30 Ekim 2016 Pazar

Canım Z

Cuma gününden beri güneş daha parlak, ağaçlar daha yeşil, denizler daha mavi. Ekim ayında mıyız? Hiiiç önemli değil. Hayat daha güzel, dünya daha güzel.

Çünküüüüü Harry Potter'ın yeni kitabı çıkmış!!! Haberim yok.

Haberim olmayabilir ama cillop gibi arkadaşlarım var. Bu arkadaşlarımdan bir tanesi ise cuma günüme bir güneş gibi doğdu.

Telefonum çaldığında ve Z'nin adını gördüğümde olacaklardan habersiz açtım. Klasik naber nasılsınlardan sonra sihirli sözler çıktı Z'nin ağzından: "Yeni Harry Potter kitabı .........."

Harry Potter ve yeni kitap laflarını bir arada duyduktan sonra bende film koptu, cümlenin kalanını duymadım bile. "Neeeee Harry Potter'ın yeni kitabı mı çıkmış????" diye kendimi kaybettim, bunu hatırlıyorum.

Yuh bana yuhlar bana, Rowling Hanım yeni kitap çıkarmış benim ruhum bile duymamış. Ruhum duymaz ama arkadaşım duyar, duymakla kalmaz işi nedeniyle ön sipariş verebilme imkanını da seferber edip benim için ön sipariş verir.

Meğer telefonda cümlenin kalanında bunu söylüyormuş, "kitabı almadın değil mi, ben senin için ön sipariş verdim"

İşte insanın böyle arkadaşları olsun, sırtı yer gelmez. Canım Z!

Kitaba dönecek olursak internetten okuduğuma göre Harry'nin oğlunun hikayesi olacakmış. Aslında önümüzdeki yaz aylarında İngiltere'de sergilenecek oyunun kitaplaşmış hali imiş. Spoiler falan denk gelmesin diye daha fazla araştırma yapmadım.

Şimdi kitabımı bekliyorum, gelince tadını çıkara çıkara okuyacağım.

Ay çok heyecanlıyım.

Canım Z!

26 Ekim 2016 Çarşamba

Kelimeler, kelimeler

Şimdi bu internet çıktı beri kimin neyi söylediği konuları birbirine karşıtı. Bir tarafından laf uyduran hemen feysbuk'a koyuyor, altında da bir Mevlana, Gandhi ve hatta Nejat İşler imzası çakıyor. O yüzden her okunana inanmamak lazım.

Lakin sanıyorum Gandhi'nin şöyle bir lafı vardı, yoksa da birinin muhakkak vardır:

Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür,
Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür,
Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür,
Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür,
Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür,
Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür,
Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür.


Güzel cümleler. Sanırım son tahlilde ağzından çıkana dikkat et, kaderin buna bağlı olabilir diyor. 

Yakın zamanda popüler olan, ya da benim yakın zamanda müşerref olduğum, "feysbuk'ta en çok kullandığınız kelimeler" uygulaması var. Bir takım deriiin analizler neticesinde feysbuk'ta en çok kullandığın kelimeleri çıkaran eğlenceli bir şey.

Eğer feysbukta yazdıklarımız da yukarıda Gandhi'nin belirttiği söylediklerimiz kategorisine giriyorsa ve bunlar kaderimizi belirliyorsa ben yaşadım dostlar!



Gelsin seyahatler, gitsin seyahatler. Dünya kazan ben kepçe. Ay ben daha ne diyeyim. Bir şeyi kırk defa söyleyince gerçekten olacak galiba. Gandhi bile öyle düşünüyorsa bana daha fazla söz düşmez. Hemen bavul hazırlamaya başlayayım, kader bu ne zaman ne olacağı belli olmaz. Ben hazır bekleyeyim de.

23 Ekim 2016 Pazar

Sirke Tadında Böğürtlen Reçeli

2016-2017 tiyatro sezonumuzu Şehir Tiyatroları'nın Sirke Tadında Böğürtlen Reçeli oyunu ile açtık. Hayırlı uğurlu olsun.

İki perdelik oyunun yazarı A. Kadir Bozkurt, yönetmeni A. Zuhal Ergen, oyuncular ise Bensu Orhunöz ve Mert Tanık. 

Oyunun tanıtımından alıntı yapayım: "Ülkenin birinde yaşanan siyasal ve toplumsal değişimler, evlilikleri boyunca bu sürece şahit olarak ölümle şakalaşan yaşlı bir çiftin ilişkisi ekseninde mizahi bir dille aktarılıyor. Kendini değiştirmeyi akıl edemezken dünyanın düzenini değiştirmeye çalışan ve eşiklerde kalmanın sancısını yaşayan bir adamın baskılar karşısındaki tavrı hicvediliyor. Kahramanlarımız için hayat tıpkı sirke tadında böğürtlen reçeli gibi... Biraz acı, biraz buruk ama bazen de tatlı..."

Bu tanıtımı okuyunca oyunun yaşlı çiftten, Federico ve Patricia, erkek olanın ekseninde döneceğini sanabilirsiniz ama aslında hikaye bir karı kocanın 30 yıllık evliliğinin öyküsü. 30 yıl geçmiş geçmesine de ilk günkü sorunları hiç değişmemiş: Federico'nun Tanya'sı, Patricia'nın Theodore'u.

Hikaye Federico ve Patricia'nın torunlarının düğününe gitmek için hazırlanmalarıyla başlıyor. Her perdede ikişer dönem olmak üzere evliliklerindeki dört farklı dönemi anlatıyor. Dekor, oyuncuların kostümleri ve makyajları sahnede gözünüzün önünde zamanda geri gidiyor. Zaman içinde geri giden bu anlatımı sevdim. 

Evliliklerinin her dört döneminde de, gerek kişisel problemleri, gerekse ülkede yaşananlardan dolayı düştükleri açmazlardan kurtulmanın tek yolunun ölmek olduğuna kanaat getirip birlikte intihar teşebbüsünde bulunurlar. Lakin hiç bir seferinde ölmeye beceremezler. Ancak her seferinde de ölmeden önce Tanya ve Theodore konusunu çözme teşebbüsünde bulunsalar da bunu da beceremezler.

Oyuncuların performansı, mimikleri, tonlamaları gerçekten takdiri hak ediyor. İlk perdedeki tangoları bir tiyatro salonu yerine dans gösterisinde olduğunuzu düşündürecek kadar iyi. Şarkı söyledikleri bölümde ise en az oyunculuk sergiledikleri kısımlar kadar başarılılar. Ve trafik kazası sahnesindeki performanslarındaki beden kullanımlarına hayran kaldım.

Öte yandan, oyunun süresini fazla uzun buldum. Hikaye kimi yerlerde oldukça durağanlaştı ve tekrara düştü. Ayrıca bu oyun için tanıtımda vaat edilenlerden ziyade bir evlilik komedisi demek daha doğru olur. Oyuna da bu gözle baktığınızda daha fazla keyif alacaksınız.


20 Ekim 2016 Perşembe

Adalet Kupası

Ben Pisagor hakkında fasulye sevmediğinden tut da teoremini kimin bulduğuna o kadar şey yazayım ama bardağından  bahsetmeyeyim. Olacak şey değil!

O Pisagor ki Samos halkına eşitlik ve adalet sağlamak için aşağıdaki bardağı yapmış. Alnı öpülesi adam:


Efendim neymiş bu bardağın hikmeti derseniz ortasındaki çıkıntıya bir daha bakın derim. Bardağı doldururken, iç cephesindeki işareti geçtiğiniz anda, bardağın içindeki sıvının tamamı aşağıdaki fotoda da gördüğünüz alttaki delikten hooop boşalıveriyor.


Yani ya hakkına razı olacaksın ya da ellerin böğründe kalakalacaksın. İşte adalet budur!

Bardağın içindeki o çıkıntıda bir nevi sifon sistemi varmış ve sıvı hiza seviyesini geçtiği zaman alttaki delikten giren hava vasıtasıyla tüm sıvının boşalmasına neden oluyormuş. Bir takım mühendislik şeyleri işte.

Bizim evde de sürekli bir "ben hiç salata yiyemedim yaaaaa" "neeee biranın hepsini içtin mi? peki ben noolcam" "eeee nerede bu kuru yemişler" furyası olduğundan ben de bu bardağı görünce 12'lik takım yapayım diye heveslendim. Hatta bize bardak yetmez aynı mekanizmadan tabak çanak varsa onları da alalım diye niyetlendim.

Gel gör ki beyim daha dükkanda bardağı eline alıp "o deliği parmağımla tıkarsam ne olur, peki bardağın tabanını su dolu bir kaba yerleştirsem ne olur" araştırmalarına başlayınca boşuna masraf yapmaya gerek yok, ben yine orman kanunlarıyla başımın çaresine bakayım dedim.

Tamam bu bardaklar bizim evde faydasız olabilir ama bardağa hayran olmamak mümkün değil.

18 Ekim 2016 Salı

Gökkuşağı Günleri

Latin müziği, latin dansları, latin ülkeleri, latin alfabesi derken yeni bir latin favorim daha oldu: latin edebiyatı...

Antonio Skarmeta; Isabel AllendeGabriel Garcia Marquez, Ricky Martin, Jennifer Lopez'in yanında sevdiğim Latinler arasında yerini aldı. Gökkuşağı Günleri ile.


Kitapta anlatılan hikaye tamamen kurgu değil. 80'lerin sonu, 1973'te darbe ile yönetime el koyan Pinochet efendi yaklaşık 15 yıllık iktidarın ardından referandum yapmaya karar verir.

Pinochet'nin yüce gönüllülüğü bununla da kalmaz. Bir de muhalefete 15 dakikalık bir televizyon şovu ile propaganda yapma hakkı da verir. Tabii ki de referandumun adil olması için iktidarın da televizyonda benzer bir propaganda yapma hakkı vardır.

İç işleri bakanı bu ayrıcalıklı görev için rejim tarafından işkence edilmiş sol görüşlü reklamcı Bettini' ye teklif götürür. Bettini başına geleceklerden korkarak bu teklife nasıl hayır diyeceğini düşüne dursun benzer bir teklif muhalefet cephesinden de gelmesin mi? Üstelik de bakan "ya benimsin ya kara toprağın" edasıyla Bettini'yi nazikçe uyarmışken.

Bu şartlar altında muhalefetin teklifini kabul eden Bettini, yıllardır bir çok şeyini kaybetmiş bir halkı "Hayır" demeye nasıl ikna edebileceğini düşünürken, onlara çektikleri acıları değil, yitirdikleri umudu ve neşeyi anımsatarak ikna etmek üzere yola çıkar.

Ben hikayeyi Bettini üzerinden özetlesem de kitapta başka bir çok ana karakter mevcut. Mesela Bettini'nin kızı Patricia ya da kimi zaman hikayeyi birinci tekil şahıs olarak aktaran Patricia'nin sevgilisi lise öğrencisi Nico. Bir diktatörün demir yumruğunun gençlerin buhranlarını nasıl şekillendirdiğine de tanık oluyoruz onlar sayesinde.

Severek okuduğum bu kitap sayesinde Antonio Skarmeta ile tanıştığıma da memnun oldum.

11 Ekim 2016 Salı

Sherlock Holmes

Şöhreti, yazarı Sir Arthur Conan Doyle' u bile geçmiş Sherlock Holmes üzerine ahkam kesecek halim yok. 1887 yılından beri hala bu kadar seveni olan bir kahramanı ben de severim elbet.

Hikayeleri geçtiğimiz yıllarda topluca yeniden yayınlanınca aslında adını ve avcı şapkasını ezbere bilsem de,  hikayelerini hiç okumadığımı fark etmeme çok şaşırmıştım. Bahsedilen kitaplardan ikisi elime geçince de vakit kaybetmeden okudum.


Zaten gizemli cinayetlerin çözüldüğü polisiyeler en önemli ilgi alanlarımdan olduğu için hiç de zorlanmadım. 

Ve şuna karar verdim: bu dünyanın daha fazla Sherlock' lara ihtiyacı var. Ve ben böyle insanlara hayranım.

Gözlem yeteneği çok güçlü, neden sonuç ilişkileri kurmak konusunda çok başarılı, bildiklerinden anlamlı sonuçlar çıkaran, doğru zamanda doğru sorular soran bir insan evladı olsam fena mı olurdu? Bence olmazdı.

Mesela dizi dünyasından gelmiş geçmiş tüm kahramanlar arasında en bir favorim olan Dr. House da tam böyle bir insandı. Kahramandı diyemiyorum zira kendisi tam bir anti-kahramandı. Ama karizma, zeka, akıl yürütme dedin miydi de kimse eline su dökemez.

Bu anlamda Sherlock ile Dr. House'u birbirine oldukça benzettim. Elbette Sherlock'un sosyal zekası ve iletişim becerileri House'a kıyasla dahi seviyesinde olsa da paralelliklileri çok daha fazla.

İkisinin de yaptığı işlerdeki başarıları tartışma konusu bile değil. İkisi de başkalarının çözemediği meseleleri aydınlığa kavuşturma konusunda rakipsiz. İkisi de mesleki bilgileri dışında engin bir genel kültüre sahip. Biri tıp doktoru diğeri özel dedektif olsa da, her ikisinin de vakaları çözmedeki başarıları önemli oranda benzersiz bir akıl yürütme süreci ve eşsiz mantıksal çıkarımlara dayanıyor.

Rasyonellikleri ve pragmatikliklerini tartışmaya gerek bile yok.

Pekiiii acaba hiç düşündünüz mü ya Dr. House Sherlock Holmes'tan esinlendiyse ve hatta esinlenmekten daha fazlası söz konusu ise?

Holivut buna cevap versin bakalım!!!

9 Ekim 2016 Pazar

Al Sana Aşk!

Samos'ta Samos'la ilgili kitap okuyacağım ısrarım sonrası Kadim Pythagoras Kardeşliği ne dahil olma inadıyla yaktığım balataları fabrika ayarlarına döndürmek için eğlenceli bir şeyler okumam gerekiyordu. Okurken beni yormayacak, iyi vakit geçirtecek bir şeyler...

İşte bu gibi durumlarda en iyi çözüm başroldeki perişan, şanssız, mutsuz hatun kişisinin çeşitli badireler ve şanssızlıklarla dolu bir maceranın sonunda illa ki mutluluğu bulduğu chick-lit'lerdir.

Gelsin Bricit Conslar, gitsin Alisveriskolikler. O Bricit ki beni okurken gülmekten koltuktan düşürmüştür.

Ama ne kadar komik ve eğlenceli olursa olsun o kültür farkı şeysi hemen hissettirir kendini. En nihayetinde okuduğunuz şeyin yaban ellerde geçtiğini, sizin mahallede asla ve asla öyle şeyler olmayacağını bilir, bi nevi masal okuma hissiyatıyla kitabı tamamlarsınız.

Son yıllarda bizim mahallede de böyle komik ve eğlenceli hatun kişilerin maceraları türedi. Ben de zevkle okudum bazılarını. İşte Meriç Mekik de bunlardan biri.

Hamileyken kendisini aldatan kocasını terk etmesiyle başlayan hikayesini kitaplaştırdığını gazetelerde, internetlerde okumuştum. Yaşarken acı verici olduğunu tahmin ettiğim bu hikayeyi eğlenceli bir şekilde kaleme almıştı.

Ben de okumaya niyetlendiğim bu kitapları "elindeki tüm kitaplar bitmeden yeni kitap alınmayacak" öz disiplini ile bir türlü alamamıştım. E tabi bir de insanin çevresi benimki gibi Nobel ödüllü bilim insanlarından oluşursa, bu tarz kitapları ödünç alacak arkadaşları da olamıyor. Öyle ellerim böğrümde kalakalmıştım.

Derken kardeşçiğim imdadıma yetişti. Arkadaşlarım Nobel ödüllü bilim insanları olsa da kardeşim benim kopyamdır. Keşke bu kadar uzak olmasak. Neyse, o almış okumuş kitabı. Böylelikle benim balataları yanmış beyinciğimi hayata döndürmek için beklediğim fırsat da ayağıma gelmiş oldu.

Lakin şöyle ufak bir sorun oldu ki Meriç Mekik iki kitap yazmış. Bense kardeşçiğimden ikinci kitabı almışım. Onda birinci kitap vardı da bana mi vermedi yoksa onda sadece ikinci kitap mı varmış orasını bilemem. Gerçi ben ilk kitabi okumadım diye bu kitaptan daha az zevk almadım ama siz niyetlenirseniz önce Ah Kalbim' i okuyun sonra bunu okuyun.

Okumaktan sıkıldığınızı hissettiğiniz, keyifsiz olduğunuz, yalnız iyi vakit geçirmek istediğiniz bir zamanda gönül rahatlığı ile okuyabilirsiniz.

Nasıl aldatıldığını, ne kadar obur olduğunu, güvensizliklerini içeren hikayesini olduğu haliyle cesurca yazan Meriç Mekik' in samimiyeti ve cesareti ise hayranlık uyandırıcı.


4 Ekim 2016 Salı

Kadim Pythagoras Kardeşliği

Tatil planları yapılıp Samos'a karar verilince başladı benim hazırlık tufanı. Konaklama, gezilecek yerler, gidilecek restoranları herkes araştırır ama benim dertler bunlarla biter mi? Bitmez. Daha fazlasını yapmam lazım.

Mesela benim tatile giderken yukarıdakilere ek olarak bir de kitap araştırması yapmam gerekir. Çünkü ben olmak kolay değil. Çünkü benim gittiğim her yerde orayla ilgili bir de kitap okumam gerekir.

Maazallah gördüklerim kafama girmez bir de okuyarak pekiştirmem gerekir. Büyük ve popüler şehirlere giderken kitap seçmesi dert oluyor, küçük yerlere giderken kitabı bulması. Buradan yazarlara seslenmek istiyorum Venedik, Barselona, Floransa' da geçen kitabı herkes yazar gelin bir de Samos'ta geçen kitap yazın bakalım.

Sonuç olarak Samos' ta geçen roman bulamadım. Bulduğum kitabın da satışı yoktu. Ellerim boş mu kalsaydı? Samos'ta geçen roman bulamadıysam ben de pasta yerdim. Bir de kitabımı Samos'un ünlüsü Pisagor' la ilgili seçerdim olurdu. Öyle de oldu.


Hem de roman, roman nereye kadar. Azıcık felsefi içerikli kitap okurdum da biraz zihnim açılır ufkum genişlerdi. Üstelik kitap da bana "Pisagor'un yaşamı ve bize miras olarak bıraktığı evren anlayışını" öğretmeyi vaat ediyordu. Ama işler tam olarak öyle gelişmedi. Bu kitap bana biraz ağır geldi.

Bir kere Pisagor bizim bildiğimiz a2+b2=c2' den çok çok fazlaymış. Ve hatta bilim dünyasının dedikodularına göre Pisagor teoremini Pisagor bulmamış. Teoremin ilk olarak nasıl ve ne zaman keşfedildiğini kimse bilmemekle birlikte arkeologlar teoremi Pisagor' dan bin yıl önce, MÖ ikinci bin yılın ilk yarısına dayanan Mezopotamya tabletlerinde bulmuşlar.

Yaa işte bütün bildiklerinizi alt üst eden bir kitap bana nasıl ağır gelmesin.

Daha bitmedi. Pisagor' un fasulyeyle ilgili ciddi problemleri varmış. Fasulye "acı veren bir gıda" ymış. Ve hatta Cicero, Platon' dan alıntı yaparak "fasulyenin mide gazına sebep olup zihin dinginliğine ve iyi bir gece uykusuna engel olduğu için Pisagorculara yasak" olduğunu yazmış.

Lakin fasulyeyi bu kadar sevmeyen Pisagor' un ölümünün bir fasulye tarlası kaynaklı olduğu rivayetleri de kaderin cilvesi olsa gerek.

Umarım bu yazdıklarımı şaka sanmazsınız zira fasulye gibi bir nimet hakkında ben bile bu kadar geyik yapamam. Hepsi ciddi ciddi kitapta yazıyor.

Ayrıca kitaptan öğrendiğim bir başka şeyse eşkenar üçgenden kareye, dikdörtgenden piramite bugün geometri diye bildiğimiz ne varsa çakıl taşlarından çıkmış. Antik çağda yeteri kadar çakıl taşı olmasaymış bugün insanlık ne halde olurmuş düşünmek bile istemiyorum.

Bu kadar eğlenceli bilgilerin yer aldığı bir kitap nasıl ağır olur derseniz alın kitabı okuyun bakalım siz ne kadar eğleneceksiniz. Ama şurası kesin ki fasulyeydi, çakıl taşıydı bilgi dağarcığıma kattığım bu kadar gereksiz bilgiyle 500 milyara bir adım daha yaklaştım. Yarışmaya katılırsanız beni joker yazabilirsiniz, parayı kırışırız.

2 Ekim 2016 Pazar

Samos'ta Yeme İçme

Samos'un plajları, görülecek yerleri derken geldik tatilin en sevdiğim kısmına: yeme içme. Kalacağı yeri bile restoranlara göre belirleyen bir insanın tatilinin en sevdiği kısmının yeme içme olması şaşılacak bir şey değil.

Remataki
Pythagorion merkezde, limanın sol tarafında bir plaj var. Plajda da yanyana restoranlar. Remataki işte bu restoranlar arasında tesadüfen girdiğimiz ama gittiğimize de pek memnun kaldığımız bir tanesi. Burada bir öğle yemeği, bir de akşam yemeği yedik. İkisinden de çok memnun kaldık.

Çalışanlar sempatik, yemekler lezzetli, porsiyonlar büyük, hesap ise makuldü. Nasıl sevmeyelim.

Üstelik akşam yemeğini plajdaki şezlongların yerine koydukları masalarda servis ediyorlar. Hele bir de önden haber verirseniz size denizin hemen yanındaki masayı da ayırıyorlar. Daha ne olsun!

Bir de hesapla birlikte uzo ikram etmesinler mi, ben daha bir şey demiyorum. Çok rahat "gitmezseniz küserim" kategorisine girer.


Navagos Tsamadou
Tsamadou plajına tepeden bakan, cafe mi desem bistro mu desem bilemediğim bir yer. Sanki bir Yunan adasında değil de İstanbul'un merkezinde yeni açılmış trendy bir mekandaymışsınız hissiyatı. Kötü değil ama Samos'un dokusuna da uygun değil. Ama Tsamadou Beach'in manzarasına diyecek yok.

Yemeklere gelecek olursak lezzeti yerinde lakin porsiyonlar nispeten küçük. Fiyatlarsa normalin biraz üzerindeydi.

Elia
Gitmeden önce kesin gidilecekler listemize almıştık Pythagorion limanda, sol başta yer alan Elia'yı. Hatta bir gün önce gidip rezervasyon bile yaptırdık. Talep o kadar fazla ki o akşam için yerleri olmadığını söylediler, bir sonraki akşama yaptırdık rezervasyonu. İyi ki de yaptırmışız, bir gittik ki tıklım tıklım. Bir de önünde sıra, rezervasyonsuz gelip masa bekleyenler.

Sıra bekleyenlerin içinden kurum kurum kurularak geçtik, kıskanç bakışlar eşliğinde masamıza yerleştik. Bir havalıyız ki sormayın.

Hemen güzel ekmekler ve zeytinyağı geldi. Bir taraftan atıştırıp bir taraftan da menüyü bekliyoruz sipariş verebilmek için. Biz bekliyoruz ama menü gelmiyor. Meğer menüleri bitmiş. Şaka değil, şu anda boşta menü yok dediler.

Bir süre sonra menü geldi, siparişlerimizi verdik. Tamam o kadar kalabalık, menü bitmesi falan beklentilerimizi yükseltmiş olabilir ama şu da bir gerçek ki yediğimiz her şey ortalama lezzetteydi. Biraz fazla abartılmış bir restoran.

Üstelik porsiyonlar küçük ve fiyatlar yüksek. Elia'yı gönül rahatlığı ile "gitmeseniz de olur" kategorisine koyuyorum.

Meltemi
Kokkari'de yer alan Meltemi de çok tavsiye edilen restoranlardan biri. Biz de bir gün öğle yemeği için denemek istedik.

Uzun Kokkari Plajı'nda yer aldığı için yemekten önce denize de gireriz düşüncesiyle gittik şezlonglarına yerleştik. Ama malum yaz, hava sıcak, insan susuyor. Önce biraz bir şeyler içmek için bir masaya kurulduk. Derken öğle yemeği için diğer masalar dolmaya başladı.

Biz de bir taraftan biralarımız yudumlar, bir taraftan da ne yesek acaba diye düşünürken garson geldi, masaya ihtiyacı olduğunu hemen yemek siparişi vermezsek masayı terk etmemiz gerektiği gibi bir şeyler söyledi.

Biz de gururlu turistler olarak "hahayt bize restoran mı yok gülüm" diyerek pılımızı pırtımızı topladık kalktık. Kaz gelecek yerden tavuk esirgeyen bu restoranı kınıyorum. Herkes kınasın diye de buraya yazıyorum.

Taverna Maritsa
İşte Samos'un "gitmezseniz küserim" kategorisi restoranlarından en birincisi. Yediğim her şey çok lezizdi, bayıldım. 


Pythagorion'da bir ara sokakta bir bahçe restoran. Yemeklerin lezzeti ayrı güzel, çalan müzikler ayrı güzel, bahçe ayrı güzel:

Porsiyonlar oldukça büyük. Menünün tamamını yemek isteyebilirsiniz ama kendinize hakim olun, iki kişi gidiyorsanız salata dahil en fazla 4 çeşit sipariş edin.

Irodion Garden
İşte size "gitmezseniz küserim" kategorisinden bir restoran daha. Yine Pythagorion'da, biraz tepede, bir ara sokakta, bahçe içinde bir yer. Yemekler enfes, sahibi süper.

Burada da yediklerimizi çok beğendik. Her şey taze ve lezizdi. Samos'a giderseniz güzel bir akşam yemeği için limanda yer alan restoranlar yerine kesinlikle buraya gidin.

Börekçi
Pythagorion ana caddesinin denize yakın ucunda, sağ tarafta yer alan bu börekçinin tabelasında Latin harfleri yer almadığı için adını yazamıyorum, aşağıdaki fotodan görürsünüz. Tartışmasız bir "gitmezseniz küserim" kategorisi.

Peynirli, ıspanaklı, jambonlu ve daha bir kaç çeşit börek ve poğaça benzeri hamur işleri satan küçük bir dükkan. Bir de adanın yerlilerinin severek tükettiğin gördüğüm arasında krema olup üzerine pudra şekeri ve toz çikolata dökülen bir tatlı börekleri vardı.

Kusur kalır mıyım hiç, sizler için kendimi feda edip denedim. Kahvaltıda değil ama öğleden sonra çayın yanında çok güzel olabileceğine kanaat getirdim. Ama benim sabahları favorim sıcacık, bol peynirli böreklerdi. Ispanaklı-peynirli olan da çok güzeldi sanıyorum ama her gittiğimizde o bitmiş olduğundan deneme fırsatım olmadı maalesef.