27 Mayıs 2014 Salı

Her güzel şeyin bir sonu vardır...

... ve o son çabuk gelir.

Ahmet Ümit kitaplarımın da sonu geldi maalesef.

2014'te tüm kitaplarını okuyacağım demiştim, evrenin güçleri de benim bu niyetime yardımcı olmak için online kitap alışverişlerinde fıstık gibi bir indirim organize edince, tüm kitaplarını alıp okumak bana farz oldu, ben de yaptım.

En son bitirdiğim "Bir Ses Böler Geceyi/Çıplak Ayaklıydı Gece" (evet ikisi bir arada basılmış) ve "Kukla" kitapları ile bu hedefimi gerçekleştirmiş oldum. Şimdi oturup yeni kitaplar yazmasını beklemekten başka yapacak bir şey yok. Umarım sesimi birileri duyar, Başkomiser Nevzat aramıza dönsün tiz vakitte.



İyi dilek ve temennilerden sonra sadede gelecek olursak Bir Ses Böler Geceyi alevilikle ilgili bilgiler içeren, ritüelleri hakkında bilgi veren aralara da solcu bir gencin hikayelerinin sıkıştırldığı bir kitap. Ahmet Ümit'in gerilim, polisiye tarzından çok uzakta, farklı bir kategoride, ne gerilim var ne sır var.

Çıplak Ayaklıydı Gece ise '80 dönemini yaşayan insanların hikayelerinden oluşuyor. Beni okuyanlar hikaye okuma konusundaki fikirlerimi biliyorlar, tekrar girmeyeceğim. Bu hikayeler gerçek yaşam öyküleriymiş. Benim yaşım o dönemleri hatırlamaya yetmiyor, ancak böyle kitaplardan, filmlerden öğreniyorum. Her seferinde de içime bir taş oturuyor adeta.

Son olarak Kukla kitabı ise yine '80'li yıllardan - hatta daha da öncesinden - itibaren başlamış, Susurluk' a kadar uzanıp onu da geçen ve devlet içinde devletleşen çetelerden bahsediyor. Bu çeteleşmenin tetikçisi ve onun üvey kardeşi baş kahramanlar. Çözülmesi gereken bir cinayet de var, ancak bu cinayette sadece katil ya da katiller değil kurbanın kimliği de muamma. Kim kimin kuklası belli değil. 

İngilizce'de bir deyim var: ends justify the means. Sanırım Türkçe'ye başarıya giden her yol mübahtır diye çevirmek yanlış olmaz. İşte bu kitabı okurken aklıma sık sık bu deyim geldi, hani devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de kahraman mıdır meselesi.

Neyse bu konuda ahkam kesecek değilim, zaten sağlam bir şekilde savunacak bir fikrim de yok. Ahlaki olarak "doğru" olan ya da içinde bulunulan koşullara göre "gereken"i seçmek ikilemini üç kuruşluk aklımla ben çözecek değilim herhalde.

Bu arada kitabı okurken "leylek boyunlu bardak" diye bir ifadeye denk geldim. Eskiden rakı bu bardaklardan içilirmiş. Merak ettim, internette araştırayım dedim. Bir tane resim bulamadım. Öğrenemedim ya neye benzediğini, merakım iyice depreşti. Peki ben ne yaptım? Ahmet Ümit'e tivit attım. Evet, itiraf ediyorum, koskoca yazara "kitapta leylek boyunlu bardak diye bir şey geçiyor, araştırdım foto bulamadım, neye benziyor" diye tivit atan densiz bendim. Pek tabii ki de ciddiye alıp cevap yazmadı.

İnternet araştırmalarıma devam ettim mecbur. "Leylek bardak rakı" diye arattığımda bir görsel çıktı. Böyle ufak, yukarı doğru hafifçe genişleyen bir bardak görseli. Sanırım bu, ama bunun da leylekle alakasını kuramadım. Bu nedenle bu konuda bilgi verecek biri büyük sevaba girer söyliim.

Çeteler, devlet içinde devlet, cinayet ve benzeri sözcüklerle anlattığın kitaptan merak edip araştıracak "leylek boyunlu bardak" tan gayrı bir şey bulamadın mı, tüüüü senin kalıbına diyenler de diyebilir yani, napalım merak bu ne zaman neye uyanacağı belli olmuyor.

Yine lafları uzattım, toplayamıyorum, kaçıyorum. Unutmadan, Kukla çok güzeldi, okuyun derim.

25 Mayıs 2014 Pazar

Günlerin getirdiği

Günlerin getirdiği değil de götürdüğü demek lazım aslında.

Bu günler bizden neşemizi, yaşama sevincimizi, umudumuzu alıp götürüyor. Kötü şeyler oluyor, insanlar ekmek parası peşinde, cenazede, sokakta ölüyor, öldürülüyor. Devlet büyüklerimiz büyüklükle alakası olmayan bir umarsızlık, densizlik içinde.

Öyle şeyler yaşıyoruz ki bir arkadaşla oturup, laflayıp, hoş beş edip, gülmeye utanır olduk. Bugün bir psikologla yapılmış röportajı okudum, "bu günlerle mücadele edebilmek için günlük rutinlerinize sarılın, sakın aksatmayın" diye öneriyordu. Halbuki vicdan azabı duymadan günlük rutinleri yerine getirmek bile imkansız oldu.

Oysa medeni bir ülke olsak, mesela insan canına mal olan denetim önlemlerinin alınmamasını değil de bilmem ne binasının ne renge boyanacağının bize sormadan karar verilmiş olmasını protesto etsek.Ya da polisin kendi vatandaşına saldırmasına değil de ne bileyim üniformalarının modaya uygun olmamasına öfkelensek.

Öfff çok saçmalıyorum biliyorum, ama işte böyle saçma dertlerimiz olsa keşke.

İnsanın içinden yazmak bile gelmiyor...

Benim sığınağım kitaplar. Böyle tatsız günlerde daha da fazla okumak istiyorum, okuyup bu dünyadan uzaklaşmak...

Ama tek dileğim var ki tüm bunlara sebep olan, göz yuman, görmezden gelen, menfaat sağlayan kim varsa hesap versin, en ağır şekilde cezasını çeksin. En azından yüreğimiz soğur bir nebze de olsa.

13 Mayıs 2014 Salı

Druidlerin gücü adına

Daha önce bir çok defa ifade ettiğim üzere fantastik şeyleri seviyorum. Bu yaşıma geldim, hala her sabah bir baykuşun beni bir büyücülük okuluna davet eden mektubu getirmesini bekliyorum. O mektup gelecek! İnanmak istiyorum.

Bu hevesle ne saçma çocuk kitapları okumuşluğum vardır bir bilseniz. Bir prens bulmak için onlarca kurbağa öpmek gibi.

Harry Potter'ı tek geçerim, bu kadar hevesli olmama rağmen Yüzüklerin Efendisi beni pek aş
çmadı, elbette vampirlere de sarmışlığım vardır. Sonra Taht Oyunları geldi, hasretim dindi. Ama adam da yavaş yazıyor kardeşim, tembel işte. Uzun zamandır şöyle dişime göre fantastik bir hikayeye denk gelemiyordum.

Hasretimi bir nebze olsun dindiren sevgili iş arkadaşıma buradan teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Bir gün elinde bir kitapla geldi "Bak, bu kitabı seversin belki" dedi ve adeta bir güneş gibi günümü aydınlattı.

Bir solukta okudum diycem yalan olacak. Resmen kitap bitmesin diye kendime günlük sayfa sınırı koyarak okudum. Bu arada kendisi bana serinin ikinci kitabını da getirdi. Ben de eşek değilim ya, üçüncü kitabı aldım.

Ve maalesef hepsi bitti...

Bu esrarengiz serinin adı Demir Druid Günlükleri; kitapların adı sırasıyla Takipçi, Büyücü, Çekiççi.

Yazarın sitesine baktım şimdi, aslında 7 tane yayınlanmış ama Türkçe'ye 3 tanesi çevrilmiş. Öfff otur bekle ki vay efendim çevirmenlerin keyfi gelsin de, yayınevi yayın zamanını uygun görsün de... Ölme eşeğim ölme. Bana yine İngilizce pratiği yolları gözüküyor. İngilize kitap okumakla ilgili bir sorunum yok da, böyle fantastik kitapları Türkçe okumayı daha çok seviyorum. Anlatılanların doğası gereği kullanılan kelimeler günlük dilden farklı oluyor ve hatta yeni kelimeler uydurulmuş oluyor.

Konuya gelecek olursak, fantastik her şey var desem yalan olmaz. Mitolojinin her türlüsü; İrlanda, İskandinav, Polonya, Rus, Kızılderili efsaneleri, vampirler, kurt adamlar, cadılar, kabalistler, tek Tanrılı dinler, Paganizm, zen öğretileri...İlk aklıma gelenler bunlar. Şimdi ben böyle çağrışım usulü ardarda sıraladım ama meraklanmayın kitapta hepsi gayet akıcı ve anlamlı bir şekilde anlatılmış.

Hikaye klasik, bir tane kahramanımız var, ki kendisi dünya üstünde kalan son druid. Yine klasik olarak düşmanları var, elbette dostları da... Bir de ortak hedefler için iş birliği yapmak zorunda olduğu müttefikleri var. Gerisi mücadele, mücadele.

Bu arada merak edenler için hemen druidin anlamını da söyliim: Kelt mitolojisinde bir nevi rahipmiş. Ben de okurken öğrendim. Aslında kitap bu tip konulara ilgi duyanlar için bir cennet. Vay bu da neymiş diye merak edip araştırmak isteyen bir deniz sunuyor.

Eğer olur da seriyi yayımlayan Artemis Yayınevi'nden birileri bu yazıyı okursa ifade etmek isterim ki ilk iki kitabın dilinde problem olmasa da üçüncü kitapta çeşitli yazım hataları vardı. Mesela "yapsa" yazması gereken yerde "yazsa" olması gibi ufak tefek hatalar. Okuduğumuz şey de evrenin sırlarını içermiyor sonuçta, doğru kelimeyi bulmak zor değil elbette ama bunlar okuma keyfini olumsuz etkileyen detaylar işte.

Dediğim gibi bayıla bayıla okudum. İyi vakit geçirmek, günlerin tekdüzeliğinden kaçmak için bir sığınak. Fantastik hikayeleri sevenlere şiddetle tavsiye olunur. Yok yok, şiddetle değil, kitapta da belirtildiği üzere harmoniyle.


12 Mayıs 2014 Pazartesi

Aşk bir nedir?

Oldukça uzun zaman oldu kitap yazmayalı.

Baktım şimdi, 1, 5 ay olmuş yahu. Bu süre zarfında 4 tane bitirdim halbuki, beşinci de bitmek üzere.

Şu anda sonuncusunu okumakta olduğum kitap bir üçleme, onu bir dahaki sefere yazarım. Araya girense Ahmet Ümit. Yılbaşında karar vermiştim ya bu seneyi Ahmet Ümit yılı ilan ediyorum diye. Bir başka kitabını okudum: "Aşk Köpekliktir"

Hikaye kitabı, adından belli olduğu üzere öyküler aşk üzerine. Tüm hikayelerin dili oldukça akıcı, çok kolay okunuyor. Yazar, aşkın arızalı hallerini çok iyi tespit etmiş ve kaleme almış.

Ancak daha önce de söylemiştim, hikaye okumak pek benim kalemim değil. Nedendir bilmem, içine giremiyorum. Tam ben konsantre oluyorum, kendimi kahramanın yerine koyacam, hop bitiveriyor.

Sorun hikayede değil, bende...

Bir de bu seferki öyküler aşk üstüne olunca konu da açmadı beni. Hepsi de mutsuz, depresif, takıntılı aşıklar.

Benim bir kitap, film, oyun, resim ya da herhangi bir sanat eserini beğenimi belirleyen en önemli faktör kendimi ne kadar özdeşleştirebildiğim. Bu hikayelerdeki kahramanların hiç biriyle kendimi arasında bir bağ kuramadım. Belki umutsuz bir aşkın baş kahramanı olsaydım, şimdi bambaşka satırlar yazıyor olacaktım, kim bilir...

Bir de bir laf vardı: bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olur, kavuşamazsan aşk olur diye. Tam olarak böyle ifade edilmiş olmasa da ana fikri aldınız sanırım. Ben kavuşmuşum çok şükür, darısı kavuşamayanların başına.

Aşkın hepsi de arıza olan değişik hallerinin anlatıldığı 10 öyküden benim ilgimi en çok çeken Aşk Bir Ütopyadır isimli hikayeydi. Adından da anlaşılacağı üzere, uzak gelecekte geçen bu öyküde beğendiğim şey aşkın gelecek halinin anlatımından ziyade (ki okuduklarımın bugünkülerden hiç bir farkı olmadığını söyleyebilirim) uzak gelecekteki İstanbul tasviri oldu.

Gerçi ben ütopyalardan ziyade distopyaları severim. Bunun söyleyerek de bu hikayelerde anlatılan psikopat aşıklara hiç de uzak olmadığımı göstermiş oldum sanırım. Beni açmadı falan derken bir anda istemem yan cebime koya mı döndü ne oldu?

En uzun ve okuyucuda en fazla merak uyandıran hikaye ise, kitaba da ismini veren Aşk Köpekliktir isimli öykü. Kurgusu başarılı, sonu nereye gidecek acaba diyerek heyecanla okunuyor.

Ben yine de Ahmet Ümit'in sürekli polisiye yazmasını tercih ederim.

11 Mayıs 2014 Pazar

Roma İzlenimleri

"Alt tarafı 4 gün geçirdin, ne yazdın, suyunu çıkardın" diyenler haklıdır lakin bana engel olamaz. Ulaşımı yazdım, detaylı gezi programını yazdım, bu programı nasıl uyguladığımızı tam 9 parça halinde yazdım da izlenimlerimi mi yazmayacaktım. Elbette hayır, öyleyse buyrun, serbest çağrışım usulü:

* Roma'ya gidince hiç öyle "Avrupa şehrine geldim, kralım ben kral" havalarına girmeyin. İtalyanlar bize çok benziyor, sağa sola bakmadan karşıdan karşıya geçmeye kalkarsanız ezilme tehlikesi atlatabilirsiniz, yolları iyi kollayın.

* Tüm araç şoförleri içinde en çılgın, umarsız, tehlikeli olanlar çöp kamyonlarının şoförleri, bu çöp kamyonlarını gördüğünüzde ekstra dikkat edin.

* Roma'da arabalar genelde küçük. Mesela çöp kamyonları bizim memlekettekilerin yarısı kadar. Seneleeeeeer evvel Smart arabaların Roma'da park problemine çare olarak pazarlandığını okumuştum gazetede. Başarılı bir kampanya olmuş, her yer Smart kaynıyor. Gerçekten kafadan park edilebiliyorlar, paralel park için uğraşmaya hiç gerek yok, tam benlik.

* Arabalar küçük de hayvanlar da küçük. Yolda, sokakta köpeklerini gezdiren çok Roma'lı gördüm, hepsinde - adını bilmiyorum - şu minyatür cins köpeklerden. Şöyle bizim Kangal gibi bir köpek görmedim Roma'da.

* Sokaklarda hiç kedi, köpek yok. Bir de sokaklarda çöp kutusu yok ancak bol bol portakal ağacı var, hepsinin portakalları üstünde çürümüş. İsrafçı Romalılar.

* Meydanları meşhur, gerçekten çok güzelleri de var içinde, mesela Navona Meydanı 'na ben bayıldım. Ama söylemeden geçemiycem, meydan işinin suyunu çıkartmışlar. Keşke foto çekseymişim, nasıl atlamışım bilmiyorum ama bizim burada "üç yol ağzı, kavşak" dediğimiz yerlere bile Piazza diyor adamlar, yuh artık.

* Beyimin tabiriyle "Roma'ya kentsel dönüşüm şart". Şaka bir yana eskiyi çok iyi korumuşlar. Her köşeden karşına tarihi bir bina, antik bir sütun, görkemli bir kilise, süslü bir heykel çıkıyor. İyi hoş da maalesef bir noktadan sonra sıradanlaşıyor, artık bir noktadan sonra duyarsızlaşıyorsun ve "amaaaan taş işte" moduna giriyorsun.

* Şehir içinde mahalle arasında bezin istasyonlarına karşıyım, tehlikeli buluyorum çünkü. Sadece bize özgü sanırdım, Roma'da da var.

* İnternette her yerde yazıyor, kafelerde masaya servis alırsanız fiyatlar daha pahallı diye. Bir örnek vereyim, paket yaptırırsanız 3 euro olan "brioche" masada servis alınca 7 euro olabiliyor. Neyle karşılaşacağınızı bilin de ona göre karar verin.

* Kafelerin wc'lerindeki lavabolarda genelde pedallı sistem var. Bilin de musluğun karşısında "acaba düşünce gücüyle suyu akıtmam mı lazım" diye aval aval bakınmayın. Lavaboların dibinde, yerde bir pedal oluyor, suyun akması için bu pedala basmanız gerekiyor.

* Bunu yazmadan duramıycam: ben baklavacı, hamam, nazar boncukçu görünce heyecanlandım ya, acaba bir Roma'lı da Türkiye'ye gelince, her yerlerde yazan "Roma Dondurması" tabelaları karşısında heyecanlanıyor mudur. Çok merak ettim. Gerçekten.

* İtalyanların gelir seviyesini merak ettik. Çok affedersiniz bir vitrinde gördüğümüz pazen donda 9 euro etiket vardı.

* Çok merak ettiğim bir şey oldu. Bir Romalı, Antik Roma tarihiyle mi daha çok gurur duyuyordur, Hristiyan Roma kimliğiyle mi? Bir kaç Romalı'ya bu konuda sorularımı iletmek isterdim lakin mümkün olmadı. Ama biz beyimle Antik Roma diye karar verdik.

* Panteon'u yazarken söylemiştim ancak bir kez daha ifade etmekte sakınca görmüyorum: uzaylılar var, vakti zamanında dünyaya gelip çeşitli imar faaliyetlerinde bulunmuşlar.

* Roma'yla ilgisi yok, kendimle alakalı bir tespit: selfie'nin suyunu çıkarttık, fark ettim ki heybetli bir burnum varmış. Asalettendi di mi o?

9 Mayıs 2014 Cuma

Roma - 4. gün

3 günlük sıkı bir programdan sonra önümüzde avare avare dolanacağımız koca bir gün var.

Önce Villa Borghese parkına gidiyoruz. Büyük bir park burası, içinde de bir müze var. İnternette yaptığım araştırmalara göre bu müzeye gitmeden önce online rezervasyon yaptırmak gerekiyormuş. Biz müzeye gitmedik. Bunun yerine parkın içindeki kafede kahvaltımızı yaparak sabah keyfimizi idrak ettik. Yine söylüyorum, yaşasın dolce vita!

Beyim, benim daha önce okuduğum Soykırım kitabını bu seyahatte bitirdi. Bu nedenle bu aralar bu konulara karşı ilgili. Madem günümüz de boş Getto bölgesine gidelim, hem de oradaki Yahudi Müzesi'ni gezelim dedik.

"Her an planlı mı yaşanırmış, azıcık içinden geleni yap" diyenlere de buradan sesleniyorum işte. Yüreğimin götürdüğü yere gittim de ne oldu, müze kapalıydı, kös kös döndük.

Dönüş yolumuzda ise Tiber Adası'ndan geçtik.Yolumuzun üzerinde yer alan Cestio Köprüsü'nde yer alan elektrik direklerine takılmış üstlerine tarih, isim yazılıp, kalp falan çizilmiş asma kilitler vardı. Meğersem bu adetin orijinali başka köprü olmasına rağmen buraya da sirayet etmiş. Sevgililer bu asma kilitlerle aşklarını kilitleyip anahtarı da Tiber Nehri'ne atarlarmış. Pek romantik.

Tabii, Roma'ya kadar gelip de tiramisu yemeden dönemezdim. Bir kafeye girdik, siparişlerimizi verdik. Benim tiramisunun lezzetine laf söyleyen taş olur vallahi ama Allah aşkına şu aşağıdaki fotolara bir bakın yahu. Her zaman olduğu gibi beyimin siparişinin sunumu benimkine 5 bastı.


Günün kalan kısmında da avare avare dolandık. Sokaklarda insanları izledik, vitrinlere baktık. Akşam da hakkında çok tavsiyeler aldığımız ünlü pizzacı Bafetto'ya gittik. Navona Meydanı'nın arka sokağında, daha önce yazdığım Cantina e Cuccina adlı restorana çok yakın bir yer. Akşam 18:30'da açılıyor, rezervasyon yok. Yer varsa giriyorsunuz, yoksa önünde sıra bekliyorsunuz.

Masa örtüsü yok, masalara örtü niyetine kağıt serip, servisten sonra topluyorlar. Garsonlar ise başka alem. Servisleri önümüze attı resmen. Siparişlerimizi verdik, başka bir isteğimiz olup olmadığını sormadan döndü poposunu gitti. Zaten biraz da bu yüzden nam salmış sanırım, burnu büyük pizzacı. Neyse, ben karnımın doymasına bakarım, siparişlerimiz geldi. İncecik pizza hamuru, çıtır çıtır pek güzeldi.

Ertesi sabah uçağa yetişmek için erkenden kalkmamız gerektiğinden yemekle geceyi noktalayıp, Roma sokaklarına son bir saygı duruşundan sonra otelimize yollandık.

Yorucu olsa da çok keyifli, bol yemeli / içmeli, kültür dolu, eğlenceli 4 gün geçirdiğimiz Roma'ya tekrar görüşmeyi dileyerek veda ettik.

Peki ben 4 günümüzü de yedi kısım tekmili birden neden yazdım? Belki böyle bir seyahat planlayıp da nereleri görsek, nerede yesek, nasıl gezsek diye araştırma yapmak isteyenlere faydam olur diye elbette. Kamu hizmeti yani, güle güle kullanın.

6 Mayıs 2014 Salı

Roma - 3. gün 3. bölüm

Gündüz tarihi ve kültürel gezilerimizi tamamladıktan sonra şimdi dolce vita zamanı...

Piazza Navona, Roma'da en keyif aldığım yer oldu. Akşam üzeri meydana geldik, muhteşem Fiumi Çeşmesi:

Navona Meydanı büyük dikdörtgen bir alan. Her yerde sokak müzisyenleri, ressamlar, şov yapan sanatçılar... Acaip eğlenceli bir yer. Bir kaç etkinliğe takıldıktan sonra güzel bir kafeye oturup içeceklerimizi sipariş ettik. Tam oturduğumuz kafenin önünde bir grup sanatçı da gelip müzik yapmaya başlamasın mı. Ay, dedim, herhalde zevkten uçacam.

Hemen dedim ki beyime "işte benim için mutluluk bu, tüm sorumluluklarımdan azade, güzel yemekler yiyip, güzel içkiler içip, güzel müzikler dinlemek". Bunun üzerine başladık beyimle mutluluğun tanımı üzerine konuşmaya. Yaaa, geyiğiz falan ama böyle felsefi tartışmalardan da geri durmayız yani, çok havalıyız çoook.

Düşünsenize genç güzel kadınla genç yakışıklı adam, Roma'da bir kokteyl barda oturmuş, akşam içkileri eşliğinde mutluluğun anlamı üzerine fikir teatisinde bulunuyorlar. Mükemmel bir film karesi... Al bu sahneyi hangi filme koyarsan koy cuk oturur, sırıtmaz. Romantik komediye de gider, ağır sanat filmine de. Bizim hararetli tartışmamız sırasında resme bir kapkaççı ekle al sana aksiyon, olmadı bu tartışmayı aslında bir cinayet planının şifreli aktarımı olarak yansıt mükemmel bir polisiye...

Tam rüya çiftiz yeminlen.

Neyse, rüya çift de olsak karnımız acıkıyor. Navona Meydanı'nın çevreleyen sokaklarda çok hoş restoranlar var. Biz tavsiye üzerine müzenin olduğu sokaktan ilerleyerek Cantina e Cucina adlı restorana gidiyoruz. Gitmeden önce bir arkadaşımızdan burada Türkçe bilen bir garson olduğu ve çok iyi yemek tavsiyeleri verdiği tüyosunu almıştık. Gittiğimizde sorduk, Türkçe bilen garson yoktu ama bizimle ilgilenen garson da gerek yemek tavsiyesi olsun, gerek samimi ama mesafeli ve saygılı tavırları olsun benden 10 puan aldı, ki benden 10 puan almak çok çok zordur.

Ayrıca yediğimiz her şeyi çok çok beğendik, kesinlikle tavsiye ediyorum burayı, pişman olmazsınız. Özellikle menüde "jewish style" diye geçen Yahudi usulü enginarı kesinlikle denemelisiniz. Ben ki enginar hastası, her bir şeyine bayılırım, hiç böylesini yememiştim. Kızartılarak pişirilmiş, biraz da ağırdı ama çıtır çıtırdı yaprakları:

Keyifli akşam yemeğimizden sonra meşhur Aşk Çeşmesi'ni bir de akşam görelim dedik ve otele dönüş yolumuzu buna göre planladık. Çeşmeye bir gittik ki mahşer günü gibi, sabahkinden çok daha kalabalık. Bu arada sabah bozuk paramız olmadığı için para atamamıştık ama akşam 10 euro cent'imizi atarak dileğimizi de diledik.

İtiraf etmek gerekirse bu çeşmeyi çok daha farklı hayal etmiştim, ama bulunduğu meydan benim hayalimden çok daha küçüktü doğrusu. Evet, kahrolsun snob turistler. Daha "benim memleketimin koyunları bile farklı bakıyor" geyiğine girmediğime dua edin.

Şaka bir yana çeşmenin kendisi gündüz ayrı güzel, akşam ayrı güzel:



3. günümüzü de 29.000 civarı atmış ve programımıza uymanın iç huzuruyla tamamladık.

Arkası yarın...

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Roma - 3. gün 2. bölüm

Güneşli bir hava, elimizde dondurmalarımız, İspanyol Merdivenleri'ne yollandık.

İlk durak Via Condotti. Aslında burası durak değil de yolumuzun üzerinde, merdivenlere açılan bir sokak. Bu sokağın özelliği tüm lüks hazır giyim ve mücevher markalarının dükkanlarına ev sahipliği yapması. İşte sokağın fotosu ve ucunda görünen İspanyol Merdivenleri.

Programımıza aldığımız bir kafe de bu caddenin üzerindeydi: Caffe Greco. Bu kafenin özelliği 1760 yılında açılmış ve İtalya'nın en eski ikinci kafesi olması. En azından ambiyansı görmek için bir kahve içmek isterdim ama sabahtan beri süregelen yiyip içme halimiz nedeniyle mümkün olmadı maalesf. Eğer yolu buralara düşen olursa belki ziyaret etmek ister diye belirtmek istedim.

Merdivenler tam anlamıyla filmlerde, fotolarda gördüğümüz gibi kalabalık, bir sürü oturan insan vardı, ancak İspanyol merdivenlerinde İspanyol pozu veren bir tek ben vardım! Bir de günün anlam ve önemine istinaden ispanyol paça pantolonumu da çekmişim ayağıma. Yaaa her şeyin suyunu çıkartmak adetim var, huyum kurusun.

Beyim bu merdivenler konusunda çok hayal kırıklığına uğradı, kafasında çok daha farklı bir şey canlandırmış herhalde. Bir de tam merdivenlerin bitimindeki büyük bir alanın inşaat/tadilat işleri nedeniyle brandalarla çevrelenmiş olması da bu hüsranına katkıda bulundu sanırım.

Neyse, merdivenlerden yukarı çıkıp çeşitli resim, heykel satan sokak santçılarının tezgahlarını gezdik. Yukarıda biraz soluklandıktan sonra yolumuza devam etmek üzere tekrar sokakları arşınlamaya başladık.

İstikamet, birinci gün kalabalıktan dolayı içine giremediğimiz St Pietro Bazilikası. Ancak artık yavaş yavaş acıkmaya da başladığımızdan önce karnımızı doyuracak bir yer arayışına giriyoruz. Vatikan'ın dibinde Piazza del Risorgimento meydanına nazır Anni '70 diye bir restorana oturuyoruz. Doğruyu söylemek gerekirse yemeklerinin tavsiye edilecek bir özelliği yoktu, kötü de değil, eh işte kıvamında. Ama böyle meydana nazır, püfür püfür oturmak çok iyi geldi. Yaşasın dolce vita! Bir de her masada aşağıda gördüğünüz makarna kavanozlarından lambalar vardı, çok şirin görünen:

Burada dinlenip enerjimizi topladıktan sonra bazilikaya geçtik. Önceliği bazilikanın kubbesine çıkmaya verdik. Kubbe çıkışı için asansörle çıkış ya da merdivenden çıkış olarak iki farklı bilet seçeneği var. Yalnız asansör bileti alsanız dahi son kısımda yine tırmanmanız gereken 320 basamak var (beni tanıyanlar bilir, basamakları saydım, doğru). Tamamını merdivenlerden çıkmayı tercih ederseniz basamak sayısı 551'miş. 

Özellikle zirveye yaklaştıkça basamaklar daralıyor ve kubbenin eğimi nedeniyle klostrofobik bir hal alıyor benden uyarması.

Yalnıııııız, yukarıdaki manzara muhteşem:


Üzülerek gördüm ki duvarlarda en çok Türkçe yazılar vardı:


Yukarıdaki manzaradan sonra bazilikanın içini gezmek üzere aşağıya indik. Hristiyanlık dünyasının en önemli yapılarından birinin ihtişamını anlatmak için ben ne yazarsam yazayım eksik kalır ama gerçekten çok görkemli, çok etkileyici, çok çok...

İçeride bir çok heykel var ama sanırım en önemlisi, benim de aklımda yer edeni, Michelangelo'nun Pieta adlı, Hz. İsa'nın ölü bedenini tutan Meryem Ana heykeli. Bu heykelin sanat tarihi açısından da büyük önemi var ve en önemli iki özelliği Michelangelo'nun imzasını attığı yegane eseri olmasıyla, Meryem Ana'nın yüzünün "genç" olarak resmedildiği ilk eser olması.

Bazilikayı da görüp günlük kültür dozumuzu tamamladıktan sonra dolce vita zamanı için Piazza Navona'ya yollanıyoruz.

Tabii ki de arkası yarın...

4 Mayıs 2014 Pazar

Roma - 3. gün 1. bölüm

Bu günümüzde ilk durağımız Campo dei Fiori. Pazar günleri hariç her sabah saat 14:00'e kadar burada pazar kuruluyormuş, biz de koşa koşa gittik. Giderken de Aşk Çeşmesi'nin önünden geçip bir kaç foto da çektik.

Campo dei Fiori'deki pazar bir meydanda kuruluyor. Her şeyin tek tezgahı var, bir meyve tezgahı, bir sebze tezgahı, baharat ve makarna tezgahı, peynir ve şarküteri tezgahı var. Bunun dışında şapka, giyim, aksesuar, mutfak eşyaları için de tezgahlar vardı.

Alan olarak küçük değil ama doğruyu söylemek gerekirse Avrupa ve ABD menşeili turistlere "işte biz buna pazar diyoruz" demek için kurulmuş temsili bir pazar. Yoksa pazar dedin miydi benim aklıma şöyle Salı pazarı gibi ucu bucağı görünmeyen, bir tezgahı beğenmedin miydi en az on tane daha aynı malın satıldığı tezgah bulabileceğim, serbest piyasa ekonomisinin hüküm sürdüğü yer gelir.

Haaa gittim de pişman mı oldum, hayır elbette, görgüm bilgim arttı. İşte size pazar görüntülerinden bir kolaj:

Eeee pazara gitmişken alışveriş de yaptım elbet. Makarnaydı, baharattı aldım almasına da tatilin kalan kısmı zehir oldu. Ondan sonra her gördüğüm dükkana girip makarna, karabiber fiyatı soran bir divaneye döndüm. Kendi aldığım fiyattan daha düşüğünü görünce karalar bağlayıp, pahallısını görünce göbek attım.

Fiyat demişken, pazar ne ucuz ne pahallı. Fiyatlar üç aşağı beş yukarı aynı. Özellikle paketli satılan ürünler her yerde satılanlarla aynı markalar. Yani muhakkak alışveriş yapın ya da kesinlikle bir şey almayın durumu yok. Paşa gönlünüz bilir.

İşin en keyifli kısmı o renk ve kokuların arasında gezmek, yorulunca da meydanı çevreleyen kafelerden birinde kahve eşliğinde pazarı seyretmek. Biz de oturduk bir tanesine. Ben kahve içip etrafı seyrederken de beyim çıkardı kitabını okudu, pek entelektüeldir kendisi, sormayın. Ben de bir taraftan bakınırken bir taraftan da blogum için en güzel mizanseni oluşturmaya çalıştım, hakkını yemeyeyim, beyim de yardım etti. İşte sonuç aşağıda:

 Pazardan sonraki hedef Pantheon. Yolda bir ara sokakta şık bir dükkan vitrini ilgimi çekti, hemen yaklaştım, Japon turist gibi foto çekecem, aaaa ne göreyim baklava dükkanı. Ben böyle heyecanla beyime "beeeyyy koş koş baklavacı varmış burada" diye seslenirken bıyıklı mıyıklı bir amca yaklaştı yanıma, ingilizce tatmak isteyip istemediğimizi sordu. Foto çekmek için izin istedim ve vitrinin fotosunu çektim. Adam tekrar içeri girip istersek tadım yapabileceğimizi söyledi. "Kardeş" dedim, "ben Türk'üm. Bırak tatmayı istersen sana bir tepsi baklava yapıvereyim?" Adam sempatiyle gülümsedi, ya da bana öyle geldi. Kendisi Ürdünlüymüş. Öyle ayak üstü konuştuk, sonra biz yolumuza devam ettik.
 
Ve Pantheon...

Valla ben zaten doğa üstü varlıklara falan inanmaya çok meyilliyim, bu seyahatte uzaylıların varlığına bir kez daha ikna oldum. Hadi ben inşaat, teknik konularından pek anlamam, ama beyim bugüne bugün her bir şeyden haberi olan bir mühendistir. Ondan da teyit aldım ki bugünün teknolojisiyle bir Pantheon gibi bir yapının inşa edilmesi çok zormuş. Bakın ona da inanmıyorsanız buyrun Vikipedi'den alıntı "...Bu kubbenin çapı 43 metredir. Bu kadar geniş çaplı bir kubbenin betondan yapılması da o günün teknolojisiyle hala bir soru işaretidir."

Adamlar 118-125 yılları arasında yapmış. Hadi açıklayın bakalım.

Gerçekten çok etkilendik, şimdi fotolara bakıyorum da hiç biri içeride yaşadığımız duyguları ifade etmeye yetmeyecek, o yüzden Pantheon fotosu koymuyorum, zaten internette arama yaparsanız bizim çektiklerimizden çok daha güzelleri var.

Biz turumuza devam edelim.

Pantheon'dan çıktıktan sonra sırtınızı yapıya dönüp tam karşınızdaki sokaklardan sağdakine girerseniz ve dümdüz ilerleyip sokağın bittiği noktada sağa bakarsanız meşhur dondurmacı Giolitti'yi göreceksiniz. Gördüğünüz zaman da sakın üşenmeyin, gidin bir külah dondurma alın, pişman olmayacaksınız.

Elimizde dondurmalarımız, hedefimiz İspanyol Merdivenleri yine başladık sokakları arşınlamaya.

Arkası yarın.

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Roma - 2. gün 2. bölüm

Roma'daki ikinci günümüzde nihayet Kolezyum'dayız.

Gitmeden önce yaptığım araştırmalarda "hiç hayal ettiğim gibi değil, ne kadar küçükmüş, hayal kırıklığına uğradım" şeklinde yorumlar okumuştum. Vallahi ben çok etkilendim. Daha önceden bu seyahati yapmış sevgili can dostum benim de hislerime tercüman olacak doğru kelimeleri buldu: "Kolezyum'a gelince tamam işte, şimdi Roma'dayım dedim". Bu sözlerin altına imzamı atarım.

Fotoda, müsabakaların yapıldığı zeminin çökmüş olduğu görünüyor. Orijinal zemin resmin uzak ucunda gördüğünüz platform seviyesindeymiş, şu anda görünen koridorlar ise sırasını bekleyen gladyatör ve hayvanların tutulduğu odalarmış.

Daha önce dediğim gibi biz burayı audioguide ile gezdik ama bilgili, anlatım yeteneği kuvvetli, tatlı dilli bir rehberle gezmek isterdik. Sadece tarihi bilgiler verecek değil, masal gibi gladyatör hikayeleri anlatacak bir rehber...

Zaten bu seyahatle ilgili "keşke" dediğimiz tek şey, tarihi Roma'ya ayırdığımız bu ikinci gün için tam gün bizimle olacak bir rehber organizasyonu yapmamış olmamızdır. Bu nedenle böyle bir seyahat planlayanlara vereceğim en büyük tavsiye naapın, ne edin iyi bir rehber bulun ve Kolezyum olsun, Forum olsun, Palatine Hill olsun bu rotayı rehberle gezin olacaktır.

Neyse, Kolezyum'un kanlı tarihini her yerde okuyabilirsiniz ama zamanında o kadar normalleşmiş eğlence anlayışını şimdi bizler nasıl vahşi buluyorsak, bundan asırlar sonraki nesiller de bizim bugünkü eğlence anlayışımızı vahşi bulacaklar mı diye düşünmeden edemiyor insan. Ben düşündüm yani.

Buradan çıkışta yine pizza bira eşliğinde dolce vita yaptıktan sonra istikamet Roman Forum ve Palatine Hill.

Girişte bizi zeytin ağaçları karşılıyor ve İtalya'ya gittiğimizden beri gördüğüm ilk zeytin ağaçları olması nedeniyle bende ufak çapta bir heyecan yaratıyor. Zeytin ağaçlarını çok severim ben. Bu yaşıma kadar hiç bir zeytin ağacının kötü bir yerde yetiştiğini görmedim. Artık zeytin ağaçlarının sadece güzel yerlerde yetişmesinden mi, yoksa zeytin ağaçlarının yetiştikleri yerleri güzelleştirmesinden mi bilemem. Bildiğim şu, zeytin medeniyettir. Bir de tabi babam zeytin kralı ne de olsa, zeytin ağaçlarıyla manevi bağım var. Hehehehe...

Bu kadar zeytin ağacı güzellemesinden sonra tabii ki de ağaçla çektiğim selfie'yi paylaşmasam olmaz:

sanırım köklerimiz teee buralara uzanıyor, zeytin ağaçları kanıttır
Öncelikle Palatine Tepesi'ne tırmanıyoruz. Benim burası ile ilgili en ilginç bulduğum bilgi İngilizce'de saray anlamına gelen "palace" kelimesinin kökeninin Palatine'den geliyor oluşu oldu. Burada vakt-i zamanında o kadar büyük bir yapı varmış ki Mısır piramitlerinin bu yapının yanında "komik derecede küçük" kaldığı rivayet olunurmuş. O vakitlerde saray diye bir kelime yokmuş ama insanlar buradaki gibi büyük binalar için "palatine" kelimesini kullanmış olacaklar ki bugün kullanılan "palace" böyle türemiş.

Daha sonra tepeden aşağıya Roman Forum'a indik. Maalesef bilgisizlik ve rehbersizliğin cezasını burada da çektik. Bilen anlatan biri olmadığı için öyle boş boş taşlara baktık, tanıtım yazılarını okumakla yetindik. Buradan en çok aklımda kalan ise aşağıda fotosunu gördüğünüz Antoninus ve Faustina tapınağı idi. Önünde gördüğünüz sütunlar o kadar büyüktü ki, yanlış hatırlamıyorsam tam 6 fille taşınmış. Foto aynı etkiyi yapmamış olabilir ancak yanından bakıldığında etkilenmemek mümkün değil.

Günün kalanında gezi planımıza riayet etmeye çalışsak da itiraf ediyorum ki "ayyy bu kadar taş yeter, zaten ne gördüğümüzü de anlayamıyoruz bilgisizlikten" diyerek Trajan's Market ve Trajan's Coloumn'u es geçtik. Evet, biz cahil turistiz.

Bunun yerine akşam üzeri içkilerimizle dolce vita yapıp bir meydanda gelen geçeni izlemeyi tercih ettik. Evet, aynı zamanda biz alkolik turistiz.


Akşam yemeği için Trastevere'ye gitmeye karar verdik. Gitmeden önce bu bölgenin İstanbul Cihangir konseptinde olduğu yorumları okumuştum, ama ben Ortaköy'e bezettim, bizim gittiğimiz akşam kurulmuş olan el sanatları stantlarının etkisiyle sanırım. Bildiğin incik boncukçular yahu.

Neyse, Trastevere bir çok restoran, bar seçeneğine sahip hareketli bir bölge. Dolanarak oturacak bir yer bakınmaya başladık. Bu sırada atıştırmaya başlayan yağmurdan kaçmak için karşımıza çıkan bir yere girdik. İyi ki de girmişiz. O bölgeye gidenlere tavsiye ederim: Gino dal 1951 in Trastevere. Tabelada pizzacı yazıyordu ancak menüde pizza dışında da seçenekler vardı. Ama biz hedeften şaşmayarak pizzalarımızı sipariş ettik, çok beğendik, incecik hamurda lezzetli malzemeler...

Yemekten sonra dolaşmaya devam ettik. İçerilere doğru gittikçe gördüğümüz çok şık restoranlar, eğlenceli barlar, sokakta müzik icra eden sanatçılarla acaip eğlenceli bir bölge. Roma'da kaldığınız süre boyunca bir akşamınızı bu bölgeye ayırmanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

Bu arada yurtdışında süper performansla çalışan Türk radarım sayesinde bir Türk Hamamı ve sadece nazar boncukları satan bir hediyelik eşya dükkanı buldum. Biz her yerdeyiz!

Roma'daki 2. günümüzü 29.000 adım ve programa uymuş olmanın verdiği iç huzurla noktaladık.

Arkası yarın.