30 Haziran 2014 Pazartesi

Dip boyam geldi hanıııımmm

Aylar önce gerçekten parlak bir fikir bulup da burada yazdığımda ne sevinmiştim anlatamam, mutluluk gözyaşlarım sel olup akmıştı. İşte burada, üşenmeyin, bir tıklayıp okuyun.

O kutlu anın tekrarını yaşamak bugüne nasipmiş.

Efendim, bendeniz şu dünya üzerinde 35. zafer yılımı idrak ediyor olmama rağmen genetik olarak şanslı olduğumdan, henüz saç beyazlama problemim yok. Umarım uzun yıllar da böyle devam eder.

Bu yaşıma kadar da saçıma herhangi bir boya değmemiştir. Yıllar yılı kuaförlerin "şu renk sana yakışır, ifadeni yumuşatır, azıcık ışık verelim, değişiklik iyidir" tarzı saldırılarını "benim rengim güzel, sert ifade bana anlam katıyor, ışığım içimden geliyor" cevaplarımla başarıyla geri püskürtmüşümdür.

Gerçekten de beyazlama problemim olana kadar da boya işine girmek istemiyorum, zira üzerinize afiyet biraz tembel bir insanımdır. Çevremden gördüğüm kadarıyla bir kere boya olayına girdin mi sonra düzenli olarak "ay diplerim çıktı" diye kuaföre gitmek gerekiyor ki hiç bana gelmez.

Amaaaaa isteyerek ya da zorunlu sebeplerden dolayı şu boya olayına girdin diyelim, akşam da bir yere davetlisin. Aaaaaa o da ne, aynaya bir baktın ki diplerin çıkmış, sırıtıyor. Kuaföre gidecek vakit de yok. Eeeee napacaksın?

Çare burada bacım, ayağına geldi: Ruj.

"Bu ruj dediğin dudağa sürülmez mi, dip boya ne alaka?" diyenler, okuyun:

Geçen gün ofis tuvaletinde bir kızı gördüm. Saçlarının rengi kahverengi - kızıl gibi bir şey, o rengin adını tam bilmiyorum. Ancak diplerinden de beyazları çıkmış. Özellikle şakaklar fazlasıyla belirgin.

Baktım elinde bir ruj, şakaklarındaki saç tellerini boyuyor. Elimi yıkarken başladım oyalanmaya, aheste aheste duruluyorum. İşim bitti, saçlarımı düzelttim, aynaya yaklaştım, suratımı incelemeye başladım, tekrar ellerimi yıkadım falan resmen oyalandım yani. Sonucu görmek için.

Hatun kişinin işi bittiğinde, yeminle beyazlardan eser kalmadığı gibi bunun bir ruj marifetiyle becerildiği de kesinlikle anlaşılmıyordu. Saç rengiyle ruj rengini çok iyi tutturmuş.

Belki boyayla haşır neşir olan hanımlar için çok bilindik bir yöntemdir ancak ben ilk defa gördüm, görür görmez de "ne kadar parlak bir fikir, bunu hemen yazmalıyım" dedim.

Renk tonlarının uyumu çok önemli elbette, ancak o kadar geniş renk yelpazesinde problem olmayacaktır. Bir de unutup eli saça atmamak gerekir herhalde, yoksa renkli parmakları açıklamak güç olabilir. Bu ruj yıkanınca geçiyordur diye düşünüyorum, zaten tüm dip boyasını ruj marifetiyle halletmek gibi bir yol deneyecek olan yoktur sanırım. Az bir bölgeye sürüleceği için arıtmak da problem olmaz.

Hadi hanımlar, kolay gelsin,

29 Haziran 2014 Pazar

Sinek kadar kocam olsun başımda dursun

Cuma günü gazetede bir düğün haberi. Gelin arabası var, gelin makyajı ve saçı ritüeli var, açık havada kır düğünü konseptinde organizasyon var, konuklar var, takı töreni var.

"Eeee ne var bunda, her düğünde olan şeyler bunlar" derseniz şak diye cevabım hazır: damat yok!

İzmit'te sanırım, (yerini yanlış hatırlamıyorsam) bir hanım "kendi kriterlerime uygun damat adayı bulamadım, ama bir kır düğünüyle evlenmek de en büyük hayalimdi" diyerekten düğün yapmış.

Hakkıdır, canı çekmiş yapmış. Hatta haberi ilk okuduğumda "helal olsun, senelerdir gittiği düğünlerde taktığı altınları toplamak için iyi yöntem" diye düşündüm. (öfff evet iğrencim) Meğer takı töreni de diğer her şey gibi temsiliymiş.

Sonra biraz daha düşündüm ve bir "kır düğününü" bir kadının en büyük hayali haline getirmiş ve bundan da gazete haberi çıkartan bu düzene lanet okudum. Siz hiç duydunuz mu en büyük hayali evlenmek olan bir erkek? Ben duymadım şahsen.

Mesela, Allah gecinden versin, genç bir kız vefat ettiyse gelinliğiyle toprağa verilir de damatlığıyla toprağa verilen cenaze hiç görmedim ben.

Bu haberdeki hanım ise öğretmenmiş. Şimdi bu öğretmenin yetiştirdiği öğrencilerden ne bekleyeceğiz ki? Kanserin çaresini bulsan, atomu parçalasan evlenmemiş bir kadınsan vay senin haline.

Ben çok kızıyorum işte böyle şeylere. Geçenlerde Buket Uzuner'in Su kitabını okudum. Orada geçen bir cümleyi alıntılamıştım daha evvel. "Bir kadının kendine ait mesleği, parası ve hayatı olabileceği, hayatını sevdiği bir mesleğe, felsefeye, matematiğe ya da şiire adayabileceği düşüncesi, Türkiye'de Kaf Dağı' nın gerçekte var olmasından çok daha ütopikti."

Bu arada Su kitabı da çok güzel bir kitaptı. Aslında okuduğum kitapları yazıyorum biliyorsunuz. Bunu neden yazmadın derseniz, beni o kadar etkiledi ki düzgün ifade edememekten korktuğum için yazamadım. Ama okumanızı şiddetle tavsiye ederim.

Neyse, konumuza dönecek olursak, bir kadının ya da erkeğin gerçekten sevdiği, anlaştığı biriyle bir yaşamı paylaşmak istemesi ve bunun için de evlenmesine değil lafım, ben evlilik kurumunu bir kadının en büyük hayali haline getiren ve kendi isteğiyle ya da koşullar nedeniyle evlenmemiş bir kadının ne yaparsa yapsın her zaman bir eksikliği varmış gibi nitelendirilmesine uyuz oluyorum.

Bu konudaki fikirlerim de bundan ibarettir.

26 Haziran 2014 Perşembe

Evdeki huzur, mutluluk budur...

Bir zamanlar erkek cinsinin şu fani dünyada mutluluğu bulması için ne yapması gerektiğini anlatan bir yazı kaleme almıştım, burada. Okumaya üşenenler için özet: itaat. Kadın kısmına itaat edeceksin, bak nasıl mutlu oluyorsun.

Şimdi de ev hayatında huzurun sırlarını açıklıyorum:

* temizlik için yardımcı olsa da bu işin organizasyonu var: temizlik malzemeleri tam mı, ütülenecek çamaşırlar yıkanmış mı...

* bugüne kadar evdeki eksiklerin marketten kendi kendine çıkıp geldiği görülmüş şey diil, en azından bir liste tutup sanal ortamdan sipariş vermek gerekiyor

* kullan at kıyafetler giymediğimiz sürece çamaşır yıkamamız gerekiyor ve evet çamaşırları renklerine, cinslerine göre falan ayırıp yıkamamız gerekiyor

* çöplerle vedalaşmaktan korkmayın, akşama yenisi gelecek nasılsa

* çiçekler de enteresan varlıklar, kendi başlarına fotosentez yapıp oksijen falan üretebiliyorlar, gel gör ki iki gıdım su için sana muhtaçlar

* ortalığı toplamak demek ortada olan bir şeyi alıp daha az ortada bir yere koymak demek diildir, ortalığı toplamak = ortadan olan bir şeyi alıp yerine koymak

* bulaşık makinesi her dolu olduğunda içinde yıkanmamış bulaşıklar var anlamına gelmez; bazen hatta her zaman bulaşıklar yıkandıktan sonra içindekileri yerleştirmek gerekir, makineyi bir daha çalıştırmak diil

İşte huzur sağlayacak küçük sırlar bunlardan ibaret.

Şimdilik...

25 Haziran 2014 Çarşamba

İK' cılar için parlak bir fikir

Yaklaşık bir yıl kadar önce başladığım blog yolculuğumda ilk yazımda kendimi tanıtmış ve işimden bahsetmiştim, buyurun buradan okuyun.

Hayalimdeki meslekse yaptığımdan çok farklı bir şey: "çalışmadan sınırsız para harcayabilme". Bu işi çok iyi yapacağıma inancım tam da, bu tariflediğim şeyin bir meslek olarak kabul edilmediğinin bilincine varabilecek kadar gerçekçi bir insanım. Bu nedenle, illa çalışmam gerekiyorsa, ne iş yapmak istediğimi de şurada anlatmıştım.

Ancak hayat sonsuz olasılıklarla dolu, bakarsanız bir gün fiyakalı bir İK'cı olurum. Bunun için de hazırlıklarımı yapıyorum kendimce.

Eğer bir gün İK'cı olursam işe alım dünyasına çok radikal yenilikler getirmeyi planlıyorum.

İş görüşmesine gelen adaya hiç bir soru sormadan, bir pc'nin başına oturtup bir önceki akşamı nasıl geçirdiği ya da o gün oraya nasıl geldiğini anlatan bir mail yazdıracağım.

Şaka yapmıyorum, bakalım:

* adayımız öznesi, yüklemi yerli yerinde düzgün cümleler kurabiliyor mu
* de, da, ki, mi, mu'ların durumu ne
* bazı şeyler "olucak" mı "olacak" mı

Bu yöntem klişeleşmiş "önümüzdeki 5 yıl içinde kendini nerede görüyorsun" tarzı İK sorularından çok daha iyi bir değerlendirme aracı olmazsa da gelip bana hesap sorarsınız. Ben buradayım.

Niyetim ükelalık yapmak değil. Ciddi ciddi böyle insanlara denk geldiğim anda bir anda önyargılarım harekete geçiyor "sen git önce bağlaçlarla ekleri ayırmaya öğren, ondan sonra bana derdini anlatırsın yavrum" sesleri kulaklarımda çınlıyor.

Şimdi bu yazımı okuyup sonra da geçmiş yazılarımı okuyup dil bilgisi hataları arama niyetinde olanları da baştan uyarayım: zahmet etmeyin. Evet bir dil bilimci falan değilim, yazdıktan sonra bazı hatalarımı ben de fark ediyorum, imkanım olursa düzeltiyorum.

Ama benimki hızlı yazmaktan, editör eksikliğinden bacım. Editörüm olmak isteyen varsa seve seve kabulumdur.

Bir de IQ testiyle ilgili bir fikrim var da bu ayrımcılığa falan girer mi emin olamadığım için dillendirmekten çekiniyorum.

17 Haziran 2014 Salı

Issız adaya düşsem yanıma kimseyi almam

Beni tanıyanların zaman zaman ağzımdan duyduğu bir cümledir bu. Bazen böyle çok bunalıp insanlardan bıktığım anlarda "var ya şu an ıssız adaya düşsem, yanıma kimseyi almam" derim. Ben her ne kadar bunu kafa dinleme isteğimin ne kadar güçlü olduğunu ifade etmek için kullansam da alttan alta haklı sebeplerim varmış, onu anladım.

Önce bir uyarı: Daha önce Nobel ödüllü bilim insanlarından oluşan sosyal çevremden bahsetmiştim, onlar bu yazıyı okumasa da olur. Bu yazıyı benim gibi avam zevkleri olanlar için yazıyorum.

Yukarıda link'e tıklayanlar Survivor sevgimden de haberdar olmuştur. Bu hafta da final haftası, her akşam yayınlanıyor program. Artık sonuna da gelindiği için tüm yarışmacılar daha bir hırslanmış durumda, kimse bu aşamada elenmek istemiyor.

Mesela dün akşam ünlüler takımından Merve bir oyun kaybetti, bu yüzden de takım olarak ödülü kaybettiler. Allahım sanki hayat memat meselesi. Nasıl ağlıyor, bağrıyor, çağırıyor. Sanki canından can koparılıyor. "Bu muymuş olimpiyatlarda falan ülkemizi temsil eden sporcu, yuh olsun" dedim.

Sonra gönüllüler takımından Sahra - ki kendisi bu seneki yarışmacılar arasında açık farkla en antipatik olandır - oyunları kaybetti, bir ağlama, salya sümük, içli içli. Görsen, Allah korusun, bir yakınını kaybetmiş sanırsın. Takım arkadaşları da bir yanına gelip "tamam yaa, bu kadar da paralama kendini" demiyor. Tamam antipatik falan, belki takım arkadaşları da sevmiyor ama insan sevmese bile karşısında bir kişinin o kadar harap olmasından rahatsız olur en azından. Yok.

Nasıl bir kazanma hırsı bürümüşse gözlerini artık. Kazanmayı herkes ister de, bu nasıl kendini kaybetmektir. Yok, "onlar yaptı ıyyy iğrençler, ben olsam yapmazdım" demiyorum. Ben de öyle kendimi kaybedebilirdim, herkes kaybedebilir.

Demek ki eğitilmemiş olsak, sosyal baskı olmasa, uymamız gereken normlar, kurallar falan olmasa vahşi hayvanlardan beter olacağız. Ay valla korktum insan olmaktan.

Yani o çok kızdığımız mahalle baskısı, galiba bizi adam eden. Şimdi yanlış anlaşılmasın, mahalle baskısı iyi bir şey demiyorum, ama kimseyle ıssız adaya da düşmek istemem söyliim.

Yazdıklarımı okuyunca aklımdan geçenleri tam ifade edemediğimi hissettim, ama daha önce de bu konuya kafa yormuşluğum vardır, şuradan tıklayıp okuyabilirsiniz.

Ne kadar avam falan olsam da Survivor'ı da öyle boş boş seyretmiyorum, gördüğünüz üzere. Buna bile kafa yoruyorum, biraz takdir.

15 Haziran 2014 Pazar

Sensus Şarapevi

Bu kış keşfettiğimiz bir yer burası. Mahzen gibi, raflarda bir sürü şarap. Aynı zamanda masalar da var, yani hem dükkan gibi satış yapılıyor, hem de restoran gibi masada oturup yiyip içebiliyorsun.

Bizim meşhur "her ayın ilk cuma/cumartesi" programımız kapsamında beyimle bir akşam gece gezmelerindeyken bir arkadaşlarımıza denk geldik. Biraz beraber takıldık, o zaman arkadaşımdan duymuştum, "buradan önce Sensus'ta bir kaç şişe şarap devirdik" demişti.

Ben de kaydettim burayı hem hafızama hem yapılacaklar listeme, bir sonraki çıkışımızda beyimle arz-ı endam eyledik.

Çok beğendik gerçekten. Çok geniş bir şarap menüsünün yanı sıra şarap yanında gidecek atıştırmalıklar, pizza, makarna gibi seçenekler var.

Ben yine foto çekmeyi unuttuğum için oraya gitmiş bir arkadaşımın feysbukundan aldım, inşallah kızmaz

Mekanın içinde bir de yerli ve ithal peynir çeşitleri, kuru et, salam, sucuk, reçel seçeneklerini içeren küçük bir şarküteri reyonu var. Mesela pizza seçiyorsunuz, hemen bu reyondan seçilen malzemelerle hazırlanan yaklaşık 20 cm çapında bir pizza geliyor. Enfessss. Bafetto halt etmiş söyliim.

Fiyatları da çok uygun olan Sensus'ta kesinlikle ödediğiniz her kuruşun karşılığını aldığınızı söyleyebilirim. Garsonlar çok kibar ve gerektiği kadar mesafeli, şarap önerileri konusunda oldukça bilgililer. Fonda da, sohbeti bölmeyen çok hoş müzikler çalıyor.

Tek olumsuz yanı küçük ve birbirine çok yakın masalar. Mekanlardaki bu masa olayı benim takıntım haline gelmiş durumda. Siparişlerin masaya sığmaması mümkün olabilir mi? Oluyor işte.

Ey Sensus, duy sesimi, şu küçük masa olayına da bir çözüm bulun, şimdi 10 numaraysanız, o zaman 10 numara 5 yıldız olacaksınız.

Neyse, masa mevzusunu bir kenara bırakacak olursak kesinlikle gitmenizi tavsiye ettiğim bir yer. Yediğiniz, içtiğiniz her şeyden memnun kalıp, hesabı görünce de üzülmeyeceksiniz ve bana teşekkürler edeceksiniz. Yerini de tarif edeyim bari: Galata Kulesi'nin tam karşısında yer alan Anemon Otel'in alt katı. Giriş ise soldaki sokaktan, zaten sokağa girince tabelayı göreceksiniz.

Geçtiğimiz Cuma akşamı da "girls' nite out" kapsamında 3 eski dost gittik buraya. Kız arkadaşlar başka, Sensus kız arkadaşlarla bambaşka.

11 Haziran 2014 Çarşamba

Armudun sapı, üzümün çöpü, tepemin tası

Çok kolay atıyor.

Tepemin tası diyorum. Çok kolay atıyor.

Bu ülkede yaşayıp da tasını tutabilen varsa helal olsun zaten. Ben tutamıyorum.

Son günlerde takıldığım 3 konu var, paylaşayım dedim:

İlki vergi affı konusu. Ben maaşımdan vergi veriyorum üstüne bir de arabam, evim, yediğim, içtiğim, s.çtığım, nefes aldığım için bir daha vergi ödüyorum. Bir kısım şerefsizlerse (tepemin tası öyle bir attı ki anlayın) benim sırtımdan geçinip sonra da affediliyor.

Şimdi adalet felsefesine falan girecek değilim de bazen ceza sisteminin ıslah etmek için değil bedel ödetmek için olması gerektiğine inanmaya daha yakın oluyorum. Yoksa hiç bir caydırıcılığı falan olmuyor, işte biz enayiler de tepemizin tasıyla uğraşıp duruyoruz.

İkinci konu geçtiğimiz günlerde gazetelerde yer bulan bir cinayet meselesi. Evli bir adam evli bir kadınla ilişkiye giriyor, sonra bu kadın başka bir adamla sevgili oldu diye birinci adam bu diğer adamı öldürüyor. Buraya kadar olan üzücü ama Brezilya dizisi kıvamında. Bundan sonrasında ise birinci adamın dekan olan karısı istifa ettiriliyor "yaşadıkları nedeniyle idare yeteneği etkilenmiştir" diye.

Bu hikayede roller değişmiş olsaydı aldatılan kişi kadın değil de adam olsaydı yine "idarecilik yeteneği etkilenmiş" kisvesi altında istifaya zorlanır mıydı?

Hiç sanmıyorum işte bu yüzden de tepemin tası atıyor. Adam kadını öldürür, ağır tahrikten indirim alır, görevini devam ettirir, bir de namusunu temizledi diye "delikanlı adam" katına yükselirdi.

Cinsiyet ayrımcılığının had safhada olduğu bu ülkede kadın olmak çok zor. Gazetede bu haberi görüp gaza geldikten sonra, bir de okuduğum kitapta da şu satırlara denk gelmeyeyim mi: "Bir kadının kendine ait mesleği, parası ve hayatı olabileceği, hayatını sevdiği bir mesleğe, felsefeye, matematiğe ya da şiire adayabileceği düşüncesi, Türkiye'de Kaf Dağı' nın gerçekte var olmasından çok daha ütopikti."

Valla öyle, billa öyle.

Üçüncü ve son konuysa havaların ısınmasıyla yine gazetelerde yer bulmaya başlayan "İngiliz kız-Türk garson, büyük aşk yaşadı, garson evli çıktı, kız kandırıldı, aman dikkat" haberleri. İngiliz kız lafın gelişi, herhangi bir Avrupa ülkesi de olabilir.

Öfff tamam biliyorum, gazetede yer kaplasın diye yazılan haberler, haber bile değil ama ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Sarah ile Musa'yı hatırlamıyor musunuz mesela.

Neyse buradan İngiliz kızlarına uyarı yapmak istiyorum, kadın dayanışması neticede: bacım, ülkemize gelin; deniz, güneş, rakı, şiş kebap ooooh mis gibi tatil yapın. Yaz aşkı da bulun, ama anlayın artık yahu, bu yağız delikanlılar vize derdini aşmanın kısa yolunu arıyor, kanmayın işte. Kendi saflığınızdan dolayı hem üzülüyorsunuz, hem ülkemizin kötü reklamını yapıyorsunuz, ayıp oluyor.

Şimdi bu uyarıyı İngilizce de yazacam, gülenler gülsün, umrumda değil. Sorumlu bir vatandaş ve kadın olarak hem ülkemi korumayı hem de hemcinslerimi uyarmayı görev sayarım:

Dear English ladies planning a vacation in Turkey,
Come to Turkey. Enjoy the warm sea, sand, beautiful weather, delicious food, raki, kebap and so on. Have fun! Find a summer love. BUT be aware. It is only summer love, an affair, just another frog on your way to your prince on the white horse. Don't be delusional. As Turkish citizens, we do not want to read another story on the papers telling how you were deceived by a Turkish waiter, who was already married to another woman.

Ben uyarımı yaptım, içim rahat.

9 Haziran 2014 Pazartesi

Yavru Vatan

19 Mayıs tatilini fırsat bilip Kıbrıs'a gitmiştik beyimle 3 günlüğüne. Hava güzel değildi maalesef, çok rüzgarlıydı, hayal ettiğim üzere deniz siftahını yapamadım. Öyle dinlenmeli, yemeli içmeli bir tatil olmuş oldu.

Baştan uyarayım, bu bir Kıbrıs gezisi yazısı değildir, aklımda kalan izlenimlerimden ibarettir, ona göre okuyun.

Bu ikinci gidişimdi Kıbrıs'a, geçen sene de haziran başında gitmiştik. Geçen seneki gidişimizde arkadaşımın bizi götürdüğü bir restoran vardı, bu sene de ziyaret ettik. Cenap Restoran, Alsancak'ta. Kıbrıs'a gidenlere kesinlikle tavsiye ederim. Mezesi, ara sıcağı, ana yemeğiyle herhalde 40 çeşit yemek geliyor.

Ana yemekler maalesef başarılı değil ama mezeler, ara sıcaklar enfes. Hele bir mantar var, ben o kadar lezzetli mantarı başka bir yerde yemedim. Dediğim gibi yolunuz düşerse yavru vatana Cenap Restoranı tavsiye ederim.

Girne limanını çok beğenmiştim geçen sene ilk gittiğimde. Yine beğendim de o güzelim limanı parsellemiş kafe mi desem restoran mı desem ne desem bilemedim o kötü mekanlar hiç yakışmıyor oraya. Temizlik yok, lakayıt garsonlar, özensizlik... Çok kötü, çok. Hele bir akşam limanda yürüyüşe çıkıp bir şeyler içelim dedik. Yan yana kafelere koymuşlar iki gitar çalan, bir şarkı söyleyen gençleri. Avaz avaz bağırtıyorlar, artık kimin sesi daha çok çıkarsa. Tam bir gürültü kirliliği.

Kızdım yani, neyse...

Blog yazmaya başladığımdan beri gördüğüm enteresan şeyleri unutmayıp yazmak için not alıyorum. Bu alışkanlığı edinmem güzel ama eksik, bir de foto çekmeye alışmam lazım. Mesela Kıbrıs'ta gördüğüm bir ceza tabelası vardı, keşke fotosu olsaydı şimdi.

Anlatayım bari: Bir yerde park etmek yasaktır diye tabelayı koymuşlar, yanında da cezası "asgari ücretin 1/10'u kadardır" diyor. Bizde sigara yasakları ilk başladığı zamanları hatırlayın. Sigara içme cezası konusunda her yerde farklı tutarlarda tabelalar vardı. İşte çözüm bu, her sene tabela yenileyeceğine oranı koy, tamam işte. Belki Türkiye'de de vardır da ben görmemişimdir, ama fikri sevdim.

Daldan dala atlıyorum da izlenim dediğin de böyle oluyor iste. Bir akşam bindiğimiz bir taksinin şoförüyle sohbet ederken öğrendik ki geçen sene bu zamanlar 4 kişilik ailesiyle İstanbul'a tatile gelmiş. 4 gece kalmışlar, her yeri gezmişler, oğlu futbolu sevdiği için taksi tutup 3 büyük takımın statlarını görmeye gitmişler, falan filan.

Çok iyi yapmışlar da İstanbul gibi pahallı bir şehirde böyle bir tatilin ne kadar bütçe gerektirdiğini herkes kabaca da olsa hesaplayabilir sanırım. Galiba Kıbrıs'ta gelir seviyesi oldukça yüksek. İyiymiş.

Gerçi bu düşüncemi açtığım sevgili iş arkadaşım öldürücü gerçekçiliğiyle "taksi sahibiyse geliri iyidir tabi" yamulttu beni ama olsun, ben çıkarımımı yaptım yine de.

Bu arada Kıbrıs'lıların ne kadar medeni insanlar olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Sanırım İngiliz etkisi olsa gerek. Herkes birbirine son derece saygılı, özellikle trafikte. Darısı biz İstanbul'da yaşayanların başına.

Ama soldan trafik istemem söyliim.

8 Haziran 2014 Pazar

Yeni Lokanta

Daha önce sosyal hayatımızı düzenleme çabamdan bahsetmiştim. Dileyen buradan göz atabilir. Ancak üzülerek söylüyorum ki şu ana kadar bu programın en düzenli uygulayabildiğimiz kısmı "ilk cuma/cumartesi" oldu.

Şubat ayından bu yana hiç sektirmeden uyuyoruz programa. Ancak diğerlerinde bu kadar başarılı olamadık maalesef. Aslında olamadım desem daha doğru olur zira beyimin programa uymak gibi bir derdi yok.

Neyse efendim, bu haftada "ilk cuma/cumartesi" planımız kapsamında gecelere aktık. İki aydır gitmek istediğim bir restoran vardı, ancak ne zaman arasak aynı cevabı alıyorduk, "şu an yerimiz yok, rezervasyon iptali olursa size haber verelim" Biz de gururluyuz ya öyle yer boşalmasını bekleyecek halimiz yok, "hımmm kalsın o zaman" diyoruz. Lakin bu sefer çok kararlıyım, gidecez.

Beyim sağolsun, benim bu halimi görünce bir ay öncesinden aradı rezervasyonu yaptırdı, biz de nihayet cuma akşamı teşrif edebildik.

Bu gizemli mekan neresi mi? Yeni Lokanta Bar.

Yaklaşık bir yıl önce Beyoğlu'nda açılan restoran, dediğim gibi pek popüler. Füzyon mutfağı denilen cinsten, enteresan yemekler var. Mesela çilekli enginar salatası, vişneli kısır gibi ilk etapta kulağa değişik gelen tatları bir araya getirmişler.

Çok sade bir dekorasyonu var. Zemindeki çini karolar gerçekten de bir restorandan ziyade lokantaya girmişsiniz izlenimini yaratmakta çok başarılı. Ancak söylemeden geçemeyeceğim, masalar küçük, birbirine çok yakın. Bu tip popüler yerlerin ortak problemi.

Neyse, hemen kötü şeylerden başladım yazmaya, negatif ben işte.

Çok restoran gezmiş bir gurme olduğumu söyleyemem ama Türkiye'de ilk defa bir restoranda "maden suyu mu, normal su mu" istediğimin sorulduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Bilenler bilir, yurt dışında gittiğim tüm restoranlarda özellikle belirtmezseniz su dediğiniz zaman maden suyu gelir.

Şimdi bunu neden özellikle anlattığıma geleceğim. Biz içeri girip yerimize yerleştik, şöyle çevreme bir baktım. Neredeyse tüm masalar ecnebi turistlerle dolu. Biz o kadar arıyoruz, yer bulamıyoruz, adamlar duymuşlar teeee nerelerden gelip yer bulup keyif çatıyorlar.

Bak daha önce söylemiştim, yine söylüyorum, bu İstanbul' un tadını turistler çıkarıyor, cefasını biz çekiyoruz. Gerçi sonradan birlikte gittiğimiz arkadaşlarla da konuştuk, acaba yer yok demek bunların taktiği mi, hani yurt içinde talep arttırmak için numara mı yapıyorlar acaba?

Kafama koydum, arayıp turist taklidi yapacağım, bakalım yine yer yok diyecekler mi?

Neyse, yemeklere gelecek olursak, çok değişik tatlar olduğunu duyduğumuz için mümkün olduğunca farklı çeşidi deneyebilmek adına tadım menüsünde karar kıldık, üstüne de iki çeşit ana yemek seçtik. Tadım menüsü adından da anlaşılacağı üzere küçük porsiyonlar halinde servis ediliyor ama bizim gibi ilk defa giden herkese bu menüyü tavsiye ederim, bir çok değişik tadı deneme fırsatınız oluyor böylece.

Bizim denediklerimiz içinde benim en çok beğendiğim ve tavsiye edeceklerim isli tereyağı, ekşi mayalı ekmek, vişneli kısır, zencefilli havuç tarator, isli Denizli yoğurtlu fırın fasulye, kuru patlıcanlı vejeteryan mantı ve isli dondurmalı tatlı.

Anlaşıldığı üzere, is olayıyla turnayı gözünden vurmuşlar.

Eeeeee yedik içtik, güzeldi ama hesap o kadar da güzel değildi. Doğruyu söylemek gerekirse pahallı bir yer. Yediklerine en azından lezzeti ve orijinalliği için acımıyorsun ama içkiler konusunda aynı şeyi söylemek güç.

Buna rağmen pişman mıyım? Değilim, yine giderim. Değişik ve özel bir yemek deneyimlemek isteyenlere de tavsiye ederim.

Gecenin kalanında ise sabaha kadar dans, dans, dans desem abartmış olmam. Hep söylerim, yine söylüyorum: çalışmak zorunda olmasak hayat güzel bir şey aslında.

4 Haziran 2014 Çarşamba

Alarm Alarm Alarm: Acil Durum!

Bu aralar beyimle bir diziye sardık: Revolution.

Dünyada bir anda elektrik gidiyor. Sonrası felaket. Hikaye elektriğin gitmesinden 15 sene sonrasında geçiyor ama sık sık geri dönüşlerle anlatılıyor.

Arabalar, trenler, gemiler hiç bir ulaşım aracı çalışmıyor. Ulaşım yürüyerek, atla, bisikletle sağlanabiliyor. Buharlı trenler falan müzelerden çıkartılıp yeniden iş görür hale getirilmeye çalışılıyor.

Telefon yok, iletişim yok.

İnsanlar karınlarını doyurmak için avlanmak, çiftçilik yapmak, balık tutmak zorunda.

Elektrik yok diyorum işte, günlük yaşamı hayal edin.

Elbette kaos, anarşi kol geziyor. Hükümetler düşmüş, devletler yıkılmış, düzen yok, yeni kurallarla yeni bir düzen kurulmaya çalışıyor. Elbette kötüler başrolde.

Henüz çok başındayız, elektrik neden gitti bilmiyoruz, söyleyenin kalbini kırar alnını karışlarım ona göre.

Dediğim gibi dizi bizi şu anda acaip sardı. Bakalım devamı nasıl olacak.

Ancak seyretmeye başladığımdan beri geceleri uyku yok bana. Her gece rüyamda birilerinin elinden kaçmaya, bir beladan kurtulmaya çalışıyorum.

Neyse, bütün bunlardan sonra karar verdim, acilen dövüş dersleri almamız gerekiyor. Dizide gördüğüm kadarıyla, bu şartlar altında hayatta kalanlar dövüşmeyi bilenler zira.

Bu fikrimi beyime açtım "Acaba hangisini öğrenmemiz gerek, karate mi judo mu aikido mu? Üstelik ne ateş yakmayı biliyoruz ne de su arıtmayı, biz nasıl hayatta kalacaz ki???" Elbette beni ciddiye almadı. Umarım gelecek günler beni değil de onu haklı çıkarır.

Ben tüm bu fikirlerle boğuşurken aklıma bir kaç yıl önce okuduğum bir kitap düştü: Acil Durum. Yazarı Neil Strauss. Kitabın ne hakkında olduğunu anlatmak için arka kapaktan alıntı yapıyorum "Vahşi köpeklerin saldırısına uğradınız... Okyanusun ortasında bir sandalda ya da ıssız bir adada aç susuz yalnız başınıza kaldınız... Kayboldunuz ve yönünüzü bulamıyorsunuz... Dağ başında tipiye yakalandınız... Bir izdihamın ortasında herkes birbirini eziyor... Bir soyguncu silahını size doğrulttu ya da yıkıcı bir deprem sırasında evinizde oturuyorsunuz... Ne mi olur? Eğer bu kitabı okumadıysanız büyük olasılıkla ölürsünüz..."

Ya işte böyle hayat kurtaran bir kitap.


Şaka bir yana enteresan bir kitaptı. Hatırladığım kadarıyla adam, bir gün sistemin çökmesinden ve kaos çıkmasından korkuyor. Aynı benim gibi öncelikle fiziksel güvenliğini sağlamak için savunma amaçlı dövüş öğrenmesi gerektiğine karar veriyor. Fakat sonra, sistemin çöktüğü bir ülkede fiziksel güvenliği sağlamanın yeterli olmayacağını düşünerek başka ülke vatandaşlığı almaya kadar uzanan bir maceraya girişiyor.

Kitabı okurken tüm dünyada elektriğin aynı anda kesilmesi senaryosu aklıma gelmemiş olsa da, savaş falan çıkarsa nasıl hayatta kalırım konularına kafa yormuşluğum vardır.

Yazarken fark ettim ki bir çok detayı unutmuşum, acilen bu kitabı yeniden okuyacağım. Beyim de dövüş sporları dersi almaya olmasa da en azından bu kitabı okumaya ikna oldu. Bakalım hele bir kitabı okusun belki başka konularda da fikirleri değişir, yoksa benim tek başıma ikimizi birden korumam güç olur.

Bu satıları okurken bıyık altından gülüp dalga geçenlere de bir çift lafım var: ya gerçekten bir gün elektirikler tümden kesilirse ne olacak? Son gülen iyi güler.

1 Haziran 2014 Pazar

Drina Köprüsü

"İyi yazılmış bir kitap nasıl olur, tarif etsene." deseniz bana "Dili akıcı olmalı, iyi bir kurgusu olmalı, insanı içine çeken bir hikayesi olmalı. Bir derdi, vermek istediği mesajı olsa iyi olur. Zamansız olmalı, ne zaman okusan bir anlam ifade etmeli." derim.

Bu tanım sizi tatmin eder, etmez ayrı hikaye, ama en iyi tanımım budur. Buna rağmen iyi kitabın kelimelere dökemediğim bir özelliği daha var. Dedim ya anlatamayacağım diye, kendimce büyüsü diyorum buna.

Mesela, tat duyumuz için dört ana tat vardır ya: tatlı, tuzlu, acı, ekşi. Bir de beşinci tat vardır hani; umami. Aslında kendi başına lezzeti yoktur ama yeteri ölçüde varlığı tüm tatların etkisini arttırır.

İyi yazılmış bir kitabın umamisi de bu bahsettiğim büyüsüdür.

Dili çok iyi, kurgusu çok başarılı, hikayesi sürükleyici, mesajı anlamlı, tüm zamanlara hitap eden bir kitabın "iyi yazılmış kitap" kategorisine girmesi için tüm bu özellikleri şart olsa da bir de bunların uyumlu bir şekilde bir araya getirilmiş olması gerekiyor, bunun için de büyü gerekiyor işte.

Uzun zamandır okuduğum kitaplar içinde bende bu duyguları uyandıran İvo Andriç'in Drina Köprüsü oldu.

1945 yılında basılmış olan kitap, Bosna'daki kozmopolit yaşamı 16. yy'da Sokollu Mehmet Paşa'nın emriyle Mimar Sinan tarafından inşa edilmiş olan Drina Köprüsü üzerinden anlatıyor. Köprünün inşasından önceki yıllardan başlayan anlatım bu toplulukların yaşamlarına da etki eden tarihsel olayları köprü vasıtasıyla anlatıyor. 350 yıllık bu zaman zarfında, tarihsel öneme sahip olaylar, kuru kuru kronolojik sırayla anlatılmak yerine o toplulukları nasıl etkiledeği, efsaneleri ve bu efsanelerin nasıl doğduğunu da içerecek şekilde yer alıyor.

Kitabın ön sözünde çevirmen Hasan Ali Ediz'in tanıtım yazısında da bahsedildiği üzere en acımasız eylemler dahi yazar tarafından tarafsız bir şekilde aktarılmış. Yazar olayı, o olayın nedenlerini ve o olayı yaşayan insanların o anda neler hissettiğini herhangi bir yorum, yargı içermeden anlatmış. Kitapta yer alan tüm karakterleri tarafsız bir gözle olduğu gibi aktarmış.

Diyaloglardan ziyade bol miktarda tasvir içeren romanı okurken, yazarın canlı anlatımı sayesinde okuduğunuz her şeyi gözünüzde kolaylıkla canlandırabiliyorsunuz. Elbette çevirmen Hasan Ali Ediz ve Nuriye Müsatkimoğlu' nun başarısı da övgü hak ediyor.

O kadar ki, köprünün üstünde batan güneş manzarasını gözümü kapattığımda karşımda görebildiğim gibi, bir suçlunun diri diri kazığa geçirilmesini de görmemek için gözümü kapatmamaya çalışıp bir film izliyormuşçasına bakışlarımı sayfadan kaçırdım.

'90lı yıllarda Balkan'larda süregelen iç savaş nedeniyle bu kitap yeniden popüler olmuş, kimi çevrelerce, çok kültürlü bir yaşamın kanıtı olarak kimi çevrelerce de tam aksi, "bakın işte bu kitap asla birlikte yaşayamayacağımızın kanıtı" diyerek. Gerçekten de bu kitabı okuyan neyi görmek istiyorsa tam olarak onu görür. Çünkü, kitabın arka kapağında belirtildiği gibi "Anlatılan ne müthiş bir uyum hikayesi, ne de mutlak bir zulüm hikayesi. Kimliklerin, dinlerin, devletlerin ve de her şeyin ötesinde, içinde insanların olduğu, karmaşık, zengin bir hayat tablosu."

Tüm bu olanlar anlatılırken de çok doğru tespitler var kitapta. Mesela aşağıda işaretlediğim kısım yaşadığımız günlerin koşulları içinde o kadar anlamlı geldi ki bana. Acaba devlet büyüklerimiz kitap okuyor mudur, hangi kitapları okuyordur ve okuduklarından ne çıkarımlar yapıyordur diye düşünmeden edemedim:


Kitaptan alıntıladığım bir bölümle sonlandırmak istiyorum: "Hayat anlaşılmaz bir mucizedir, boyuna harcanır, erir, buna rağmen yine dayanır, sürüp gider. Tıpkı Drina'nın üstündeki köprü gibi."