarih geçmekten yırttım.

Dedim ya OHKOK'la dostluğumuz yılları devirdi. Şu gök kubbe altında, hakkında konuşmadığımız konu, dedikodusunu yapmadığımız insan kalmamıştır. Yine de ben birlikte geçireceğimiz dört günde, olur da konu sıkıntısı çekersek diye sohbet konusu olabilecek sorularımı hazırladım.

İşte bu anlardan birinde yaşadığım şoku kelimelerle ifade edebilmem mümkün değil. Oysa sadece "mümkün olsa ve geçmişe gidebilsen, hangi dönemde kim olmak isterdin" diye sordum. Ömrüm boyunca OHKOK'u "asla geçmişe gitmek istemem" derkenki kadar panik içinde gördüğüm başka bir zaman hatırlamıyorum.

Bu seyahat arkadaşlığından hiç mi şikayetin yok derseniz, tabii ki de var. Fotoğraf konusu. İki kişi çıktığın bir seyahatte illa da tek başına fotoğraf çekinmek için bu çabanın sebebi nedir? Onun bu inadı yüzünden kadraja girmek çabasıyla zıp zıplarken çekilmiş onlarca pozum oldu.

Uzun lafın kısası, OHKOK süper bir arkadaş olduğu kadar süper bir seyahat arkadaşıdır. Kendisiyle gönül rahatlığıyla her yola çıkılır. Bu da böyle biline.

21 Ocak 2016 Perşembe

Sıcak sıcak çorba

Ahmet Rasim'in Çorbanamesi'ni duymuş muydunuz? Duymayanlar için buyrun:

Kana kuvvet, göze fer, batna ciladır çorba
İllet-i cûa devâ mahz-ı gıdadır çorba

Sağlara, hastalara ayni şifadır çorba
Ağniya dostu, muhibb-i fukarâdır çorba
Hâsılı hâhiş ile ekle sezâdır çorba


Hele böyle soğuk kış günlerinde, bütün güzellemeler az gelir çorbaya. E madem hava soğuk, çorba güzel, buyrun size iki tane sıcacık öneri:

Önce Moda'ya gidiyoruz. Zaten ben çok seviyorum Moda'yı, hep giderim. Dr. Esat Işık Caddesi'nin üzerinde, bir köşede, küçücük, fıçıcık Kruton Moda Çorbacısı. Her gün bir kaç çeşit çorba çıkarıyorlarmış, bir de pilav ve bir çeşit ev yemeği vardı ben gittiğimde.

Köz biber çorbası çok güzelmiş, lakin sadece pazartesi günleri çıkarttıkları için ben denk gelemedim. Artık siz gidersiniz.

İki katlı, küçücük bir dükkan:


Duvara da böyle nostaljik tabakları koymuşlar. Bulmacalarda hep çıkan sergen bu oluyor sanırım:


Ben mantar çorbasını denedim, çok beğendim. Bütün çorbaları unsuz yapıyorlarmış, öyle dedi aşçı. Çorbanın içindeki krutonlar zeytinyağı ve baharatlara fırınlanmış ve her masada bolca mevcut. Porsiyonlar oldukça büyük. Hesap öderken borcum ne diye sorduğunuzda ise "bozuk varsa 7 tl, yoksa sonra ödersin" cevabını duyabilirsiniz.


İkinci durağımız Karaköy, Mumhane Caddesi üzerinde Hebun Çorba. Burası da iki katlı, küçük bir dükkan. Çok çeşit çorba var, sayamadım. Çorbalar kesinlikle unlu, lakin çok leziz. Ben kereviz çorbası denedim çok lezizdi yani. Porsiyonlar burada da oldukça büyük.


Hebun'da çorba lezizdi ama ekmekten sınıfta kaldı. Öyle kruton falan yok, paketlenmiş küçük ekmekler var, bir özelliği yok. Yok ben ekmek yemem zaten diyorsanız paşa gönlünüz bilir. Bir de üst katta oturursanız çok sıcak oluyor haberiniz olsun.

Afiyet olsun.

20 Ocak 2016 Çarşamba

Kavgam

Bütün dünyada fırtınalar koparan Kavgam'ın birinci cildini nihayet ben de okudum. Yok Hitler'inki değil, Karl Ove Kanusgaard'ın kavgası bu.

Hayatını olduğu gibi, yüceltmeden ya da yermeden anlattığı 6 cildin birincisinden öğrendim ki yaşamaya ilişkin barınma, doyma, can güvenliği gibi temel ihtiyaçları karşılanmış herkesin, dünyanın neresinde olursa olsun hayatla, var olmakla, kendini gerçekleştirmekle ilgili kavgaları, dertleri hep aynı. Sıradanlığın sıkıcılığı hepimizi birleştiriyor. Hepimiz özel ve birtanecik olmak istiyoruz, gel gör ki pek azımız bu şerefe nail oluyor. Daha da beteri bu pek azın daha da azı bunu başardığında farkında oluyor.

Belki de hayatla ilişkimizi kavga olarak görmekten kaynaklanıyor bu. Hayatı galip gelinecek bir kavga olarak görmek yerine akışına mı bırakmak gerekiyor acaba, bilemedim. E o zaman her şeye razı mı olacağız? Ayyyy bu işler beni aşar. Kitaba dönelim.


Karl Ove, (samimiyetimize dayanarak ismiyle hitap edeceğim kendisine, adam bana hayatını açmış neticede, bir de soyadını yazmak çok zor yav!) hayatını olduğu gibi yazmış gerçekten. Samimiyetle. Kendisi de itiraf etmiş zaten, büyük bir şeyler yazmak istediğini ama kendini bebek bezi değiştirdiği sıkıcı bir hayatın içinde bulduğunu. Malzeme bu diyor yani.

Çocukluğundan başlayarak hayatını akıcı bir şekilde yazmış. Sohbet eder gibi. Kitap kronolojik bir sıra izlemiyor, kimi zaman yetişkinliğine atlıyor, oradan tekrar çocukluğuna dönüyor, derken gençlik yıllarına gidiyor.

Anlattığı hiç bir şey, "vay ilk defa duyuyorum, ne kadar da ilginç" dedirtmiyor. Görüyoruz ki ne sınıfının en popüler öğrencisi olmuş, ne bir süper kahraman. Ancak, sadece yaşam öyküsünü değil, kimi yerlerde çeşitli konularda düşüncelerini de yazmış. Özellikle sanat konusunda, sağlam şekilde ifade edilmiş görüşlerini okurken aslında ne kadar derinlikli bir yazar olduğunu görüyorsunuz.

Böyle kitaplar bana umut veriyor. Sıradan bir insan sıkıcı hayatını 6 ciltte 3.600 sayfa olarak yazıp fırtınalar koparabiliyorsa diyorum ki ben neden yapamayayım.

19 Ocak 2016 Salı

Can'dan Haberler

Hafta sonu Can'la beraber geçti. Çok özlemişim, az da olsa hasret giderdik.

Spor yaptık, oyunlar oynadık, sohbetler ettik. Yine bizi güldürdü, eğlendirdi.

Spor konusunda her seferinde daha iyiye gidiyoruz. "Şimdi esneme hareketi yapacağız, hadi esneyelim biraz" dediğimde ağzıyla esniyor ama aşağıya bakan köpek duruşunu benden güzel yapıyor. Ama ben de zıplayarak ondan daha yükseğe değebiliyorum.

Sehpanın üzerindeki top yapılmış peçeteleri üfleyerek karşıya düşürme yarışmasına tüm ciğer kapasitesi ile kendini veriyor. Bozuk paralarla masanın üstünde oynanan futbol ve basketboldan sıkıldığı zamansa "Bizim paraya ihtiyacımız yok teyze" diye tepkisini ortaya koyuyor.

Sabahın 7'sinden itibaren dedesine "Noolur dede teyzemi uyandıralım" diye psikolojik baskı yapıyor. Her sabah. Dedesi tüm iradesiyle karşı koyup kendisini odamdan uzak tutmayı başarsa da sesini uzak tutmak o kadar kolay olmuyor.

Elbette kelime haznesi her gördüğümde daha da genişlemiş oluyor. Artık birleşik kelimeler ve isim tamlamaları da lügatına girmiş, ama kendi tarzında:

İhtave: İtfaiye
Hasancı Balık: Balıkçı Hasan
Tıraş kalemi: Kalemtıraş

Bak özledim bile şimdiden keratayı.

14 Ocak 2016 Perşembe

Karikatür Sergisi

Onlarca sayfalık yazıyla anlatılabilecek derdini bir kaç çizgiyle anlatma sanatına karikatür denir. İyi karikatür hem iyi çizgilere sahip olmalı hem de keskin bir zeka barındırmalıdır ki etkili olsun. Çizgiler konusunda yorum yapamam belki ama zeka dedin mi beni ayrı tutacaksın. Keskin zekanın kokusunu alırım evelallah.

Hayır, BİR DE karikatür işine girmeye karar falan vermedim. Zaten bendeki bu çizim yeteneği ile o iş yaş. Lakin size bir karikatür sergisinden bahsedeceğim.

15 Şubat'a kadar Galatasaray Cezayir Toplantı Salonlarında sergilenecek, Ortadoğu ve barış temalı Kadeş 2016 sergisi.

Türkiye de dahil dünyanın değişik ülkelerinden 160 sanatçının eseri sergileniyor. Barışa duyulan özlemi anlatan çok vurucu karikatürler yer alıyor.

Mesela benim en etkili bulduklarımdan bir tanesi şuydu:



Vakit varken gidip görün derim. Cezayir Toplantı Salonları da nerede derseniz hemen tarifi de vereyim. Fransız Sokağı'nın girişinin hemen yanında. Ha, Fransız Sokağı nerede derseniz açın bir zahmet bir harita programı bakıverin.

Kültür sanat bültenimizin bir sonraki sayısında buluşana dek esen kalın.

12 Ocak 2016 Salı

Kinoa Pilavı

Kinoa ve pilav aynı cümlede garip duruyor değil mi? Bir de aynı tarifte düşünün. Ama napiim benim karnımın doyması için pişmiş, sıcak bir şeyler yemem lazım. Adına salata denince psikolojik olarak aç kalıyorum.

Zeytinyağlı yemekleri bile sıcak yerim mesela. Salata olsa olsa yan yemek olur benim için, bir öğünü salatayla geçirmem mümkün değil. Belki ara öğün olabilir, o kadar.

Ben de şimdi böyle kendi çapımda rejimdeyim ya, bu kinoa da hem çok besleyici, hem çok faydalı hem de az kaloriliymiş ya, benim de kinoa yemem lazım. Ama salata da bana ters olduğundan pilavını yapayım dedim. Yaptım.

Öncelikle şunu söyleyeyim ki bu kinoacıklar o kadar minik o kadar minik ki, yıkamak için çay süzgeci gibi süzgeç kullanmak gerekiyor. Yoksa kinoacıklar pıt pıt dökülüveriyor.

Resimde gördüğünüz kırmızı kinoa
Gelelim tarife. Kinoa pilavını bulgur pilavı yapıyormuş gibi yaptım. Onu da soğanlı ve sebzeli pişiririm. Bu sefer de şanslı sebzemiz havuçtu. Soğanları küçük küçük doğrayıp havucu da rendeledikten sonra salçayla biraz kavurup çok az suyla pişirmeye bıraktım. 10 dakika kadar sonra 1,5 çay bardağı kinoayı ekleyip, şöyle bir karıştırıp 3 çay bardağı sıcak su ve tuzunu da ekledikten sonra ağzını kapatıp pişmeye bıraktım.

Tüm suyunu çekmesi yaklaşık yarım saati buldu, sonra da pilav gibi dinlenmeye bıraktım. İşte sonuç:


Pişerken çıkan kokuyu hiç beğenmediğimi söylemek isterim. Tadına gelince, her gün bayıla bayıla yiyeceğim bir şey değil kesinlikle. Belki yedikçe severim.

10 Ocak 2016 Pazar

Kara kaplı defter

Bazen bir şeylere kızınca esip gürlüyorum ya buradan, kara kaplı deftere yazdım diye. Eğer beni hala ciddiye almıyorsanız bu son uyarım olsun.

Artık "kara kaplı defter" benim için içi boş bir ifadeden ibaret değil, gerçek bir defterim var!


Defterimi de gördükten sonra hala ayağını denk almayan, bana yamuk yapmayı aklından geçiren kendini bilmezler varsa bittiniz artık siz.

Hodri meydan! Sizin nobranlığınız varsa, benim de defterim var. Buyrun bakalım. Her şeyleri teeeeek tek yazacağım defterime. Söz uçacak, yazı kalacak.

Belki de yeni bir yıla girdiğimiz şu günlerde "beyaz bir sayfa" edinseydim daha iyi olurdu. Bilemedim şimdi.

6 Ocak 2016 Çarşamba

Amerikalı kafası

Prag seyahatimi yazdım da orada tanıştığım Amerikalı anne-kızdan hiç bahsetmedim. Bunu kaçırmamanız lazım.

Amerikalıların kendini dünyanın merkezi sanması, bundan kelli dünyadan bihaber olmaları hepimizin malumu. Hep filmlerde falan görürdüm, bu sefer gözümle gördüm.

Prag'da Terezin turumuz için buluşma noktasında toplandık, toplam 13 kişi. Rehber başlamadan önce herkesle tanışmaya çalışıyor ve en basit soruyla başlıyor: nereden geldiniz? Kanada, İngiltere, İskoçya, Almanya falan herkes ülkesini söylüyor. Bizim Amerikalı'nın cevabı: St Louis, Missouri.

Herrrrrkes Amerika'yı eyalet eyalet, şehir şehir bilmek zorunda çünkü.

Biz bir de tren yolculuğunda bunlarla aynı kompartımana düşmeyelim mi? Düşelim. Anne de bir meraklı ki sormayın, herkesi sorgudan geçiriyor: nereden geldiniz, ne kadardır Prag'dasınız, nereyi beğendiniz, vs.vs. Ajan mıdır nedir anlamadım ama medeni insanlarız sonuçta sohbet etmek gerekiyor. Başladık laflamaya.

Hatun kişisi Prag'da üniversite okuyormuş, dinler tarihi falan gibi bir bölüm. Annesi de onu ziyarete gelmiş. 

Biz, dedim Türkiye'den geliyoruz. Bir ilgi, bir alaka, "Aaaa öyle mi, hangi şehirde yaşıyorsunuz?" dedi. Böyle ilgili ilgili sorunca biliyor sandım, göğsümü gere gere İstanbul dedim.

Ve bundan sonra gelen sorular: İstanbul büyük mü, kalabalık mı, güvenli mi, güzel mi? Fırsat bulmuşum aldım sazı elime başladım turizm elçisi gibi bilgilere: İstanbul çok büyük, kalabalık ama çok güzel şehirdir, bir kere ortasından boğaz geçiyor ve şehrin yarısı Asya yarısı Avrupa kıtasında.

Kadın iki kıta lafını duyunca şaşkınlıktan ağzı açık kaldı, küçük dilini yuttu yutacak. Ve sorular başladı:

* İki kıtada yönetim farklı mı?
* Aynı para birimi mi kullanılıyor?
* Bir kıtadan diğerine geçerken ne yapıyorsunuz?
* İki kıtada aynı dil mi kullanılıyor?

Yav bacım, sen bizim St Louis diye bir şehrin Amerika'da olduğunu bilmemizi bekliyorsun da, senin eyaletinin 3 katı nüfusa sahip, o kaddddar tarihi olan ve daha da önemlisi dünya üzerinde iki kıta üzerine kurulmuş TEK şehri ilk defa mı duyuyorsun.

Bir ya sabır çektim, sakin sakin anlattım her bi şeyi. Bir nevi turizm elçisiyim sonuçta, iyi izlenimler bırakmam lazım.

Ben anlattım, bunlar dinledi, "ooo çok ilgniç, woaw çok etkileyeci" falan diye Amerikanca tepkilerini de verdikten sonra sıradaki soru geldi: "İstanbul da burası gibi noel için süslendi mi? Noel pazarları var mı?"

Kadının kesinlikle ajan olduğunu ve beni test ettiğini anladım ve sakin sakin yanıt verdim: "Elbette yeni yıl geldiği için bir çok yerde süslemeler görebilirsiniz ama noel pazarları kurulmuyor" Neden diye sordu. Tam orada şeytan böyle dürttü beni "Çünkü biz uçan spagetti canavarına tapan pastafaryanizm dinine mensubuz" diyecektim hemen aklıma kadının dinler tarihi okuyan kızı ve turizm elçiliği görevim geldi tuttum kendimi. "Türkiye'de nüfusun büyük çoğunluğu müslümandır ve müslümanlıkta noel kutlanmaz" dedim. "Hımmm" dedi, artık ne demek istediyse...

Yaaa ben de bu Amerikalı kadının kafasından istiyorum, ne dert ne tasam olsun, dünya benim etrafımda dönsün dursun.

4 Ocak 2016 Pazartesi

2015 çok parlak fikirler için nasıl geçmiş?

Emek emek işlediğim blog'um 2015 yılını da alnının akıyla tamamladı. Aferin ona! Rakamlarla kısaca 2015'e bir bakalım bakalım:

* 2015'te 136 yazı yazmışım. Haftada 2,6 yazı eder. 2014'teki 2,1'e göre gelişme var, lakin hedefim 3'tü. Gerçekçi olalım, 3 gerçekçi bir hedef değilmiş benim için. 2015'te yazdığımdan daha sık yazabileceğimi hiç sanmıyorum. Bu hedef suya düşer. Zaten mühim olan nicelik değil nitelikti hatırladığım kadarıyla.

* En çok tatil kategorisinde yazmışım, hemen arkasından kitap geliyor. İnşallllah 2015'te daha çok seyahate gidip daha çok kitap okur ve bunlar hakkında daha çok yazarım. Amin!

* 2015'te toplam sayfa görüntüleme sayısı 12.154 olmuş. Tü tü tü maşallah. 1 milyon 12.154'leri göreyim inşallah.

* Yazı başına görüntüleme 2015' te 72 olmuş. Blog'umun önlenemez yükselişi artarak devam eder umarım. Bu hızla 20 yıl sonra fenomen olduğumu görür gibiyim.

* 2015'te yazdığım yazılar içinde en çok okunan Paris metrosunu nasıl hatmettiğimi yazdığım yazı olmuş. Aman ben de kusur kalmayayım da okuyayım diyorsan şuraya tıklayıver.

* Yorumlara gelecek olursak. Ben elimden geleni yapıyorum ama sizler o kadar da ciddiye almıyor gibisiniz. 2015'te daha fazla yorum yapacağınız konusunda anlaştığımızı sanıyordum. Yorum sayısı 78 olmuş. Tamam bir önceki seneye göre gelişme var kabul ediyorum ama sizce bu yeterli mi?

* 2016'da bu blog'u daha iyi yerlere getirmek için hep beraber çalışmaya devam!


3 Ocak 2016 Pazar

Yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl...

2015 giderayak yaptı yapacağını. Havaalanında saatlerce bekleyip yine de uçamayanlardan iki tanesi bizdik.

Yeni yıla İzmir'de girme hayallerimiz suya düştü. Çok direndik, inancımızı yitirmemeye çalıştık, sebat ettik, ama olmadı.

Önce 7'deki uçağımızın iptal olduğu haberini aldık. Umudumuzu yitirmeden, üstün ikna yeteneklerim ile 20:35 uçağına önce yedek sonra asıl yolcu olduk. Ve başladık beklemeye. Dedim ya direndik diye.

Saat 10 civarlarında, hala havaalanında beklerken iki görevliyle tanışıp arkadaş oldum. İsimlerini hatırlamıyorum şimdi ama buradan yeni yılları tekrar kutlu olsun.

Onlardan aldığım bilgilerle uçağın en az 2 saat daha kalkamayacağını, sonrasının bilinmez olduğunu öğrenince dedik ki bu kadar yeter, bari evimize gidip 2016'yı orada karşılayalım.

Eve gelip kendimize küçük soframızı hazırladık:


Bu arada havaalanında tanıştığım yeni arkadaşlarımdan uçakların soğuk havalarda donmamak için yıkanma sırasına girdiği, gecikmelerin bir kısmının bundan kaynaklandığı, pistte uçakları çeken araçlara pushback dendiği, bu gibi karlı havalarda 60 tonluk pushback'lere ihtiyaç olduğu, bunların sayısının Sabiha Gökçen'de az olduğu, gecikmelerin bir kısmının da bundan kaynaklandığı, yoğunluk nedeniyle havaalanı personelinin vardiyasının karıştığı, 3'te çıkması gereken vardiyanın 11'de çıkabildiği gibi bir sürü de detaylı bilgi öğrendim.

Teşekkür ederim.

Bu arada havaalanında geçirdiğimiz süre o kadar da kötü değildi. İş yerimden 3 arkadaşım ve beyimle lounge'da alternatif yılbaşı partimizi yaptık, güldük, şarapları götürdük. Tek eksiğimiz kuru yemişti. Lounge'lara kuru yemiş konmasını talep ediyorum.

Kar yağışı hala devam ediyor. 3 gündür evden burnumuzu çıkarmadık. Bu süre zarfında 3 film, 19 bölüm dizi, iki paket çekirdek, bir kutu çikolata tükettik.

Neyse 2015 tüm aksilik, terslik, sevimsizliğiyle geride kalmış olsun.