5 Aralık 2016 Pazartesi

Bilkent Senfoni Orkestrası Konseri

2016 kültür sanat aktivitelerimiz Bilkent Senfoni Orkestrası'nın konseri ile devam ediyor.

Etti yani. Cemal Reşit Rey'de Gabor Takacs Nagy yönetiminde Haydn ve Schumann dinledik. Beyimin özel isteği ile.

Beyimle bunca yıllık hukuğumuz vardır, ben kendisinin senfoni orkestrası konserlerinden zevk aldığını geçen yıl öğrendim. Böyle birşeyi bana daha önce söylemediğine eminim.

Çünkü birincisi bende 40 bin gigabyte hafıza vardır, bir duyduğumu kolay kolay unutmam. Hele ki mevzu bahis beyimin müzik zevki ise. İkincisi ise beyinizin senfonik müziği sevdiğini duymak asla unutulacak bir şey değildir.

Madem seviyorsun, bir konsere bilet al da gidelim dedim. Tamam ben de Selami Şahin fan'ıyım ama hep de Selami Şahin'e gidecek halimiz yok. Arada sırada senfoni orkestrası konserlerine de gidebiliriz. Beyimin bilet alması bir seneyi geçti. Sonunda gittik.

Yalan yok, konser öncesinde tüm günü dışarıda geçirip bir hayli yorulup, bir de bir kaç kadeh bir şey içince konser sırasında uyuklayacağız diye korkmadım değil. Hadi ben neyse de, beyim sinemada aksiyon filmi sırasında bile uyuyabilme becerisine sahiptir. Neyse korktuğum gibi olmadı. Aksine, konserin sonuna kadar ikimiz de keyif alarak dinledik.

Haydn ve Schumann dışında bir de genç, başarılı, Türk besteci Emre Sihan Kaleli'nin No. 13 for Orchestra isimli eserinin de dünya ilk seslendirilişini de dinleme fırsatı bulduk. Ama sanırım bu fırsatı iyi değerlendiremedik. Çünkü orkestra performansının başında bestecinin de belirttiği gibi akılda kalan bir melodi değildi.

Bir de bu eseri dinlerken, hem beyimin hem benim, birbirimizden bihaber kendimizi Lost adasında sandığımızın ortaya çıkmasına ne demeli? Lost'u izlediyseniz melodinin neden aklımızda kalmadığını biraz daha iyi anlayabilirsiniz belki.

Klasik müzik konusunda derin bilgim, kültürüm olmasa da hayatımı zenginleştirmek, yaşamıma değişik tatlar katmak, bilgimi-kültürümü arttırmak için böyle konserlere daha sık gitmek istiyorum. Önümüzdeki yıldan dileklerimden biri de bu olsun.



20 Kasım 2016 Pazar

12. Gece

Shakespeare'in aslında Şekspir olmadığını okuduğumdan beri ne zaman adı geçse bende bir şüpheler, bir tereddütler... 12. Gece oyununa giderken de aynı soru işaretleri. Aman dedim, sonra, Şekspir veya diil, 12. Gece 12. Gece'dir.

Duyan da beni bir Şekspir metnini ilk satırından ayırt edebilecek bir uzman sanar. Ama ne yaparsın işte, bir şeyi öğrenmenin laneti.

İBŞT'nin Ümraniye Sahnesi'nde izlediğim ikinci oyun oldu bu ve bence akustik problemini tescillemiş oldum. Yine bazı replikleri hiç duyamadım.

Bir yanlışlıklar komedyası olan oyunun konusu özetle, aşkı uğruna erkek kılığına giren Viola'ya aşık olan Olivia, Olivia'ya aşık olan Orsino, Viola'nın öldü sanılan ikiz erkek kardeşi Sebastian'ın ortaya çıkması ve tüm bu karmaşanın sebep olduğu olaylar.

Adı üstünde yanlışlıklar komedyası. Aslında benim pek sevdiğim bir tür değildir. Ama Bennu Yıldırımlar, Levend Öktem, Özge Özder gibi usta oyuncuları kanlı canlı sahnede izlemek için oyunu görmek istedim. Çok da iyi yapmışım. Viola/Sebastian'ı canlandıran ve şu anda Vatanım Sensin dizisinde Veronika karakterine hayat veren Sena Kara Tutumluer'in performansı ise ayrı bir övgü ve de alkışı hak ediyor.

Kostüm, dekor ve müzikler açısından bakıldığında oyun modern bir Şekspir yorumu olmuş. Oyun boyunca sahnede olan canlı müzik orkestrasını, çaldıkları müzikleri ve de oyuncuların şarkı söyleme performanslarını çok çok beğendim. Öte yandan dekor için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.

Sahnede çok kalabalık bir dekor vardı, video çekimleri, şeffaf toplar, şeffaf tablolar, aynalar... hepsi bir arada yorucu idi. (Oyunla hiç ilgisi yok ama o şeffaf toplardan bir tane bulursam içine girip yuvarlanmayı çok isterim.)

Kostümler güzeldi. Ama en güzeli Özge Özder'in şapkası ve pelerinli ceketi idi. Hem çok güzeldi hem de çok yakışmıştı.

Bir oyuna, filme gittikten sonra orasını sevdim, burasını sevmedim diye atıp tutması kolay. Yazdıklarıma çok da itimat etmeyin. Son tahlilde sahnede emek verilmiş, özen gösterilmiş alın teri izliyorsunuz. Gidin kendiniz görün.

Bir de özellikle tiyatro için, nasılsa fiyatı uygun diye gitmeyeceğiniz oyunlara bilet alıp gerçekten gitmek isteyenlere mani olmayın. Mesela bu oyuna, internetten baksanız bilet bulamazsınız ama salonda bir sürü boş koltuk vardı. Yapmayın, etmeyin.


13 Kasım 2016 Pazar

Fehim Paşa Konağı

Turgut Özakman'ın kaleme aldığı hem de vakti zamanında ödül kazandığı Fehim Paşa Konağı'nı izledik geçtiğimiz haftalarda. Ne de iyi ettik. 2,5 saat boyunca yüzümüz güldü, kulağımızın pası silindi.

1908 yılında, 2. Meşrutiyetin ilanından hemen önce geçen hikayede, eski kabadayılardan Rasim Baba oğlunun da kendisi gibi namlı bir kabadayı olmasını arzu eder. Eder etmesine de her şey her zaman istediğimiz gibi olmaz. Rasim Baba'nın da istediği olmaz. Gölge oyununa meraklı oğlu, konağa kabadayı yerine, hanımları eğlendirmek üzere gölge oyuncusu olarak alınır. Bir de üstüne paşanın kızına aşık olmasın mı?

Bir taraftan da Rasim Paşa'nın da içinde bulunduğu iktidar savaşları, meşrutiyetin ilanı öncesindeki siyasi karışıklıklarla dolu olaylar dizisi. Bu olayların sonunda bir de Rasim Baba'nın oğlu Yusuf bir halk kahramanı, bir hürriyet kahramanına dönüşüyor.

Bunların hepsi bir araya gelince, kahkahalar salondan taştı adeta. Bir de oyunun metni kadar başarılı fıkır fıkır sanat müziği parçaları eklenince keyifler tavan yaptı.

Ben yönetmenin oyunu sahneye koyma şeklini de çok sevdim. Tüm oyuncular, sahnede bir arabada fasıl heyeti gibi oturuyor, sırası gelen yine sahnedeki kostümlerden kendisine ait olanı giyerek oyuna katılıyor. Bu da oyuna ayrı bir dinamizm katıyor.


Oyuncuların kostümleri de ayrı bir alkışı hak ediyordu. Ama ben en çok dekor kullanımını sevdim. Özellikle Rasim Baba'nın kahvesinde geçen sahnelerde yukarıdan inen dev cezve, konağın hareminde geçen sahnelerde yine tavandan inen dev tüllü kadın başlığı fikrine bayıldım.

Her şey çok güzeldi ancak başrol oyuncularından Fehim Paşa ve Deli Suat Paşa'yı oynayan Selçuk Soğukçay'ın konsantrasyonu oldukça bozuktu. Repliğin unutulması ya da gülme krizine girdiği için söylenemeyen repliklerin birden fazla tekrarlanması beni şaşırttı. O kadar profesyonel bir oyuncunun bir kaç defa aynı problemi yaşamasının o güne özgü bir aksaklık olduğunu düşünüyorum.

Oyunu Üsküdar Müsahipzade Celal Sahnesi'nde izledik. Daha önce bu salonda oyun izlememiştim. Koltukları konforlu, havalandırması iyi, ferah bir salon. Üstelik önündeki caddede park yerleri var. İspark ama olsun. Hiç yer bulamamaktan iyidir.

Keyifli bir iki buçuk saat geçirmek istiyorsanız bu oyunu izlemenizi tavsiye ediyorum. Artık bahtınıza hangi salon çıkarsa...

1 Kasım 2016 Salı

Sitelendim

Ay övünmek gibi olmasın ama beyim hiç bir şeyciğimi eksik etmez. Bugün isterim yarın alır. İstemem yine alır.

En son sen tut bana site al! Yatlar, katlar, tek taşlar fazlasıyla banal. Gerçi bana Harry Potter'ın son kitabı ile sürpriz yapma fırsatını kaçırdığına içlendi ama kendisi de bana koca bir site almış!

Site diyorum!

www.cokparlakfikirler.com artık benim!

Ben daha da havalı olsun diye aldı dedim ama öğrendiğime göre domain adları teknik olarak satın alınamıyormuş, en az bir yıl olmak üzere kiralanabiliyormuş. Maksimum süreyi bilmiyorum.

İşte beycağzım, cancağzım da cokparlakfikirler.com'u benim adıma kiralamış. Sağ olsun, var olsun.

Buraya kadar her şey çok güzel. Ama şöyle bir ufak problem var. Ben site nasıl yapılır bilmiyorum. Biraz okuyayayım araştırayım dedim amaniiiin hiç bir şey anlamadım. Bir sürü teknik terimler, kısaltmalar, neler neler.

Ne yapacağım hiç bilmiyorum. O kadar da zor bir şey değildir herhalde. Ücret karşılığı yaptırabildiğini biliyorum elbet. Ama güvenilir olması gerek. Biraz okur, araştırır, çözmeye çalışırım, baktım olmadı blogger üzerinden buluşmaya devam ederiz.

Ayyy siten mi var derdin var valla!

30 Ekim 2016 Pazar

Canım Z

Cuma gününden beri güneş daha parlak, ağaçlar daha yeşil, denizler daha mavi. Ekim ayında mıyız? Hiiiç önemli değil. Hayat daha güzel, dünya daha güzel.

Çünküüüüü Harry Potter'ın yeni kitabı çıkmış!!! Haberim yok.

Haberim olmayabilir ama cillop gibi arkadaşlarım var. Bu arkadaşlarımdan bir tanesi ise cuma günüme bir güneş gibi doğdu.

Telefonum çaldığında ve Z'nin adını gördüğümde olacaklardan habersiz açtım. Klasik naber nasılsınlardan sonra sihirli sözler çıktı Z'nin ağzından: "Yeni Harry Potter kitabı .........."

Harry Potter ve yeni kitap laflarını bir arada duyduktan sonra bende film koptu, cümlenin kalanını duymadım bile. "Neeeee Harry Potter'ın yeni kitabı mı çıkmış????" diye kendimi kaybettim, bunu hatırlıyorum.

Yuh bana yuhlar bana, Rowling Hanım yeni kitap çıkarmış benim ruhum bile duymamış. Ruhum duymaz ama arkadaşım duyar, duymakla kalmaz işi nedeniyle ön sipariş verebilme imkanını da seferber edip benim için ön sipariş verir.

Meğer telefonda cümlenin kalanında bunu söylüyormuş, "kitabı almadın değil mi, ben senin için ön sipariş verdim"

İşte insanın böyle arkadaşları olsun, sırtı yer gelmez. Canım Z!

Kitaba dönecek olursak internetten okuduğuma göre Harry'nin oğlunun hikayesi olacakmış. Aslında önümüzdeki yaz aylarında İngiltere'de sergilenecek oyunun kitaplaşmış hali imiş. Spoiler falan denk gelmesin diye daha fazla araştırma yapmadım.

Şimdi kitabımı bekliyorum, gelince tadını çıkara çıkara okuyacağım.

Ay çok heyecanlıyım.

Canım Z!

26 Ekim 2016 Çarşamba

Kelimeler, kelimeler

Şimdi bu internet çıktı beri kimin neyi söylediği konuları birbirine karşıtı. Bir tarafından laf uyduran hemen feysbuk'a koyuyor, altında da bir Mevlana, Gandhi ve hatta Nejat İşler imzası çakıyor. O yüzden her okunana inanmamak lazım.

Lakin sanıyorum Gandhi'nin şöyle bir lafı vardı, yoksa da birinin muhakkak vardır:

Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür,
Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür,
Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür,
Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür,
Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür,
Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür,
Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür.


Güzel cümleler. Sanırım son tahlilde ağzından çıkana dikkat et, kaderin buna bağlı olabilir diyor. 

Yakın zamanda popüler olan, ya da benim yakın zamanda müşerref olduğum, "feysbuk'ta en çok kullandığınız kelimeler" uygulaması var. Bir takım deriiin analizler neticesinde feysbuk'ta en çok kullandığın kelimeleri çıkaran eğlenceli bir şey.

Eğer feysbukta yazdıklarımız da yukarıda Gandhi'nin belirttiği söylediklerimiz kategorisine giriyorsa ve bunlar kaderimizi belirliyorsa ben yaşadım dostlar!



Gelsin seyahatler, gitsin seyahatler. Dünya kazan ben kepçe. Ay ben daha ne diyeyim. Bir şeyi kırk defa söyleyince gerçekten olacak galiba. Gandhi bile öyle düşünüyorsa bana daha fazla söz düşmez. Hemen bavul hazırlamaya başlayayım, kader bu ne zaman ne olacağı belli olmaz. Ben hazır bekleyeyim de.

23 Ekim 2016 Pazar

Sirke Tadında Böğürtlen Reçeli

2016-2017 tiyatro sezonumuzu Şehir Tiyatroları'nın Sirke Tadında Böğürtlen Reçeli oyunu ile açtık. Hayırlı uğurlu olsun.

İki perdelik oyunun yazarı A. Kadir Bozkurt, yönetmeni A. Zuhal Ergen, oyuncular ise Bensu Orhunöz ve Mert Tanık. 

Oyunun tanıtımından alıntı yapayım: "Ülkenin birinde yaşanan siyasal ve toplumsal değişimler, evlilikleri boyunca bu sürece şahit olarak ölümle şakalaşan yaşlı bir çiftin ilişkisi ekseninde mizahi bir dille aktarılıyor. Kendini değiştirmeyi akıl edemezken dünyanın düzenini değiştirmeye çalışan ve eşiklerde kalmanın sancısını yaşayan bir adamın baskılar karşısındaki tavrı hicvediliyor. Kahramanlarımız için hayat tıpkı sirke tadında böğürtlen reçeli gibi... Biraz acı, biraz buruk ama bazen de tatlı..."

Bu tanıtımı okuyunca oyunun yaşlı çiftten, Federico ve Patricia, erkek olanın ekseninde döneceğini sanabilirsiniz ama aslında hikaye bir karı kocanın 30 yıllık evliliğinin öyküsü. 30 yıl geçmiş geçmesine de ilk günkü sorunları hiç değişmemiş: Federico'nun Tanya'sı, Patricia'nın Theodore'u.

Hikaye Federico ve Patricia'nın torunlarının düğününe gitmek için hazırlanmalarıyla başlıyor. Her perdede ikişer dönem olmak üzere evliliklerindeki dört farklı dönemi anlatıyor. Dekor, oyuncuların kostümleri ve makyajları sahnede gözünüzün önünde zamanda geri gidiyor. Zaman içinde geri giden bu anlatımı sevdim. 

Evliliklerinin her dört döneminde de, gerek kişisel problemleri, gerekse ülkede yaşananlardan dolayı düştükleri açmazlardan kurtulmanın tek yolunun ölmek olduğuna kanaat getirip birlikte intihar teşebbüsünde bulunurlar. Lakin hiç bir seferinde ölmeye beceremezler. Ancak her seferinde de ölmeden önce Tanya ve Theodore konusunu çözme teşebbüsünde bulunsalar da bunu da beceremezler.

Oyuncuların performansı, mimikleri, tonlamaları gerçekten takdiri hak ediyor. İlk perdedeki tangoları bir tiyatro salonu yerine dans gösterisinde olduğunuzu düşündürecek kadar iyi. Şarkı söyledikleri bölümde ise en az oyunculuk sergiledikleri kısımlar kadar başarılılar. Ve trafik kazası sahnesindeki performanslarındaki beden kullanımlarına hayran kaldım.

Öte yandan, oyunun süresini fazla uzun buldum. Hikaye kimi yerlerde oldukça durağanlaştı ve tekrara düştü. Ayrıca bu oyun için tanıtımda vaat edilenlerden ziyade bir evlilik komedisi demek daha doğru olur. Oyuna da bu gözle baktığınızda daha fazla keyif alacaksınız.


20 Ekim 2016 Perşembe

Adalet Kupası

Ben Pisagor hakkında fasulye sevmediğinden tut da teoremini kimin bulduğuna o kadar şey yazayım ama bardağından  bahsetmeyeyim. Olacak şey değil!

O Pisagor ki Samos halkına eşitlik ve adalet sağlamak için aşağıdaki bardağı yapmış. Alnı öpülesi adam:


Efendim neymiş bu bardağın hikmeti derseniz ortasındaki çıkıntıya bir daha bakın derim. Bardağı doldururken, iç cephesindeki işareti geçtiğiniz anda, bardağın içindeki sıvının tamamı aşağıdaki fotoda da gördüğünüz alttaki delikten hooop boşalıveriyor.


Yani ya hakkına razı olacaksın ya da ellerin böğründe kalakalacaksın. İşte adalet budur!

Bardağın içindeki o çıkıntıda bir nevi sifon sistemi varmış ve sıvı hiza seviyesini geçtiği zaman alttaki delikten giren hava vasıtasıyla tüm sıvının boşalmasına neden oluyormuş. Bir takım mühendislik şeyleri işte.

Bizim evde de sürekli bir "ben hiç salata yiyemedim yaaaaa" "neeee biranın hepsini içtin mi? peki ben noolcam" "eeee nerede bu kuru yemişler" furyası olduğundan ben de bu bardağı görünce 12'lik takım yapayım diye heveslendim. Hatta bize bardak yetmez aynı mekanizmadan tabak çanak varsa onları da alalım diye niyetlendim.

Gel gör ki beyim daha dükkanda bardağı eline alıp "o deliği parmağımla tıkarsam ne olur, peki bardağın tabanını su dolu bir kaba yerleştirsem ne olur" araştırmalarına başlayınca boşuna masraf yapmaya gerek yok, ben yine orman kanunlarıyla başımın çaresine bakayım dedim.

Tamam bu bardaklar bizim evde faydasız olabilir ama bardağa hayran olmamak mümkün değil.

18 Ekim 2016 Salı

Gökkuşağı Günleri

Latin müziği, latin dansları, latin ülkeleri, latin alfabesi derken yeni bir latin favorim daha oldu: latin edebiyatı...

Antonio Skarmeta; Isabel AllendeGabriel Garcia Marquez, Ricky Martin, Jennifer Lopez'in yanında sevdiğim Latinler arasında yerini aldı. Gökkuşağı Günleri ile.


Kitapta anlatılan hikaye tamamen kurgu değil. 80'lerin sonu, 1973'te darbe ile yönetime el koyan Pinochet efendi yaklaşık 15 yıllık iktidarın ardından referandum yapmaya karar verir.

Pinochet'nin yüce gönüllülüğü bununla da kalmaz. Bir de muhalefete 15 dakikalık bir televizyon şovu ile propaganda yapma hakkı da verir. Tabii ki de referandumun adil olması için iktidarın da televizyonda benzer bir propaganda yapma hakkı vardır.

İç işleri bakanı bu ayrıcalıklı görev için rejim tarafından işkence edilmiş sol görüşlü reklamcı Bettini' ye teklif götürür. Bettini başına geleceklerden korkarak bu teklife nasıl hayır diyeceğini düşüne dursun benzer bir teklif muhalefet cephesinden de gelmesin mi? Üstelik de bakan "ya benimsin ya kara toprağın" edasıyla Bettini'yi nazikçe uyarmışken.

Bu şartlar altında muhalefetin teklifini kabul eden Bettini, yıllardır bir çok şeyini kaybetmiş bir halkı "Hayır" demeye nasıl ikna edebileceğini düşünürken, onlara çektikleri acıları değil, yitirdikleri umudu ve neşeyi anımsatarak ikna etmek üzere yola çıkar.

Ben hikayeyi Bettini üzerinden özetlesem de kitapta başka bir çok ana karakter mevcut. Mesela Bettini'nin kızı Patricia ya da kimi zaman hikayeyi birinci tekil şahıs olarak aktaran Patricia'nin sevgilisi lise öğrencisi Nico. Bir diktatörün demir yumruğunun gençlerin buhranlarını nasıl şekillendirdiğine de tanık oluyoruz onlar sayesinde.

Severek okuduğum bu kitap sayesinde Antonio Skarmeta ile tanıştığıma da memnun oldum.

11 Ekim 2016 Salı

Sherlock Holmes

Şöhreti, yazarı Sir Arthur Conan Doyle' u bile geçmiş Sherlock Holmes üzerine ahkam kesecek halim yok. 1887 yılından beri hala bu kadar seveni olan bir kahramanı ben de severim elbet.

Hikayeleri geçtiğimiz yıllarda topluca yeniden yayınlanınca aslında adını ve avcı şapkasını ezbere bilsem de,  hikayelerini hiç okumadığımı fark etmeme çok şaşırmıştım. Bahsedilen kitaplardan ikisi elime geçince de vakit kaybetmeden okudum.


Zaten gizemli cinayetlerin çözüldüğü polisiyeler en önemli ilgi alanlarımdan olduğu için hiç de zorlanmadım. 

Ve şuna karar verdim: bu dünyanın daha fazla Sherlock' lara ihtiyacı var. Ve ben böyle insanlara hayranım.

Gözlem yeteneği çok güçlü, neden sonuç ilişkileri kurmak konusunda çok başarılı, bildiklerinden anlamlı sonuçlar çıkaran, doğru zamanda doğru sorular soran bir insan evladı olsam fena mı olurdu? Bence olmazdı.

Mesela dizi dünyasından gelmiş geçmiş tüm kahramanlar arasında en bir favorim olan Dr. House da tam böyle bir insandı. Kahramandı diyemiyorum zira kendisi tam bir anti-kahramandı. Ama karizma, zeka, akıl yürütme dedin miydi de kimse eline su dökemez.

Bu anlamda Sherlock ile Dr. House'u birbirine oldukça benzettim. Elbette Sherlock'un sosyal zekası ve iletişim becerileri House'a kıyasla dahi seviyesinde olsa da paralelliklileri çok daha fazla.

İkisinin de yaptığı işlerdeki başarıları tartışma konusu bile değil. İkisi de başkalarının çözemediği meseleleri aydınlığa kavuşturma konusunda rakipsiz. İkisi de mesleki bilgileri dışında engin bir genel kültüre sahip. Biri tıp doktoru diğeri özel dedektif olsa da, her ikisinin de vakaları çözmedeki başarıları önemli oranda benzersiz bir akıl yürütme süreci ve eşsiz mantıksal çıkarımlara dayanıyor.

Rasyonellikleri ve pragmatikliklerini tartışmaya gerek bile yok.

Pekiiii acaba hiç düşündünüz mü ya Dr. House Sherlock Holmes'tan esinlendiyse ve hatta esinlenmekten daha fazlası söz konusu ise?

Holivut buna cevap versin bakalım!!!

9 Ekim 2016 Pazar

Al Sana Aşk!

Samos'ta Samos'la ilgili kitap okuyacağım ısrarım sonrası Kadim Pythagoras Kardeşliği ne dahil olma inadıyla yaktığım balataları fabrika ayarlarına döndürmek için eğlenceli bir şeyler okumam gerekiyordu. Okurken beni yormayacak, iyi vakit geçirtecek bir şeyler...

İşte bu gibi durumlarda en iyi çözüm başroldeki perişan, şanssız, mutsuz hatun kişisinin çeşitli badireler ve şanssızlıklarla dolu bir maceranın sonunda illa ki mutluluğu bulduğu chick-lit'lerdir.

Gelsin Bricit Conslar, gitsin Alisveriskolikler. O Bricit ki beni okurken gülmekten koltuktan düşürmüştür.

Ama ne kadar komik ve eğlenceli olursa olsun o kültür farkı şeysi hemen hissettirir kendini. En nihayetinde okuduğunuz şeyin yaban ellerde geçtiğini, sizin mahallede asla ve asla öyle şeyler olmayacağını bilir, bi nevi masal okuma hissiyatıyla kitabı tamamlarsınız.

Son yıllarda bizim mahallede de böyle komik ve eğlenceli hatun kişilerin maceraları türedi. Ben de zevkle okudum bazılarını. İşte Meriç Mekik de bunlardan biri.

Hamileyken kendisini aldatan kocasını terk etmesiyle başlayan hikayesini kitaplaştırdığını gazetelerde, internetlerde okumuştum. Yaşarken acı verici olduğunu tahmin ettiğim bu hikayeyi eğlenceli bir şekilde kaleme almıştı.

Ben de okumaya niyetlendiğim bu kitapları "elindeki tüm kitaplar bitmeden yeni kitap alınmayacak" öz disiplini ile bir türlü alamamıştım. E tabi bir de insanin çevresi benimki gibi Nobel ödüllü bilim insanlarından oluşursa, bu tarz kitapları ödünç alacak arkadaşları da olamıyor. Öyle ellerim böğrümde kalakalmıştım.

Derken kardeşçiğim imdadıma yetişti. Arkadaşlarım Nobel ödüllü bilim insanları olsa da kardeşim benim kopyamdır. Keşke bu kadar uzak olmasak. Neyse, o almış okumuş kitabı. Böylelikle benim balataları yanmış beyinciğimi hayata döndürmek için beklediğim fırsat da ayağıma gelmiş oldu.

Lakin şöyle ufak bir sorun oldu ki Meriç Mekik iki kitap yazmış. Bense kardeşçiğimden ikinci kitabı almışım. Onda birinci kitap vardı da bana mi vermedi yoksa onda sadece ikinci kitap mı varmış orasını bilemem. Gerçi ben ilk kitabi okumadım diye bu kitaptan daha az zevk almadım ama siz niyetlenirseniz önce Ah Kalbim' i okuyun sonra bunu okuyun.

Okumaktan sıkıldığınızı hissettiğiniz, keyifsiz olduğunuz, yalnız iyi vakit geçirmek istediğiniz bir zamanda gönül rahatlığı ile okuyabilirsiniz.

Nasıl aldatıldığını, ne kadar obur olduğunu, güvensizliklerini içeren hikayesini olduğu haliyle cesurca yazan Meriç Mekik' in samimiyeti ve cesareti ise hayranlık uyandırıcı.


4 Ekim 2016 Salı

Kadim Pythagoras Kardeşliği

Tatil planları yapılıp Samos'a karar verilince başladı benim hazırlık tufanı. Konaklama, gezilecek yerler, gidilecek restoranları herkes araştırır ama benim dertler bunlarla biter mi? Bitmez. Daha fazlasını yapmam lazım.

Mesela benim tatile giderken yukarıdakilere ek olarak bir de kitap araştırması yapmam gerekir. Çünkü ben olmak kolay değil. Çünkü benim gittiğim her yerde orayla ilgili bir de kitap okumam gerekir.

Maazallah gördüklerim kafama girmez bir de okuyarak pekiştirmem gerekir. Büyük ve popüler şehirlere giderken kitap seçmesi dert oluyor, küçük yerlere giderken kitabı bulması. Buradan yazarlara seslenmek istiyorum Venedik, Barselona, Floransa' da geçen kitabı herkes yazar gelin bir de Samos'ta geçen kitap yazın bakalım.

Sonuç olarak Samos' ta geçen roman bulamadım. Bulduğum kitabın da satışı yoktu. Ellerim boş mu kalsaydı? Samos'ta geçen roman bulamadıysam ben de pasta yerdim. Bir de kitabımı Samos'un ünlüsü Pisagor' la ilgili seçerdim olurdu. Öyle de oldu.


Hem de roman, roman nereye kadar. Azıcık felsefi içerikli kitap okurdum da biraz zihnim açılır ufkum genişlerdi. Üstelik kitap da bana "Pisagor'un yaşamı ve bize miras olarak bıraktığı evren anlayışını" öğretmeyi vaat ediyordu. Ama işler tam olarak öyle gelişmedi. Bu kitap bana biraz ağır geldi.

Bir kere Pisagor bizim bildiğimiz a2+b2=c2' den çok çok fazlaymış. Ve hatta bilim dünyasının dedikodularına göre Pisagor teoremini Pisagor bulmamış. Teoremin ilk olarak nasıl ve ne zaman keşfedildiğini kimse bilmemekle birlikte arkeologlar teoremi Pisagor' dan bin yıl önce, MÖ ikinci bin yılın ilk yarısına dayanan Mezopotamya tabletlerinde bulmuşlar.

Yaa işte bütün bildiklerinizi alt üst eden bir kitap bana nasıl ağır gelmesin.

Daha bitmedi. Pisagor' un fasulyeyle ilgili ciddi problemleri varmış. Fasulye "acı veren bir gıda" ymış. Ve hatta Cicero, Platon' dan alıntı yaparak "fasulyenin mide gazına sebep olup zihin dinginliğine ve iyi bir gece uykusuna engel olduğu için Pisagorculara yasak" olduğunu yazmış.

Lakin fasulyeyi bu kadar sevmeyen Pisagor' un ölümünün bir fasulye tarlası kaynaklı olduğu rivayetleri de kaderin cilvesi olsa gerek.

Umarım bu yazdıklarımı şaka sanmazsınız zira fasulye gibi bir nimet hakkında ben bile bu kadar geyik yapamam. Hepsi ciddi ciddi kitapta yazıyor.

Ayrıca kitaptan öğrendiğim bir başka şeyse eşkenar üçgenden kareye, dikdörtgenden piramite bugün geometri diye bildiğimiz ne varsa çakıl taşlarından çıkmış. Antik çağda yeteri kadar çakıl taşı olmasaymış bugün insanlık ne halde olurmuş düşünmek bile istemiyorum.

Bu kadar eğlenceli bilgilerin yer aldığı bir kitap nasıl ağır olur derseniz alın kitabı okuyun bakalım siz ne kadar eğleneceksiniz. Ama şurası kesin ki fasulyeydi, çakıl taşıydı bilgi dağarcığıma kattığım bu kadar gereksiz bilgiyle 500 milyara bir adım daha yaklaştım. Yarışmaya katılırsanız beni joker yazabilirsiniz, parayı kırışırız.

2 Ekim 2016 Pazar

Samos'ta Yeme İçme

Samos'un plajları, görülecek yerleri derken geldik tatilin en sevdiğim kısmına: yeme içme. Kalacağı yeri bile restoranlara göre belirleyen bir insanın tatilinin en sevdiği kısmının yeme içme olması şaşılacak bir şey değil.

Remataki
Pythagorion merkezde, limanın sol tarafında bir plaj var. Plajda da yanyana restoranlar. Remataki işte bu restoranlar arasında tesadüfen girdiğimiz ama gittiğimize de pek memnun kaldığımız bir tanesi. Burada bir öğle yemeği, bir de akşam yemeği yedik. İkisinden de çok memnun kaldık.

Çalışanlar sempatik, yemekler lezzetli, porsiyonlar büyük, hesap ise makuldü. Nasıl sevmeyelim.

Üstelik akşam yemeğini plajdaki şezlongların yerine koydukları masalarda servis ediyorlar. Hele bir de önden haber verirseniz size denizin hemen yanındaki masayı da ayırıyorlar. Daha ne olsun!

Bir de hesapla birlikte uzo ikram etmesinler mi, ben daha bir şey demiyorum. Çok rahat "gitmezseniz küserim" kategorisine girer.


Navagos Tsamadou
Tsamadou plajına tepeden bakan, cafe mi desem bistro mu desem bilemediğim bir yer. Sanki bir Yunan adasında değil de İstanbul'un merkezinde yeni açılmış trendy bir mekandaymışsınız hissiyatı. Kötü değil ama Samos'un dokusuna da uygun değil. Ama Tsamadou Beach'in manzarasına diyecek yok.

Yemeklere gelecek olursak lezzeti yerinde lakin porsiyonlar nispeten küçük. Fiyatlarsa normalin biraz üzerindeydi.

Elia
Gitmeden önce kesin gidilecekler listemize almıştık Pythagorion limanda, sol başta yer alan Elia'yı. Hatta bir gün önce gidip rezervasyon bile yaptırdık. Talep o kadar fazla ki o akşam için yerleri olmadığını söylediler, bir sonraki akşama yaptırdık rezervasyonu. İyi ki de yaptırmışız, bir gittik ki tıklım tıklım. Bir de önünde sıra, rezervasyonsuz gelip masa bekleyenler.

Sıra bekleyenlerin içinden kurum kurum kurularak geçtik, kıskanç bakışlar eşliğinde masamıza yerleştik. Bir havalıyız ki sormayın.

Hemen güzel ekmekler ve zeytinyağı geldi. Bir taraftan atıştırıp bir taraftan da menüyü bekliyoruz sipariş verebilmek için. Biz bekliyoruz ama menü gelmiyor. Meğer menüleri bitmiş. Şaka değil, şu anda boşta menü yok dediler.

Bir süre sonra menü geldi, siparişlerimizi verdik. Tamam o kadar kalabalık, menü bitmesi falan beklentilerimizi yükseltmiş olabilir ama şu da bir gerçek ki yediğimiz her şey ortalama lezzetteydi. Biraz fazla abartılmış bir restoran.

Üstelik porsiyonlar küçük ve fiyatlar yüksek. Elia'yı gönül rahatlığı ile "gitmeseniz de olur" kategorisine koyuyorum.

Meltemi
Kokkari'de yer alan Meltemi de çok tavsiye edilen restoranlardan biri. Biz de bir gün öğle yemeği için denemek istedik.

Uzun Kokkari Plajı'nda yer aldığı için yemekten önce denize de gireriz düşüncesiyle gittik şezlonglarına yerleştik. Ama malum yaz, hava sıcak, insan susuyor. Önce biraz bir şeyler içmek için bir masaya kurulduk. Derken öğle yemeği için diğer masalar dolmaya başladı.

Biz de bir taraftan biralarımız yudumlar, bir taraftan da ne yesek acaba diye düşünürken garson geldi, masaya ihtiyacı olduğunu hemen yemek siparişi vermezsek masayı terk etmemiz gerektiği gibi bir şeyler söyledi.

Biz de gururlu turistler olarak "hahayt bize restoran mı yok gülüm" diyerek pılımızı pırtımızı topladık kalktık. Kaz gelecek yerden tavuk esirgeyen bu restoranı kınıyorum. Herkes kınasın diye de buraya yazıyorum.

Taverna Maritsa
İşte Samos'un "gitmezseniz küserim" kategorisi restoranlarından en birincisi. Yediğim her şey çok lezizdi, bayıldım. 


Pythagorion'da bir ara sokakta bir bahçe restoran. Yemeklerin lezzeti ayrı güzel, çalan müzikler ayrı güzel, bahçe ayrı güzel:

Porsiyonlar oldukça büyük. Menünün tamamını yemek isteyebilirsiniz ama kendinize hakim olun, iki kişi gidiyorsanız salata dahil en fazla 4 çeşit sipariş edin.

Irodion Garden
İşte size "gitmezseniz küserim" kategorisinden bir restoran daha. Yine Pythagorion'da, biraz tepede, bir ara sokakta, bahçe içinde bir yer. Yemekler enfes, sahibi süper.

Burada da yediklerimizi çok beğendik. Her şey taze ve lezizdi. Samos'a giderseniz güzel bir akşam yemeği için limanda yer alan restoranlar yerine kesinlikle buraya gidin.

Börekçi
Pythagorion ana caddesinin denize yakın ucunda, sağ tarafta yer alan bu börekçinin tabelasında Latin harfleri yer almadığı için adını yazamıyorum, aşağıdaki fotodan görürsünüz. Tartışmasız bir "gitmezseniz küserim" kategorisi.

Peynirli, ıspanaklı, jambonlu ve daha bir kaç çeşit börek ve poğaça benzeri hamur işleri satan küçük bir dükkan. Bir de adanın yerlilerinin severek tükettiğin gördüğüm arasında krema olup üzerine pudra şekeri ve toz çikolata dökülen bir tatlı börekleri vardı.

Kusur kalır mıyım hiç, sizler için kendimi feda edip denedim. Kahvaltıda değil ama öğleden sonra çayın yanında çok güzel olabileceğine kanaat getirdim. Ama benim sabahları favorim sıcacık, bol peynirli böreklerdi. Ispanaklı-peynirli olan da çok güzeldi sanıyorum ama her gittiğimizde o bitmiş olduğundan deneme fırsatım olmadı maalesef.

29 Eylül 2016 Perşembe

Samos Gezilecek Yerler

Samos plajları enfes, birbirinden güzel koylar, muhteşem mavilikte deniz... Anlata anlata bitmez. Suyu biraz serin bana göre ama dediğim gibi bana göre. Deniz denilince hamam suyu hayal eden bir insanım neticede.

Samos'ta deniz dışında da görülecek şeyler var. Biz vaktimizin çoğunu koyları keşfetmeye ayırdığımız için kalanların çok azını görebildik. Bunları da anlatmadan geçmek istemedim:

Manolates:
Bakımlı evleri, daracık sokakları ve sanat atölyeleri ile ünlü bir dağ köyü Manolates.


Ormanın içinden virajlı bir yoldan kıvrıla kıvrıla çıkılan köyde






aracınızı park ettikten sonra daracık sokaklarında yürüyerek en tepeye çıkıp aşağıdaki manzarayı izleyebilirsiniz:

O arkada gördüğünüz yer yabancı değil, Ege Denizi.

Köyün içindeki kafelerde soluklanıp kulağınızda Türk radyolarından ezgilerle ev yapımı şarap ya da kahve içebilir,  dükkanlardan alışveriş yapabilirsiniz. Ama dükkanlar pahallı, başta boşuna sanat atölyeleri demedik.

Eski Vathy:
Vathy şehrinin tepelerinde kurulu Eski Vathy tipik bir eski Yunan köyüymüş. Dar sokakları, eski taş evleriyle çok romantik. Ve benim elimde tek bir fotosu bile yok!

Neden? Çünkü biz burayı ararken kaybolduk, sonra da köyün içine düştük. Ama arabayla. O romantik dar sokaklar benim kabusum oldu. Her köşeyi döndüğümüzde sokaklar biraz daha daralmış geldi. Yüreğim ağzımda bütün köyü arabayla gezmiş olduk. Sonunda normal yola çıktığımızda da o stresle bir daha yürüyerek gezecek enerjiyi bulamadık.

Siz giderseniz gezin ama. Baharda giderseniz yukarı yürüyerek çıkabilirsiniz ama yaz sıcağında arabasız zor.

Panagia Spiliani Manastırı ve Eupalinos Tüneli:
Pythagorion tepelerinde yer alan bu su tüneli MÖ 6. yy'da inşa edilmiş bir mühendislik harikası-ymış. Duyduklarım bunlar, zira tünel restorasyon çalışmaları nedeniyle kapalıydı, gidip gezemedik.

İki uçtan kazma yöntemiyle inşa edilmiş tünel 1 km'lik boyuyla uzun yıllar dünyanın en uzun tüneli olmuş. Yalnız MÖ 6. yy'da, iki farklı uçtan kazılmaya başlamış 1 km'lik tünelin iki ucunun birleştirebilmiş olmasına dikkatinizi çekmek istiyorum. Daha önce defalarca söylediğim şeyin yine altını çizmek isterim ki uzaylılar var ve vakti zamanında dünyada bir takım imar faaliyetlerinde bulunmuşlar.

Tünele giremedik ama yukarıdan şu manzarayı izledik:


Şarap Müzesi:
Samos'un çok güzel bir çok şeyinden biri de şarapları. Dünya çapında ünlü, ödüllü şarapları. Tatlı tatlı, lıkır lıkır.

Bu ünlü şarapların şerefine Vathy'de bir şarap müzesi de yapmışlar. Samos şarabı nasıl üretiliyor, tarihçesi, aldığı ödüller, şarapların dinlendirildiği dev fıçılar hep burada.


Bütün bunları 2 euro karşılığı görebilirsiniz ama daha güzel yanı, içeride tadım da yapabiliyorsunuz. Çeşit çeşit şarapları denemek serbest.



26 Eylül 2016 Pazartesi

Samos Plajları 2. Bölüm

Livadaki, Tsamadou, Lemonakia ve Kokkari' den sonra Samos plajlarını keşfetmeye devam ediyoruz:

Potokaki Beach:
Pythagorion'un hemen çıkışında, havaalanının yanı başında uzun bir plaj Potokaki. Bence bir esprisi yok, zaten beyimle ben uzuuun plajlar yerine küçük koyları tercih ediyoruz. Buna rağmen bu plaja niye gittik? Beyimin uçak sevdası yüzünden. Alana inen, kalkan uçakların fotosunu çekecekmiş.

Bu uzun plajın üstünde yan yana sıralanmış tesisler var. Ya da hiç bir tesise girmeden havlunuzu serip oturabilirsiniz. Biz bir şeyler de içelim diye ahşap dekorasyonu olan bir tanesine girdik, şezlonglar ücretsizdi ama sanırım bütün Samos'ta wifi olmayan tek plajı bulmayı başarmışız.

Zaten foto da çekmemişim. Wifi yok diye küsüp protesto etmiş olabilirim.

Posidonio Beach:
Adanın doğusunda, Dilek Yarımadası' nın karşısında sessiz, sakin, küçük bir balıkçı köyü Posidonio ve onun küçük plajı.

Plaj dediğime bakmayın, küçük bir koy. Denize uzanan ağaçların dalları doğal şemsiye görevi görüyor. Herkesin kullanımına açık şezlonglar var. Plajın hemen yanındaki restoranın çalışanlarına şezlonglar ücretli mi, sahipli mi diye sorduk. Herkesin kullanımına açık ve ücretsiz olduğunu söylediler. Biz de çektik ikisini, yattık hemen. Kimse de gelip ne bir şey dedi, ne para istedi ne de sipariş sordu.

Limnionas Beach:
Atladık küleyhanımıza adanın ennn güneybatısına uzuuuuun bir yolculuktan sonra vardık Kampos bölgesine. Orayı da geçtik, geldik Limnionas'a.

Burası da sessiz, fazla kalabalık olmayan bir plajdı. Yolu uzak ve yorucu olduğu için illa da gidin demeyeceğim. Bir de şezlonga para verdiğimiz bir plaj olması da tavsiye skorumu düşürmüş olabilir.

Mykali Beach:
Psili Ammos'u ararken burayı bulduk. Denizi çok güzeldi, plaj sessiz sakindi. Oturur oturmaz şezlong ücreti tahsil etmeye gelen ablaya gıcık olduk, kalktık buradan.


Psili Ammos'u gördükten sonra ufak bir pişmanlık duymadık değil ama gurulu tatilcileriz biz!

Psili Ammos:
Adanın kuzeydoğusunda, Kuşadası'nın tam karşısına denk düşen bu plaja eğer çocukla gitmiyorsanız gitmeyin. Bu kadar kesin bilgi. O kadar beğenmemişim ki fotoğraf bile çekmemişim.

Bir kere çok kalabalık. Arabayı güç bela park ettik. İlk defa bir plajda ücretli otoparka denk geldik. İstanbul'da fırt fırt otopark ücreti vermeye ne kadar alışık olsak da, bir Yunan adasında otopark ücreti vermek gururumuza dokundu, ödemedik. Otoparktan sonra plajda da oturacak yeri zor bulduk. Ayrıca şezlonglar da ücrete tabiydi.

Son tahlilde bir sürü güzel koylar dururken bu plaja gitmemek büyük kayıp olmaz.

Kerveli Beach:
İşte Samos'taki favori plajım! Kesin bir gitmezseniz küserim kategorisi.


Denizin içine uzanan ağaçları, canlı su altı dünyası, sakinliği falan hep güzeldi de asıl güzel olan deniz suyu sıcaklığıydı. Samos'taki ennnn sıcak deniz buradaydı. Mis, mis!

200 metre uzunluğunda var yok boyu, 2-3 metrecik eniyle küçücük bir koy. Koyda kiralık şezlonglar var, ya da dilerseniz bizim gibi havluları yere serip yayılabilirsiniz.

Adanın doğusunda, Vathy'e de Pythagorion'a da yakın bu plaja muhakkak gidin derim.

Gagkou Beach:
Vathy'nin içinde, limana yakın bu plaja son günümüzü değerlendirmek için gittik. Burası da ücretli şezlong kategorisinde bir plajdı. Ama burada ücrete bir de havlu dahildi.


Deniz suyu sıcaklığı da fena değildi. Yine de beğenmedim demeyeyim ama ısınamadım bu plaja. Elbette denizine girdim, frapesini içtim ama beni böyle bir sarmadı burası. Belki de dönüş günü olduğu için diyeceğim ama o da değil. Havası falan sanki Bodrum, Çeşme'nin beach club'ları gibiydi diyeyim, anlarsınız siz.

İşte adanın doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine teftiş ettiğimiz plajları bunlardı. Daha göremediğimiz bir sürü koy vardı ama vaktimiz bu kadarına yetti.

23 Eylül 2016 Cuma

Samos Plajları 1. Bölüm

Samos'a varıp otelimize de yerleştikten sonra vakit kaybetmeden gezmeye başlamak lazım çünkü gidilecek çok plaj var.

Pythagorion'un içinde Pisagor heykelinin arka kısmında çok da büyük olmayan bir plaj var. Biz ilk gün, yol yorgunluğuyla kendimizi bu plajda yer alan restoranlardan birinde yemeye verip sonra da şezlonglara serildiysek de sonraki günlerimizi adanın dört bir tarafındaki plajları tek tek teftiş ederek geçirdik.

İşte gittiğimiz plajlar:

Livadaki Beach:
Adanın kuzeydoğusunda yer alan bu plajdaki palmiyeler olsun, denizin rengi olsun, gidiş yolu olsun size kendinizi uzuuuun bir yolculuktan sonra Hawaii'ye varmış gibi hissettirecek.

tüm gezgin kadınlara da buradan selam olsun

Resimden de görüleceği gibi denize uzanan dağların yapısı bu koyu adeta göl haline getirmiş. Sakin, dalgasız bir deniz. Ama serin. Ve girişte oldukça uzun bir mesafe sığ.

Anayoldan ayrıldığınız noktaya kadar yol tek gidiş geliş olsa da asfalt, bu nedenle rahat denebilir. Ancak anayoldan ayrılıp gitmeniz gereken yaklaşık bir 3 km var ki teker patlatır. Bizimki patlamadı şükür ama gerçekten çok bozuk bir yol, çok dikkatli gitmeniz gerekiyor. Ancaaak son virajı da dönüp karşınızdaki manzarayı gördüğünüzde iyi ki gelmişim diyeceksiniz kesinlikle.

Tsamadou Beach:
Samos'ta denizin rengi her yerde çok güzeldi ama hayatımda gördüğüm en güzel renkli deniz kesinlikle buradaydı. Adanın kuzeyinde, Kokkari'nin ilerisinde yer alıyor bu plaj. Aracı yukarıda bırakıp koya adını veren çam ağaçlarının altından merdivenlerle koya inmeniz gerekiyor.

O merdivenlerin manzarası ayrı güzel:


Plajın görüntüsü apayrı güzel:


Yalnız bu koyun sağ tarafının çıplaklar plajı olarak ayrıldığını belki bilmek istersiniz.

Lemonakia Beach:
Tsamadou'nun komşu koyu olan bu koya ise zeytin ağaçlarının arasından iniliyor:

Ve aşağıda güzel bir deniz sizi bekliyor. Bu koyda biri mavi şemsiyeli diğeri turuncu şemsiyeli olmak üzere iki plaj var. Biz turuncu şemsiyeli olana gittik ve ilk defa bir Yunan adasında şezlong-şemsiye ücreti verdik. Çok dokundu ne yalan söyliim, plajı protesto edip hiç bir şey yiyip içmedim. Sonradan gittiğimiz iki farklı plajda daha aynı şey başımıza geldi, ama bu gururumu oralarda sürdüremedim maalesef, hava çok sıcaktı ve açlık/susuzluk kötü bir şey.

Kokkari Beach:
Kokkari'yi konaklama yapmayı planladığımız şehirlerden biri olarak hatırlarsanız. Hah işte Lemonakia Koyu'nun komşusu olan bu plaj da o Kokkari'nin uzuuuun sahili oluyor.


Çamlar, zeytin ağaçları, palmiylerle donanmış koyları gördükten sonra böyle uzuuuun bir plaj bize çok da sevimli gelmedi ama Kokkari'de konaklayanlar için oldukça cazip bir plaj olabilir burası. Deniz yine berrak, ama biz gittiğimizde biraz dalgalıydı.

20 Eylül 2016 Salı

Samos'ta Konaklama

Samos'a varıp arabayı kiraladık peki nerede kalacağız?

Gitmeden önce yaptığım araştırmalarda adada konaklamak için bize uygun iki seçenek tespit ettim: Kokkari ve Pythagorion. Peki neye göre uygun?

Beyimle tatillerde konaklama konusunda en önemli kriterimiz restoranlardır. Evet yemeyi, içmeyi severiz özellikle de akşamları. E bir de serde sorumluluk var. Elin bilmediğimiz memleketinde alkollü araba kullanmaktan başımız belaya girsin istemeyiz. Taksilere servet ödemeyecek kadar da cimriyiz. Tüm bunları üst üste koyunca konaklama tercihimizi keyifle akşam yemeği yiyebileceğimiz, güzel restoranlara en yakın şehirden yana kullanıyoruz. 

Samos adasının bu iki şehrinin restoranlar açısından oldukça zengin olduğunu öğrenince birazcık o piti piti usulü Pythagorion'da karar kıldık. Valla iyi yapmışız. Pythagorion'u sevdik, akşamları güzel güzel yiyip içip yürüyerek otelimize döndük, gündüzleri de atlayıp küleyhana o koy senin bu plaj benim gezip durduk.

Peki şehre karar verdik de otel ne olacak?

Pythagorion şehri dediğime bakmayın, bir kasabadan hallice. Bir ana caddesi var limana inen, aşağıda gördüğünüz gibi:


Bir de güzel limanı:


Tabii bir de Pisagor heykeli. Şehrin adı nereden geliyor sandınız, bizim Pisagor burada doğmuş meğersem:





İşte bu Pytagorion'un internetten bulduğum haritası da aşağıda. Bu haritada mor daire içinde kalan bölgede içinize sinen herhangi bir otelde kalabilirsiniz.
Biz limanın hemen bir arka sokağında yer alan Peagsus Otel'de konakladık. Ama ben size bu oteli tavsiye etmem. Neden?

Birincisi otelde ciddi bir klima problemi var. Odalarda klima yok, merkezi bir klima var ve odalardaki düzenekle sadece açıp kapatabiliyorsunuz. Hadi bunda sorun yok, sıcaksa aç diyebilirsiniz ama klima soğutmuyor. Resepsiyona derdimizi anlattıktan sonra bir derce düzeldi ama yine de sıcaktı. Üstelik odada klimayı açtığınızda acayip gürültü yapıyordu.

İkinci olarak otopark konusu vardı. Pythagorion'da iki tane ücretsiz otopark var. Bir tanesi limana yakın, bir tanesi de yukarıdaki haritadaki mor dairenin sol tarafında Castle of Logothelis yazan bölümde. Bunun dışında dar sokaklarda araba park etmeyi bırakın sürmek bile dert. Bizim otelin konumu da otoparklara uzak olunca otele girişte ve çıkışta çantalarla rahat edemedik.

Son olarak da otel limana yakın olduğu için fiyatı benzerlerinden pahallıydı.

Bütün bu bilgiler ışığında Pythagorion'da konaklamayı düşünen sevgili okuyucularım için önerim Castle of Logothelis'in yanındaki otoparka yakın, içinize sinen herhangi bir otel olacaktır.






18 Eylül 2016 Pazar

Samos'a Gidiş ve Araba Kiralama

Bu yaz bayramdı, tatildi, özel meselelerdi derken blog'u çok ihmal ettiğimin farkındayım. Sonbaharla birlikte düzene de gireceğiz inşallah.

Tatil maceralarımıza Samos ya da Sisam'la devam ediyoruz.

Türkçe adı Sisam olan adanın Yunanca adı olan Samos'u ben daha çok sevdim. Neden bilmiyorum, öyle işte. O nedenle de ben artık kendisini Samos diye anacağım.

Samos'a Kuşadası'ndan Meander Acentası'nın her gün seferleri var. İnternet sayfasında sefer saatlerini görebilirsiniz. Kimi günler sabah 9'da kimi günler akşam 5'te. Aman internet üzerinden bilet almadan telefonla teyit edin. Çünkü bize söylediklerine göre yeteri kadar yolcu olmaz ise seferler yapılmayabiliyormuş.

Biz sabah 9 feribotu ile Vathy'e gittik. Dönüşümüzün ise akşam 5'te Pythagorion'dan olması gerekiyordu. Ancak dönüş gününden bir gün önce acente bizi arayarak 5'teki feribotun Vathy'den kalkacağını, Pythagorion'dan dönmeyi tercih ediyorsak dönüşün akşam 8'de olacağını söyledi.

Dediğim gibi sefer saatleri her an değişebiliyor. Ama bu bir probleme neden olmuyor, ada kafası neticede. Araba kiralama şirketini arayıp "aracı şurada teslim edecektik, ama plan değişti şurada bırakacağız" dediğinizde kimse olmaz demiyor.

Hatta bizim aracı kiraladığımız Themos "benim işim çıkar da arabayı almaya gelemezsem şu otoparka park edip anahtarı da paspasın altına koyun, aman kapıları kilitleMEyin" diyebiliyor. Elin adamına arabasını teslim edecem diye ben strese gireyim, onun umurunda olmasın. Dedim ya ada kafası bambaşka bir şey.

Tamam ada dediğin bir uçtan bir uca 40 km. Arabaları kafana göre feribotlara da bindiremezsin. Ama ya ben psikopat çıkıp arabayı denize atsam? Ya da birisi benim arabayı bıraktığım yerden alıp denize atsa? Neden böyle şeyler bir tek benim aklıma gelir ki?

Neyse, biz Samos'a dönelim. Kuşadası'ndan feribotla geçtik demiştik. Vathy'e. Sanırım Vathy'ye sadece Kuşadası'ndan gelen feribotlar yanaşıyor. Diğer adalardan gelen feribotlar Pythagorion'a gidiyormuş. İki kişi gidiş dönüş 90 euro verdik. Galiba Seferihisar'dan da seferler başlamış, biz giderken yoktu. Onun fiyatını bilmiyorum.

Araba kiralama konusuna gelince, gitmeden önce yaptığım araştırmalarda en düşük sınıf için günlük 40 euro civarı fiyat almıştım. Biletleri aldığımız Meander'in de bu hizmeti varmış, onlara da sorduk. Anlaşmalı şirketleri olan Manos'tan Toyota Aygo modele 6 gün için günlük 34 euro fiyat verdiler. Nakit. Biz de atladık.

Adaya gittiğimizde Toyota'nın müsait olmadığını ama bize aynı özelliklerde Citroen C1 vereceğini söyledi Themos. Tamam dedik, araba 60.000 km'deydi, dıştan da düzgün görünüyordu. Lakin arabanın her yerinden ayrı ses geliyordu, ayrıca kliması da başımı ağrıttı. Gerçi o benim başımdan kaynaklanıyor olabilir, bilemedim şimdi. Ama kara şimşeğimiz bizi adanın en bozuk yollarında bile yarı yolda bırakmadı:

Vathy limanının karşısında 50 metre kadar sağda yer alan Manos'un ofisinden arabamızı teslim aldık ve hemen konaklamayı yapacağımız Pythagorion'a doğru yola koyulduk.

9 Eylül 2016 Cuma

Datça - Palamutbükü

Hayıtbükü'nde konakladığımız süre zarfında bir günümüzü Palamutbükü'nde geçirdik.

Malum Palamutbükü'nün seveni bol. Bana ise gitmek bu sene kısmet oldu.

Deniz gerçekten berrak.  Ama soğuk. Buz gibi değil ama benim için soğuk. Denizin dibi ise çöl gibi, şnorkel için hiç bir cazibesi yok. Kesin bilgi çünkü koyu boydan boya yüzdüm. Yaklaşık 1 km. Karaya yüzünüzü döndüğünüz zaman sol taraf deniz canlıları açısından biraz daha zengin olsa da genel olarak deniz kurak.

Kaç senedir şnorkelle yüzerim, daha bir altın kolye, bileklik, yüzük geçtim tek küpe dahi bulmuşluğum yoktur bu arada. Benden başka kimse denizde bir şey düşürmüyor mu acaba? Ha bir de kardeşim var. İkimizin de farklı senelerde Kaş'ın mavi sularına birer alyans hediye etmişliğimiz vardır. Bazı şeyler gerçekten genetik.

Neyse berrak ve soğuk denizli Palamutbükü'ne dönelim.

Hayıtbükü'ne göre çok daha büyük burası, daha popüler ve sanırım bu nedenle daha pahallı. Kalamar 60 tl olur mu? Olmuş valla. İnşallah yerlidir.

Sahil boyunca sıralanmış restoranların deniz kenarında şezlongları da var. Kiminde restoranda yemek yediğiniz takdirde şezlong için ekstra ücret ödemeniz gerekmezken bir kısmında şezlonglar ayrı ücrete tabi. Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum.

Biz bütün günümüzü Tuna Restoran'da geçirdik. Kah şezlonglara yayıldık, kah ağaçların altındaki masalarında yedik içtik. Dediğim gibi fiyatları uygun diyemem ama en azından yediklerimiz lezzetli, çalışanlar güleryüzlü, duşu / wc'si düzgün ve temizdi.

Palamutbükü'nde hepi topu 1 gün geçirdiğimiz için daha fazla ahkam kesemeyeceğim ama meşhur Palamutbükü'nü ben de görmüş oldum sonunda.

7 Eylül 2016 Çarşamba

Datça - Hayıtbükü

Fethiye'den sonraki durağımız Datça Hayıtbükü.

Şimdi ben yolları pek bilmiyorum ama bizim şoförler de bilmiyordu. Bu nedenle yoldaki ilk Mesudiye tabelasını kaçırdıktan sonra ikinci tabeladan dönerek indik Hayıtbükü'ne.

Benim görüp "Ayyy ne güzel toz kalkmasın diye yolu sulamışlar" diye sevindirik olduğum şey meğersem yola yeni dökülmüş ziftli mıcırmış. Virajlı bir yokuşu bu mıcırların üstünde indik. Kabak Koyu kadar olmasa da tehlikeli bir yoldu. Tam sezonunda yapmasalarmış bunu iyiymiş.

Ama ben de az saf değilim. Neyse, geçiniz.

Hayıtbükü'nde Konaklama:

Hayıtbükü'nde sahil boyunca sıralanmış pansiyonlar mevcut. Biz ise konaklamamızı bükün Ovabükü tarafındaki ucunda yer alan, denize 100 metre mesafedeki Altun Pansiyon - Elly's Home'da yaptık. Ve diyorum ki siz de Hayıtbükü'ne giderseniz burada gönül rahatlığı ile konaklayabilirsiniz. Mis gibi, tertemiz, zevkli döşenmiş odalar bir yana sahibi Kazım Bey'in inceliği ve hoşsohbeti bir yana.

Rezervasyon sistemlerindeki bir karışıklıktan dolayı ilk gecemizde farklı bir odada kalmak zorunda olduğumuz için bu karışıklığı ilk gecenin akşam yemeğini ikram ederek telafi etmesi gerçekten hoş bir davranıştı.

Ayrıca aşağıdaki foto da bence ne demek istediğim konusunda önemli bir fikir veriyor:


Benim gibi 10 numara bir insana 10 numaralı odanın tahsis edilmesi tesadüf müydü peki? Bence hayır.


Hayıtbükü'nde Deniz:

Hayıtbükü küçücük bir koy. Bir uçtan diğer uca 500 metre falandır herhalde. Sahilde yan yana sıralanmış pansiyonlar, kafeler ve restoranlar, arada bir yol ve deniz. Maalesef bu küçücük koya bir dalgakıran yapılmış ve dip çöple dolmaya başlamış bile. Bir kaç seneye o denizin hali nice olur merak etmemek mümkün değil.

Zaten koyun dalgakıran tarafındaki kısımda deniz berraklığını yitirmeye başlamış bile. Diğer uç deniz açısından daha daha iyi. Şnorkel yapanlar için maalesef denizde ilginç şeyler yok. Kızılbük'e kadar denizden fethettim lakin dip fazlasıyla kurak.

Suya gelecek olursak, bana göre soğuk. Sıcak deniz takıntımı bilmeyen kaldı mı bilmiyorum ama ah Kemer, vah Kemer diye hayıflanıp durdum burada olduğumuz süre boyunca.

Hayıtbükü'nde Yeme İçme:

Yeme içme konusunda biz akşam yemeklerimizi konakladığımız pansiyonda ekstra olarak yemeyi tercih ettik. Ağaçlar ve çiçeklerle dolu yeşil bir bahçede çorba, üç çeşit zeytinyağlı, salata, meyve/tatlı ve ızgara et/balık/kebaptan oluşan menü hem lezzet hem fiyat açısından oldukça tatmin ediciydi. (Bu menünün fiyatı kişi başı 40 tl).

Zaten bir akşam kumsala konan masaların cazibesine kapılarak gittiğimiz restorandaki yemeklerin lezzetinden sonra ne kadar doğru karar verdiğimizi de görmüş olduk.

Kumsaldaki masalar tam da dolunay akşamı muhteşem bir manzara sunsa da yemeklerin lezzeti için aynısını söylemek güç:



Öğlenleri ise sahil boyunca sıralanmış restoran/kafelerden dilediğinizi deneyebilirsiniz. Biz Berke Kafe'nin gözlemeleri ile Serenity Restoran'ın mantısına bayıldık. Ben bir de Berke Kafe'nin menüsüne bayıldım. "Observation" yemeden dönmeyin sakın.



Sabah kahvelerimizi ise Pepper Restoran'da içtik. Restoranın zarif sahibesi hanımefendinin kahvesi ve sunumundan da oldukça memnun kaldık.

Özetle biz Hayıtbükü'nü oldukça beğendik. Sessizliği, sakinliği güzel. Umarım denizdeki dalgakırana da denizi mahvetmesine izin vermeden bir çözüm bulunur, yoksa çok yazık olur.

4 Eylül 2016 Pazar

Fethiye

Tammm 24 günlük aradan sonra hoşgeldim! Yine kimsecikler meraklanıp sormasa da söyleyeyim, bu sürenin 16 gününü nefis bir tatilde yedim. Kalan günlerin bir kısmı en az tatil kadar macera dolu, hareketli geçti.

Ve sonuç: kürkçü dükkanına döndüm, hoşbuldum!

Bu seneki tatil programımız Fethiye, Datça - Hayıtbükü, Samos ve elbette Altınova'da puf diye geldi geçti. Her tatilde olduğu gibi gözümü kırptım, yola çıkmışız, gözümü açtım geri dönmüşüz hızında.

İlk durağımız Fethiye. Ama yolda Akyaka'da Azmak Nehri yanında kahvaltı molası vermeden olur mu? Olmaz. Azmak'ın buz gibi sularına sadece ayaklarımızı sokabildik, o da 30 saniyeyi bile bulmadı.

Görüntü çok etkileyici olsa da ben soğuk suya karşı hep mesafeliyimdir, bırak yüzmeyi, soğuk suyu içemem bile. O yüzden Azmak'ı uzaktan sevmek benim için en güzeli.

Ama suya uzak duracağız diye kraliçeliğimizi ilan etmeyelim mi? Taht buldum mu kaçırmam, kurulurum. Alem buysa kral benim cicim:

Akyaka'da karnımızı doyurduktan sonra istikamet Fethiye, yola devam. Fethiye konaklamamızı Ovacık'taki Orka Club Villa'larında yaptık. İki aile olarak iki katlı ve üç yatak odalı villada çok rahat ettik. Üstelik kapımızın önü havuz:


Ayrıca oteldeki yemekler de oldukça lezizdi, ben çok beğendim. Yalnız bir eksik vardı, Ovacık'ta olması sebebiyle otelin denize uzak olması. Yaz tatili yaparken konakladığın otelden yürüyerek denize ulaşabilmen lazım. Benim düsturum budur.

3 gece konakladığımız Fethiye'de bir günümüzü Kabak Koyu'na bir günümüzü de tekne turuna ayırdık. Bu tatilden aldığım en önemli ders ise şu: canını seven Kabak Koyu'na kara yoluyla gitmesin.

"Yol bozuk, çok kötü" demek hafif kalır zira bir noktadan sonra yol yok. Şaka değil, gerçekten yol yok. Kendi aracınızı bıraktığınız bir noktadan sonra çalışan minibüslerle aşağı inmeniz gerekiyor. Mesafe ne kadardır tahmin edemeyeceğim ancak bir taraf dağ, bir taraf uçurum. Arada bir patika bile olmayan şeyden o minibüsler aşağı-yukarı sefer yapıyor.

Yemin ediyorum aşağı inerken hoplamaktan bütün iç organlarım yer değiştirdi. Eğer yukarı çıkarken de aynı şekilde hoplamasaydık şu anda midem sırtımda, kalbim karnımda, bağırsaklarım boğazımda olacaktı.

Tamam Kabak Koyu'nun denizi güzel. Yani herkese güzel gelir mi bilmiyorum ama ben derin ve dalgalı deniz severim, ortam da doğal ama ulaşımı tehlikesiz aynı güzellikte başka bir sürü koylar var, gördüm. Deniz yoluyla gitmeyeceksem bir daha Kabak Koyu'na gitmesem de olur. Ben canımı sokakta bulmadım.

Tekne turumuz içinse kendimi tebrik etmek istiyorum. Ben kalabalık, gürültü ve hijyen nedenleriyle tekne turlarından hoşlanmam. Ama Fetihye'de bu konuda oldukça şanslıydık. 20 kişilik, bangır bangır müziğin olmadığı ve de leziz yemeklerin sunulduğu Popeye Teknesi ve Ramazan Kaptan ve miço Cameron yani bizim Kamuran'la çıktığımız On İki Adalar Turu'ndan fazlasıyla memnun kaldık. Çok güzel koylarda yüzdük, güzel bir yemek yedik. Döndüğümüzde sinirleri alınmış et, kılçığı temizlenmiş balık gibiydim.

Yalnııııııız Fetihye'nin içi berbat. Sabah gittiğimizde otopark bulamadık, İstanbul'u aratmayan bir trafik de cabası. Eğer Fetihye'den tekneyle çıkacaksanız ve Fethiye'nin içinde değilseniz ya bir taksi tutun ya dolmuşa binin ama aman diyeyim araçla Fethiye'nin içine araçla gitmeyin. Pişman olursunuz.

Fethiye'deki üç günümüzün ardından istikamet Datça - Hayıtbükü.