29 Şubat 2016 Pazartesi

Can ve Hayvanlar

Geçtiğimiz hafta sonu yine Can'ımız şereflendirdi hanemizi. Yeğen kontenjanından torpil geçiyor olabilirim ama bu velet şahane. Mümkün olsa da her hareketini, her konuşmasını, her kelimesini bir kayıt cihazı titizliğinde buraya aktarabilsem. Ne mümkün!

Yalnız ne yalan söyleyeyim şu merak olayı yorucu. Artık Can'la arabada giderken ya radyo dinlememeyi ya da sadece yabancı şarkı çalan istasyonları dinleyeceğim. Bir insan bir şarkıda geçen herrrrr şeyi merak eder mi? "Anne neden korkuyormuş? Sultan ne demek anne? Kalbime koydum ne demek anne?" Diyorum "büyüyünce öğrenirsin çok güzel bir cevap" diye beni dinleyen kim. Ondan sonra otur çocuğa sultanın ne olduğunu anlatmaya çalış, oradan gel ülkeye, sonra hop vatan derken işler iyice sarpa sarsın. Eeeeeh büyünce öğrensin işte!

Can'ın soru sormadığı zamanki konuşmalarını ağzım bir karış açık dinlediğim için kelimelerini bile not etmeyi unutuyorum. Bu nedenle bu seferlik size Can sözlük yapamayacağım.

Ama hiç bir şey de yok değil.Bu defa Can'ın hayvanlar alemi hakkındaki engin bilgi dağacığıyla tanıştıracağım sizi.

Dinozorların ve "ecvava"ların artık yaşamayan hayvanlar olduğunu uzun uzuuuuun anlattı bana.Sizler de bilmiyorsanız öğrenin. Hipopotamların ise su altında yaşayan ve ağızlarını kocamaaaaaaan açan hayvanlar olduğunu.

Valla ben hipopotam kelimesini telaffuz ettiğimde lisede olduğumu çok iyi hatırlıyorum. Tabii "neden bu çocuk kedi, köpek, inek, tavuk, balık gibi haşır neşir olma ihtimali daha yüksek hayvanlar yerine dinozor, "ecvava", hipopotam gibi fantastik hayvanları diline dolamış acaba" diye düşünmeden de edemiyorum.

Balık dedim ya, bizimki balık tutmayı seviyor. Sahile gidecekmişiz, O balık tutacakmış ama balıkları yemeyecekmiş, biz yiyecekmişiz. Çünkü "Can balıklara alerji yapıyor"muş.

Bütün hafta sonumuzu neşe içinde geçirmemizi sağlayan meraklı böcüğü şimdiden özledim.

25 Şubat 2016 Perşembe

Rüzgarın Adı

Ne zamandır fantastik kitap okumuyordum. Hem de o kadar sevmeme rağmen. Sanıyorum bu dünyanın gerçekliği beni o kadar yoruyor ve sıkıyor ki o yüzden fantastik hikayelere bu kadar sarılıyorum. Ama her zaman iyi bir hikayeye denk gelecek kadar şanslı olamıyorum maalesef. Bu uğurda ne kadar zamanı boşa harcadığımı bilseniz oturur ağlarsınız benim için.

Neyse, bu konuda şanslı bir dönem geçiriyorum. Artık merkür ileri mi gidiyor, venüs geri mi gidiyor ne yapıyorlarsa aynen böyle devam etsinler, zira ömrümün bir 736 sayfayı daha okunacak zamanını heba etmek istemem.

Kitap 736 sayfa diye sitem ettim sanılmasın, keşke 1.736 sayfa olsaydı. O kadar severek okudum, elimden bırakmak istemedim resmen.

Gizemli kitabımızın adı "Kral Katili Güncesi 1. Gün: Rüzgarın Adı", yazar Patrick Rothfuss.


Öykü, bilinmeyen bir zamanda, Medeniyetin Dört Köşesi diyarının, Newarre kasabasının Yoltaşı Hanı'nda başlıyor. Ya da bitiyor. Hancı Kote'de bir iş var ama ne?

Bir halk kahramanı mı yoksa bir katil mi olduğu belli olmayan Kvothe, ne olmuş da şanını şöhretini, tüm yeteneklerini ve bilgisini rafa kaldırıp kuş uçmaz kervan geçmez bir kasabada, inlerle cinlerin top oynadığı bir hanın silik hancısına dönüşmüş?

İşte kitap Kvothe'nin hikayesi. Tarihçi Devan Looches'a hayat hikayesini 3 günde anlatmaya ikna olan Kvothe'nin öyküsünün birinci günü. Çocukluğu, ailesi, Üniversite eğitimi, sihir öğrenmesi.

Bu hikayede sihir yapabilmek için her şeyin ama her şeyin adını öğrenmek gerekiyor. İşte Kvothe de Chandrialılar'ın gizemini çözmek için her şeyin ama her şeyin ve hatta rüzgarın bile adını öğrenmek zorundadır. Azmiyle, çalışkanlığı ve yeteneği ile çıktığı bu macerada dostlar ve düşmanlar edinir, zaferler ve mağlubiyetler görür, hakkında efsaneler oluşmaya başlar.

Ve bütün bunlar olurken biz de görürüz ki Kvothe ne bir şeytan ne bir melek; o da herkes kadar iyi, herkes kadar kötü. Ve aslında bütün o efsaneler de kendi varoluş savaşının sonuçlarından başka bir şey değil.

Hikayeyi o kadar beğendim ki okurken kendimi kaybettim. Aklı başında bir insan iş çıkışı yolda trafik olsun da bir kaç sayfa daha okuyayım, keyfim bölünmesin diye dua eder mi? Etmez. Ben ettim. Niye? Aklımı kaybettim diyorum ya işte.

Henüz üçüncü kitap yayımlanmamış, kim bilir ne zaman çıkacak. Şu ana kadar çok memnun olsam da umarım serinin diğer iki kitabında, hemen her üçlemede yaşadığım hayal kırıklığını yaşamam.

Fantastik şeyleri seviyorsanız bu seriyi kaçırmayın.

23 Şubat 2016 Salı

Pazara gidelim, bir elma mı alalım

Meyve sebze alışverişimi mümkün olduğunca pazardan yapmak isterim. Hem seçenek ve tazelik açısından daha zengin buluyorum, hem de kendimce gelir dağılımında adalete katkı sağlıyorum. Marketler kazanacağına esnaf kazansın.

Pazara gidince de hakkını veririm. Öyle hemen ilk gördüğüm tezgahtan alışveriş yapmam. Önce bir baştan bir başa bir yürürüm. Nerede ne var tespit ettikten sonra dönüşte almaya başlarım.

Maalesef meyve sebze seçme konusunda oldukça başarısızım. Seçmece yaptırmayan tezgahtan zaten alışveriş yapmam prensip olarak ama kendim seçince de beceremiyorum bu işleri. O yüzden genelde ilişki yönetimiyle bu işi halletmeye çalışırım. Hani esnaf beni tanısın da, "ay ben bu ablanın yüzüne nasıl bakarım sonra" diye en azından kötü mal kakalamasın.

Mesela aynı malı satan tezgahlar arasında esnafı kadın olan varsa alacağımı oradan alırım. Pozitif ayrımcılık şeysi.

Ya da sadece bir mal satan bir tezgah varsa oradan alışveriş yaparım. Mesela marul, maydanoz, roka falan bütün yeşillikleri satan bir esnaftan her şeyi almam, tek başına maydanoz satan biri varsa maydanozu ondan alırım. Karınca kararınca katkım olsun.

İşte kendimce stratejiler.

Yani alt tarafı 2 kilo meyve 5 kilo sebze almak için çıktığım bir pazar alışverişi bile oldukça zaman alıcı ve yorucu oluyor benim için. Ama sor bakalım 2 kilo meyve 5 kilo sebzeyle dönebiliyor muyum eve? Tabii ki de hayır.

Mesela cumartesi günü yine pazara gittim, ince ince düşünüp alacağımı aldım eve dönüyorum. Hop bir teyze gördüm, sadece elma ve ayva satıyor. Ben elma ve ayva almışım ama yaşlı teyzeyi görünce, meyveler de iyi görününce gittim bir daha aldım. Çok bir şey değil ama bir katkım olsun diye.

Hadi bu hafta bol bol ayvalı ıhlamur kaynatıp, bol bol elma fırınlar tüketirim ama her zaman böyle kolay tüketilecek ürünlere denk gelmiyorum. Mesela bir insan ne kadar fasulye yiyebilir hiç düşündünüz mü?

Bu algıda seçicilik ne menem bir şeydir, ya da benim algılarım neden iş işten geçtikten sonra seçmeye başlıyor hiç bir fikrim yok.

21 Şubat 2016 Pazar

Faydalı bilgiler

Evrene mesaj gönderme konusundaki bakış açımı daha önce yazmıştım buraya bir tıklayıverin. Bu işler pek benim kalemim değil desem de galiba gizli güçlerim var. Bir şeyi gerçekten çok istersem oluyor.

Ya da bende bir numara yok, eğrisi doğrusuna denk geliyor, zaten olacak şeyleri istiyorum. Bilemiyorum artık hangisiyse.

Ama azıcık bile gizli gücüm falan varsa boşa harcamak istemem. O yüzden bir şeyi dilerken, dikkat etmeye çalışırım, gerçek olabilir diye.

Ama çevremde bu konulara oldukça özen gösteren insanlar var, ben de kulağıma çalındıkça onlardan öğrendiğim şeyleri, aklıma da yatıyorsa uygulamaya çalışıyorum.

İşte böyle iki tane şey öğrendim, hemen bir blogger sorumluluğu ile buradan paylaşayım dedim.

Ay böyle iddialı bir giriş yapınca sanki hayatın çok önemli bir sırrı ya da mutluluk formülü gibi matah bir şey anlatacağım sanmayın. Benim söyleyeceklerim ufak şeyler.

Birincisi, şükür yerine hamdolsun dememiz lazımmış. Çünkü şükür "ben halimden memnunum, bu bana yeter" anlamına gelirken hamdolsun "böyle iyiyim ama daha iyisine de itiraz etmem" anlamına gelirmiş. Valla ben söyleyenlerin yalancısıyım, günahları boynuna.

İkincisi, zor bir durumda olduğumuzda "Allahım bana sabır ver" demememiz lazımmış. Çünkü sabır dilemek "ben daha çekerim, daha dert gelsin" anlamına gelirmiş. Bunun yerine ne demek gerektiğini duyamadım. Artık onu da siz düşünüp bulun. Bana da söylersiniz. Mesela "bitsin artık bu çileeeee" diye şarkıya bağlayabiliriz, hem müzik ruha da iyi gelir.

İşte aklınızın bir köşesinde bulunsun, belki bir faydasını görür bana da iki hayır duası edersiniz.

16 Şubat 2016 Salı

Hayaller gerçek mi oluyor yoksa

Müjde a dostlar müjde!

Tam 2,5 yıl önce yazmıştım, hyperloop diye bir şey icat oluyormuş diye. Nasıl sevinmiştim, sonunda ışınlanma gerçek mi olacaktı? Yaşasındı!

Lakin bir yandan da atarlanmıştım, proje ticari uzay yolculuğunun arkasına atılmış diye. Kusura bakmayın ama akşamları işten evime varmak için harcadığım süreyi düşündüğümde uzaya gitmek için hiç bir istek duymuyorum. Zaten birazcık istek vardıysa da Holivut onu yedi bitirdi.

Ayrıca da hep söylerim benim vizyonum buradan Yunan Adaları'na kadar. Uzayla falan pek işim olmaz.

Neyse benim vizyonumu, Holivut'un beceriksizliğini falan bir yana bırakalım loop şeysine dönelim. Son zamanlarda okuduğum haberlere göre proje hızlanmış. Tasarımı için yarışma bile düzenlenmiş, MIT ekibi kazanmış. Galiba proje 10 yıl içinde hayata geçecekmiş.

Bu 10 yıl içinde malum İstanbul trafiğinde heba olup gitmez, ruhumu bir yerlerde teslim etmezsem ışınlanmayı olmasa da şu loop şeysini görebilirim belki. İnşallah.

Buradan dünyanın tüm bilim insanlarına, özellikle de Eugene Goostman'ın ebeveynlerine sesleniyorum: bırakın boş işleri şu loop işine odaklanın, insanlığa gerçek bir faydanız olsun. 10 yıl çok uzun!

Bir de buna Türkçe bir isim bulmak lazım. Eğer bu işi otobüse "çok oturaklı götürgeç"i uygun gören TDK'ya bırakırsak neyle karşılaşacağımızı hiç bilemiyorum. Ay düşünsenize birine "çok oturaklı götürgeç durağı nerede?" diye sorduğunuzu. İşin ucu "sen bana küfür mü ettin yoksa" diye dayağa kadar gider.

İyisi mi ben şimdiden isim düşünmeye başlayayım. Bir TDK kadar olmasa da ben de kelime uydurma konusunda kendi çapımda iddialıyım. Teknolojik şeyler icat edemesem de bakarsınız insanlığa böyle bir katkım olur.

15 Şubat 2016 Pazartesi

Yapay Zeka

Yapay zeka ifadesini ilk ne zaman duyduğumu hiç hatırlamıyorum ama Steven Spielberg'ün Yapay Zeka filmini seyredene kadar yapay zeka denince aklıma üstün hesaplama yeteneği gelirdi. Filmi seyrettikten sonra farklı bir bakış açısı kazandım. Yoksa bu yapay zeka denen zımbırtı yapay duygu olmasındı?

Şaka bir yana ne içlenmiştim o filmi seyrederken o Haley Joel Osment bacaksızına. İtiraf ediyorum ağlamıştım bile filmde.

Tamam yapay zeka denen şey sadece hesap kitap işi değildi ama bu kadar duygusal bir şey de olmasa gerekti herhalde.

Gel zaman git zaman ben bu yapay zeka olayını iyicene merak ederken ve de bu konuda araştırmalarım devam ederken başka bir film seyrettim ve yapay zekanın tanımını buldum: manipülasyon yeteneği. Çıkarlarını gözeterek, gerekli pozisyonu almak.

Tamam kabul, tekerleği yeniden icat eder gibi oldum. Zaten bu konuda söylenecek olan söylenmiş: ne en zeki ne en güçlü olan, değişime en çok adapte olan hayatta kalır. Yalnız bu sözü Darwin mi söylemiş Leon C. Megginson mu söylemiş orası biraz karışık.

Neyse filme dönelim. Ex Machina. Bir yazılım firması çalışanı Caleb şirkette düzenlenen bir çekilişi kazanarak patronun evinde bir hafta geçirme şansı yakalar. Kendisinin henüz haberi olmasa da, bu konaklamanın amacı patronun geliştirdiği robota Turing testi uygulamaktır.

Turing testinin ne olduğuna bakalım kısaca: bir insan, kimin kim olduğunu bilmeden başka bir insan ve robot ile, onları görmeden, yazılı olarak sohbet eder. Sohbetin sonunda denekten hangisinin insan hangisinin robot olduğunu tahmin etmesi istenir. Eğer robotu ve insanı doğru tahmin edebilirse robot testten kalır.

Herhangi bir robotun testi geçebilmesi için deneklerin % 30'u tarafından insan olarak belirtilmesi gerekir.  Şimdi sıkı durun, 2014 Haziran ayında bir robot bu testi geçti. Bir Rus ve bir Ukrayna'lı mühendis tarafından geliştirilen 13 yaşında Eugene Goostman "karakterinde"ki bir robot deneklerin %33'ü tarafından insan olarak etiketlendi! Bu ismi aklınızda iyi tutun.

Turing testini geçen yapay zeka sizi yeterince korkutmuyorsa Ex Machina'yı izleyin, ondan sonra tartışalım. Mesela filmde beni en çok etkileyen sahne Caleb ile robot arasındaki şu diyalog oldu:

Robot: Bu teesti geçemezsem bana ne olacak?
Caleb: Sanırım yok edileceksin.
Robot: Peki seni böyle test edip başarısız olduğuna karar veren biri var mı?

Buyrun bakalım, şu bilim insanları yapay zeka falan gibi boş işlerle uğraşıp Tanrı kompleksine girip psikopata, sosyopata bağlayacaklarına ışınlanma gibi faydalı şeylerle uğraşsın derken haksız mıyım yani?

7 Şubat 2016 Pazar

Uyumsuz Defne Kaman'ın Maceraları - Toprak

Defne Kaman'la henüz tanışmadıysanız tez vakitte bir kitapçının yolunu tutmanızı öneririm. 2014'te Su kitabı tesadüfen elime geçmişti. Toprak'ın çıktığını görünce aynı tesadüf kapıyı iki kere çalmaz diyerek kitabı aldım.

Toprak, Buket Uzuner'in Tabiat Dörtlemesinin ikinci kitabı. Kahramanlarımızın çoğu da Su'dan tanıdık: Defne Kaman, Umay Nine, Dede Korkut, Komser Ümit, Sahaf Semahat gibi eski dostlarımıza Arkeolog Güneş Aytan, Rehber Kemal, Karaca, Vali Sabahattin Ali Okur, Emniyet Müdürü Muhtar Körağaoğlu ve başka karakterler eşlik ediyor. Kitabın diğer önemli kahramanları ise Hititler ve Kutadgu Bilig.

Tıpkı Su'da olduğu gibi çevre meselelerinden, kadın haklarına, tarih bilincinden, bireysel özgürlüklere, insan haklarından demokrasiye söylediği çok sözü var. Ve elbette Şamanizm ve Türk mitolojisi.

Hitit dönemine ait bit tarihi eser hırsızlığı üzerine araştırma ve haber yapmak için Çorum'a gelen Defne Kaman bir anda ortadan kaybolur ve hem emniyet güçleri hem de dostları Defne'yi bulmak üzere seferber olur.

Bir yandan toprağın Şamanizm geleneğindeki anlam ve önemi bir yandan da Hitit tarihi ve kültürü tüm hikaye boyunca okuyucuya eşlik ediyor. Okullarda neden Osmanlı İmparatorluğu kadar Hitit Medeniyeti'ne yer verilmediğini de merak etmeden duramıyor insan.

Kitap oldukça akıcı diliyle kolay ve heyecanla okunuyor. Bazı bölümlerde tekrarlar fazlaca yer alsa da okuma keyfi kaybolmuyor. Zaten ben, hem Su hem de Toprak kitabının içeriğinden o kadar büyülendim ki bir kaç cümleyi tekrar okumaktan hiç bir rahatsızlık duymadım.

Ancak, kitabı ne kadar beğenmiş olsam da iki konudaki eleştirimi de söylemeden geçemeyeceğim. Birincisi Gezi Olayları'nın simülasyonunun Çorum'da yaratılmaya çalışılması bana zorlama geldi. O bölüm olmasaymış hikaye anlamından hiç bir şey yitirmezmiş kanımca.

İkincisi de, özellikle Vali başta olmak üzere, sevgili Buket Uzuner'in bazı karakterleri kendi fikirlerini dile getirmek üzere konuşturduğu hissiyatını yaşadım. Bazı ifadeler ve cümleler "sana laflar hazırladım" tadını verdi bana. Size vermeyebilir.

Son tahlilde bu seriyi okumanızı şiddetle tavsiye ederim.


4 Şubat 2016 Perşembe

Avukatlık zor iş

İlgi alanlarımı ve yeteneklerimi düşündüğümde kendime uygun bir çok meslek olduğunu düşünüyorum. Bu konudaki parlak fikirlerimi daha önce de yazmıştım zaten. Merak edenler buradan ulaşabilir.

Orada değinmediğim ama başarılı olacağıma inandığım bir meslek daha var: avukatlık. Ne yalan söyliim ağzım iyi laf yapar. Hiç bir şey yapamasam karşı tarafı konuşarak bezdirebilirim. İnanıyorum. Sadece ben değil, beni tanıyan bir çok insan da aynı şeye inanıyor, biliyorum.

Elbette davulun sesi uzaktan hoş geliyor ama işin felsefesine girince bambaşka düşünceler alıyor beni. Çok merak ediyorum avukatlar vicdan olayını nasıl çözüyor. Sonuçta savunduğun kişinin %50 suçlu olma ihtimali var. Masumiyetine inanmadıkları bir müvekkili nasıl savunabiliyorlar acaba? Ya da masum olduğuna inandıkları taraf davayı kaybettiğinde bunu nasıl aşıyorlar.

Tamam profesyonellikten bahsedeceksiniz. Ama insan kendini, inançlarını, değerlerini yaptığı işin bu kadar dışında nasıl tutabilir bunu merak ediyorum.

Son zamanlarda gazetede okuduğum iki haber beni bu düşüncelere sevk etti. Birincisi Soma faciasındaki tazminat davası. Şirketin avukatı mahkemenin uygun gördüğü tazminata itiraz etmiş ve savunması da şu: "bu rakam felaketi özendirir"

Bir başka haber de ters yöne giren bir araçla çarpışan polis arabasındaki polislerden birinin ölümü üzerine karşı tarafın yaptığı savunma: "polis emniyet kemerini takmış olsaydı ölmezdi"

İşin insani boyutunu düşündüğümde her iki avukatın da bu savunmalarının kişisel inançlarını yansıtmadığına inanıyorum. Her şeyden önce, bu kadar insanlık dışı değerlere sahip olsalardı, toplumsal hayatta barınamazlardı sanıyorum. Yıllar boyu süren bir eğitim gerektiren böyle bir meslek sahibi olmuş her iki avukatla da kişisel olarak tanışıp işin felsefesini anlayabilmek için bu konuyu tartışmak isterdim.

İşte ben bütün bu düşüncelerle boğuşup dururken bir film izledim. Steven Spielberg'ün Casuslar Köprüsü. Özetle, soğuk savaş yıllarında Rus casusu olmakla suçlanarak tutuklanan bir adamın Amerika'nın namusunu kurtarmak için kerhen de olsa mahkemede düzgün bir şekilde savunulması hikayesi. Avukatımız Tom Hanks davayı aldıktan sonra işin rengi değişiyor ve ciddiyetle bir savunma yapıyor. Tüm tepkilere rağmen.

Filmin bir yerinde mahkum avukatına "Gerçekten casusluk yapıp yapmadığımı bana hiç sormadın" diyor. Avukatın cevabı hukuk felsefesini yansıtıyor sanırım: "Benim görevim senin casus olup olmadığını ortaya çıkartmak değil, bu devletin işi. Ben süreçten sorumluyum. Senin adil bir yargılanma sürecinden geçmen benim sorumluluğum."

Tam kelimeler bunlar değildi ama ana fikir böyle bir şeydi.

Tamam masumiyet karinesi, herkesin adil bir yargılama sürecinden geçmesi gerekliliği prensiplerinden bihaber değilim ama adil yargılama sürecinde yapılan savunmanın da vicdanlarda yara açmaması gerekmez mi? Avukatlığın sınırı nerede başlar, nerede biter? Bir tanecik avukat arkadaşım olsaydı bunları tartışmak isterdim kendisiyle.

2 Şubat 2016 Salı

Dönem ödevi

Artık beni az çok tanıdınız. Okumayı, araştırmayı çok severim. Sonradan böyle olmadım, kendimi bildim bileli kitaplarla, ansiklopedilerle aram hep iyi olmuştur.

Tamam okuduklarım yüksek fizik, felsefe falan değil. İyi vakit geçirmek için okuyorum neticede. Lakin bu kadar vaktimi, enerjimi bilimsel şeylere adasaydım ışınlanmayı şimdiye kadar insanlığın hizmetine sunabilir miydim diye merak ediyorum.

Yine de buna da şükür. Hayatı boyunca ders kitabı dışında kitap kapağı açmamış insanlar tanıyorum. En azından benim hayal gücüm gelişti. Bir de hiç bir işe yaramayacak bir şeyi merak mı ettiniz, bana sorun. Muhtemelen ben biliyorumdur. Bilgi yarışmalarına falan katılırsanız beni telefon jokeri yazabilirsiniz, parayı kırışırız. Ama bana soracağınız sorunun bilimsel bir şey olmamasına dikkat edin.

Sanıyorum hayatta en büyük motivasyonum merak. Bundan dolayı arı kovanına çomak sokmuşluğum bile vardır. Neyse ki ucuz atatmıştım.

Her şeyi öğrenmek, bilmek istiyorum. Ama her şeyi. Küçükken 15 ciltlik Görsel Büyük Genel Kültür Ansiklopedisi'ni okumaya niyetlenmiştim. İlk cilde hevesle başladım, baya da okudum, neden sonra okuduklarımı akılda tutma çabası beni yıldırdı bıraktım. İhtiyacım oldukça bakarım dedim.

Artık Google var şükür, her şey elinin altında. Ay Google arama tarihçemi bir görseniz bütün bu söylediklerim daha anlamlı gelecek.

Bütün bunları neden yazdım? Geçenlerde takip ettiğim bir blog'da 90'ları hasretle anan bir yazıya denk geldim. 90'ların her şeyini hasretle anmışlar. HER ŞEY diyorum. Dönem ödevlerini BİLE!

Benim kadar okumayı, araştırmayı seven inek bir öğrencinin kabusuydu dönem ödevi. Ödevi araştırmak, hazırlamak büyük keyifti de, sorun temize çekmekteydi.

Ay hiç unutmuyorum, valla kabus gibi. Önce bir adet çizgili dosya kağıdının çizgilerinin üstünden bir cetvel ve tükenmez kalem ile teeeeeek tek geçilir. Sonra bunun üzerine bir adet çizgisiz dosya kağıdı konur, sabitlemek üzere dört yanından ataşlanır.

Ondan sonra alırsın eline dolma kalemini, başlarsın ödevi temize çekmeye. Yazdın, yazdın, yazdın, tam sayfanın sonuna geldin bir kelime yanlış oldu. Haydiiii bütün sayfayı baştan yaz. Ay valla kabus gibiydi. Yeminle parmaklarım ağrımaya başladı yine.

İşte bir eğitim sistemi, bir çocuğu bilimden böyle soğuttu.