25 Mart 2014 Salı

Ustam ve Ben

Reenkarnasyon falan varsa ben önceki hayatımda kesinlikle Osmanlı İmparatorluğu zamanında Topkapı Sarayı'nda yaşadığıma inanıyorum. Sultan mıydım, köle mi bilemem, ama saraydaydım eminim.

İstanbul'da en sevdiğim yer Sultanahmet ve civarı, hele Topkapı Sarayı'nın bahçesi beni çok etkiliyor. Ruhsal olarak. Oraya gittiğim zaman böyle garip bir hissiyatla doluyorum, ifade de edemiyorum tam olarak.

Bundan dolayı olsa gerek, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki saray yaşamını konu alan kitapları pek seviyorum. Elbette Muhteşem Yüzyıl'a da bayılıyorum, ama bu alakamın başlangıcı MY'den çok evveline gidiyor.

Orta okul yıllarımda Osmanlı Tarihi dersinde öğretmenimiz bütün sınıfa birer tarihi kişilik vermişti ödev olarak. Herkes, kendisine düşen kişiyi araştırıp sınıfta birinci tekil şahıs olarak anlatmıştı. Bana düşen Kösem Sultan'dı, Osmanlının son güçlü valide sultanı. Tam benlik.

Herhalde bununla başladı bu ilgim. Özellikle Osmanlı kadınları, sarayda var olma ve iktidar savaşlarını okumak çok hoşuma gidiyor.

Neden anlattım bunları? Son okuduğum kitapla ilgili girizgah yapayım dedim.


Elif Şafak'tan Ustam ve Ben'i okudum. (ay şimdi tam seçim öncesi, kitabın ismi pek manidar). Kitabın Mimar Sinan'la ilgili olduğunu biliyordum da bunun dışındaki hikayelerin bu kadar ilgimi çekeceğini tahmin etmiyordum.

Aslında kitap Çota ve Cihan'ın hikayesi. Cihan, Sinan'ın çırağı, aynı zamanda adı Çota olan filin de bakıcısı.

Hayvan beslemekten hoşlanmam, hiç öyle bağlandığım bir hayvanım falan da olmadı, bu nedenle bir hayvanla bakıcısı arasındaki duygusal bağı anlamakta çoğu zaman güçlük çekiyorum ama Çota ve Cihan'ı okurken çok etkilendim yahu!

Çota ve Cihan'ın hikayesi dışında Cihan'ın Mihrimah'a olan aşkı, payitahtta değişik toplulukların yaşamları, Osmanlı'da mimari başta olmak üzere bilimin mehteran usulü 2 ileri 1 geri gelişimi arka planda güzel güzel anlatılıyor. Saray hayatından ziyade tebanın yaşamına yer verilmiş.

Elbette Hanedan-ı Ali Osman söz konusu olunca da kardeş/çocuk katli de kendine yer buluyor. Yukarıda bahsettiğim tarih öğretmenimizin bize tarih konusunda ilk öğrettiği şey şuydu: tarihsel hiç bir olayı bugünün koşullarında değerlendirmeyin, yargılamayın.

Çok doğru, ama bir insanın kendi kardeşini/evladını katletmesini hangi koşullar haklı çıkarır aklım almıyor, alamıyor.

Neyse, kitaba dönecek olursak, Elif Şafak her zamanki gibi gayet akıcı yazmış. Hikaye ortasından başlıyor, sonra en başa dönüp sonlanıyor. Şimdi bu kafanızı karıştırmasın, şöyle ifade edeyim: kitabın yaklaşık ilk yarısı geçmiş zamanda ikinci yarısı şimdiki zamanda geçiyor. Merak etmeyin, okurken kafanız karışmıyor.

Öykü gayet güzel akıyor, akıyor, akıyor; yeri geliyor merak uyandırıyor, bir dedektif titizliğiyle okuyorsunuz. Ama sonunda gizemin çözülme kısmı hani böyle bir işi sabırla yaparsın da sonunda sıkılır, aman bitiversin diye aceleye getirirsin ya, öyle olmuş.

Akışın bazı bölümlerinde kronolojik sıraya uymadığını yazar da sonunda belirtmiş zaten. Ama okurken insanı rahatsız edecek bir sıralama bozukluğu yok ortada, zaten bir kısmının da hatalı kronolojik sırada olduğunu anlamak için Osmanlı tarihi uzmanı olmak gerekir sanırım.

Ve Sermimar Sinan... Hem estetik, hem teknik olarak bu kadar muhteşem eserler yaratmış bir dehanın böyle bir ruhsal zenginliğe de sahip olduğunu okumak beni hiç şaşırtmadı.

Sinan hayranı bir arkadaşım var, sanırım bilinen tüm eserlerini ziyaret etmiştir. Her zaman Sinan'ın ne büyük bir deha olduğunu söyler, keşke onun büyüklüğünü ve dehasını anlatan, tanıtan daha çok kitap, film olsa.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder